Blog

KIRMIZIYI KOKLADINIZ MI HİÇ? BEN KOKLADIM

Önce Kırmızı Başlıklı Kız masalını okudum. Okurken, ormanda ninenin evine doğru yürüdüm. Eve vardığımda, kurdun karnından taşları çıkardım. Taşları karnıma doldurdum. Ellerimle kendimi diktim ve ellerimde kendi kanımla ormanı terk ettim.
Dönüp baktığımda Al Ruhu, ormanda dans ediyordu. Soluduğu dumanlarda karabasanlarım göğe yükseliyordu. Ayaklarım ısındı. Hissettim, bunu hissettim.

Aşı boyası kırmızısı, insanlık tarihi kadar eski bir renk ve simgedir. Heidegger, varlığın bir türü olarak hayatı, çıkmaz sokağa giden ve dönüşü olmayan bir yol olarak tanımlar. Ölüm ise bu yolun sonundaki duvardır. Ölüm ve doğum bağıntısının kırmızı ile simgelenmesi tesadüf değildir. Doğarken kan ile doğarız. Ölürken kan ile…

Kırmızı, kültürden kültüre bambaşka anlam ve kullanımlarla çıktı karşımıza. Neandertal insan, ölülerinin kemiklerini kırmızıya boyayıp gömüyordu. Homo sapienste de benzer davranışlar devam etmiştir. Kemik boyamak yerine bu kez ölünün yüzüne kırmızı kumaş örtmek ya da kırmızı kıyafetle gömmek gibi davranışlar görülmektedir.
Kırmızı renk, 20.yy’a kadar zenginliği ve üst kademede olmayı temsil etti. Orta çağda altın ve gümüşten sonra Avrupa’ya ihracatı en çok yapılan değerli ürün kırmızı boyanın hammaddesidir (kırmız böceği). Soylular, ressamların karşısına kırmızı kıyafetleri ile geçip, poz verdiler. İngiltere’de kraliyetin rengi kırmızıdır.

Vahşi hayvan ve kadın büyülü bir şekilde birbiri ile bağlantılı görülürdü. İlki yaşamın besin kaynağı, ikincisi yaşam veren gücün simgesiydi. Av hayvanı gibi, evlenen kadınların alnına kan sürülürdü. Kırmızı hala toplumumuzda erkek için gücü ve şiddeti, kadın için cinsellik ve bekareti simgeliyor. Maalesef gelin olacak kızların beline kırmızı kuşak sarılması bu simgenin bir yeni nesil aktarımıdır.

Kırmızı, al veya kızıl, parlak gökkuşağının en dışında yer alır. Sarı ve mavi ile birlikte ana renkleri oluşturur. Elektromanyetik tayfın görülebilen renklerinden biri olan gökkuşağındaki kırmızı renk ve gözümüzün açısı 42 derecedir. Kırmızı ışığın dalgaboyu 630-760 nanometre civarındadır ve en düşük frekanslı ve en uzun dalga boyuna sahip renktir. Kırmızının altındaki frekanslara kızılötesi (infrared ya da infraruj) denir. Karşıtı mavi, tamamlayıcısı ise yeşil renktir.

Koyu renkli bir arka plan ile kullanıldığında şiddeti öylesine belirgin hâle gelir ki küçücük bir kırmızı leke bile görüntünün her noktasını etkiler. Doğada yer alan yeşillerin ortasındaki kırmızı bir görsel, kırmızı kıyafetli bir model yahut kırmızı bir şemsiye tamamlayıcı unsur olur.
İnsan psikolojisini en derinden etkileyen renk kırmızıdır, kabul edelim. Modern dünyada, dünyanın en büyük markaları kırmızıyı logolarında ve reklam afişlerinde kullanırlar.
Sanatın her alanında olduğu gibi fotoğrafta da renk kullanımı ile oldukça etkileyici ve derin mesajlar verilebilir. Fotoğrafçı kompozisyonu oluştururken, renk kullanımını planlıyorsa izleyiciye mutlaka mesajı ulaşacaktır. Fotoğrafın bulunuşu ve her geçen gün dijital teknoloji ile beslenerek geliştiği modern dünyada daha çarpıcı ve akılda kalıcı imgelerle izleyiciyi etkilemek gerekmektedir. Renkler, eski imgeleri anımsatmak ya da yenilerini yaratmak için bir araçtır. Fotoğrafçının renk kullanımı ile iletişiminin başarısı doğru orantılı olabilir. Fotoğraf, ilk etapta gerçeğin sunumudur. Kırmızı, belleğimizin en gerçek rengidir. İçimizde, damarlarımızda hissederiz.
Fotoğraf bir hikâye anlatıcılığıdır. Duygularımızı görsel imgelerle ifade eder, hayatı fotoğraf üzerinden anlamlandırmaya çalışır ve tecrübe ederiz. Fotoğraf, isterseniz bir sembol dilidir ister sokak fotoğrafı ister kurgu, isterseniz doğa fotoğrafları çekin. Hikâyeyi anlatırken kompozisyon önemlidir. Kompozisyonda da çizgiler, renkler, ışık, odak, ritim olmalı. Ve bunların hepsi doğada sizi bekliyor.
“Kırmızının sınırsız sıcaklığı, sarı gibi sorumsuz bir çekicilik taşımaz. Kararlı ve güçlü bir yoğunlukla içten içe çınlar; kendi kendine parlar ve gücünü boş yere dağıtmaz.” W. Kandinsky

Bu ayın konusu Kırmızı.

Ayça Karaoğlan
Aralık,2021 – Ankara

TARİH VE DOĞAYLA İÇ İÇE BELEMEDİK’ TEN VARDA KÖPRÜSÜ’ NE

Bir yanda akan Çakıt suyu bir yanda yolun yanı başında uzanıp giden tren yolu ve zaman zaman karşınıza çıkan Almanlar tarafından inşa edilen tüneller… Muhteşem bir doğa ve yol manzaraları eşliğinde inanılmaz bir rota Belemedik-Hacıkırı …
Bir zamanlar Bağdat-Hicaz demiryolu için büyük önem taşıyan Belemedik Adana’nın Pozantı ilçesine bağlı küçük bir yerleşim yeri. Hicaz Demiryolunun yapım sürecinde ve 1.Dünya Savaşında önemli bir merkez haline gelmiş. Demiryolunun tamamlanabilmesi için yapılan Varda Köprüsünün yapım sürecinden 1.Dünya Savaşına kadar çoğunlukla Almanların ikamet ettiği bir yerleşim yeriymiş. Asıl ismi Karapınar. Belemedik “bilemedik” den geliyor. Bağdat-Hicaz Demiryolu inşaatında tüneller açılırken tünelin her iki ucunda iki ayrı ekip çalışırmış ve bu iki ekibin tünelin ortasında karşılaşması gerekirmiş. Herhangi bir sebepten iki ekip tünelin ortasında karşılaşmaz ise başarısız sayılır ve birbirlerine “bilemedik” diyerek özürlerini iletirlermiş. Almanlar “bilemedik” diye telaffuz edemediklerinden “belemedik” derlermiş. Böylece zaman içerisinde “Belemedik” Karapınar isminin önüne geçmiş.
Yürüyüş rotası Belemedik merkezden başlıyor ve Hacıkırı viyadüğünde son buluyor. Yürüyüş boyunca Çakıt suyu size eşlik ediyor ve birlikte Çakıt Vadisini geçerek Pozantı’dan Karaisalı ilçesine varmış oluyorsunuz. Belemedik Hacıkırı arasında 12 adet demiryolu tüneli ve bir çok köprü mevcut. Parkurun toplam mesafesi 20 km. civarında. Hacıkırı’na doğru yaklaştıkça rakım 3212 feet’e kadar çıkıyor.

Ve sessiz dağların eteğinde mis gibi ormana kurulu Varda Köprüsü nam-ı diğer Alman Köprüsü… Adana’nın Karaisalı ilçesine bağlı bulunan Hacıkırı Viyadüğü üzerinde yer alıyor köprü. 1888 yılında Kaiser Wilhem ve II. Abdülhamit tarafından imzalanan anlaşma ile inşaatına başlanan köprü Osmanlının asker, yolcu ve eşya taşıma ihtiyacını karşılamak Almanya’nın ise petrol kaynaklarına ulaşmasını kolaylaştırmak üzere tasarlanmış. Çelik kafes örme tekniği ile yapılan köprü 1912 yılında hizmete açılmış ve İstanbul-Bağdat-Hicaz demiryolu hattının önemli bir parçası olmuş. 3 büyük açıklık ve 4 ayak üzerine kurulu olan köprünün tamamı taş ile yapılmış, inşası 5 yıl sürmüş, ne yazık ki 21 işçi ve 1 Alman mühendis inşaat sürecinde hayatını kaybetmiş.
Belemedik gibi Varda’nın da enteresan bir hikayesi var. Köprü inşa edilirken viyadükten aşağı basit makine sistemleri ile malzemeler indiriliyormuş. Aşağıda malzemeleri karşılayan işçiler yukarıdaki arkadaşlarına malzemelerin ulaştığını haber vermek için “Vardı haaaa!” diye sesleniyormuş. Vardı haa! ağızdan ağıza Varda’ya dönüşmüş. Mühendislik harikası köprünün James Bond serisinin Skyfall filmindeki sahnelere ev sahipliği yaptığını da söylemeden geçmeyelim.
Çakıt Çayı ve Çakıt Vadisi boyunca yeşili, doğası, tarihi tren yolu ve tünel geçişleri ile birbirinden güzel manzaralar sunan Belemedik rotası doğa fotoğrafları çekmek ve şehrin gürültüsünden uzak tabiatın kalbinde huzurlu vakit geçirmek için sizleri bekliyor…

Serpil K. DALGIN
Aralık 2021

FİLMSEL ZAMAN AKIŞKANLIĞI PHİ-FENOMENİSİ VE 1900 EFSANESİ FİLMİNİN ZAMANSAL UZAMI ÜZERİNE DEĞERLENDİRME

Film ve Sinematografinin başlıca yapısal ögesi zamandır. Filmlerde zaman Mekânsal olarak grift halde birbirine girmiştir. Bu bütünsellik bize olay örgüsünden teknik kurguya kadar her alanda dikkatle işlenmesinden dolayı farkında olmadan aktarılır. Senaryonun da başlıca sorunsalı zamanın ve olayların sıçramasız bir şekilde oluşturulmasıdır. Geleneksel anlatı yapısında olay öykü, belirli bir olay örgüsü ile dizilir ve akışkan film için zamanın akışkanlığı kronolojik bir biçimde time-line sıraya göre dizilir. Modern dizilim yapısı ile anlatımda ise, olay örgüsü ard arda belirsiz olarak geçişlerden oluşur ve filmin akışkanlığında bellek algı ve sürede belirsizliklerin varlığı söz konusudur. Bu makale de filmsel zamanın dizilişinden aktarımına kadar olan süreç ve izleyicinin bellek algısı üzerine zihinsel süreci anlatılmaya çalışılacaktır.

Filmlerde zaman bazen bir ilişkinin başlayıp son bulması, Bir suçlunun suçu işlemesi, Bir çocuğun doğup büyüyüp bir savaş kahramanı olması veya Buz Devri “İce Age” filminde olduğu gibi binlerce yılı ve olaylar dizini bir buçuk saate anlatır. Ya da daha karmaşık bir siber uzay anlatısı olan “İnterstellar” filminde zamanın uzayda bükülmesi ve dünya uzay olgusu farklı işleyişi çapraz şekilde işleyerek bir sinema filmi süresinde başarıyla anlatılabilmiştir.

Ya da bir aksiyon filminde bir saatlik kurtarma operasyonunu iki saatte zamana yayılarak anlatılır bu anlatımlarda olaylar bazen kurguda paralel şekilde işlenerek birçok olay aynı anda birbirinden bağımsız ama örgü bakımından bağımlı şekilde akışkan kılınır.

Filmsel zaman ve olay akışkanlığı yılları mevsimleri günleri çağları bir saate sığdırdığı gibi bu zaman içinde akan işlenen konuları da bize belleğimizde bir bütün olarak sıçrama kopma olmadan algılatmaktadır. Yine aynı şekilde bir dakikalık bir cinayet anını da iki saatlik sürede kopmalar olmadan, sıçrama olmadan belleğimizde filmi anlarız.

Parçalar bütünü olan film hem teknik kurgu edit aşamasında hem de filmin zaman mekan ve olay ilişkisinde parçalar halinde işlenerek bir bütün oluşturulur bunun nasıl olduğunu ve zihnin algısının parçaları değil de bütünü algılamasının nasıl olduğunu anlayabilmek için bazı kavramları bilmek gerekir.

Film veya Sinema sanatı, bir kaydedici araç olan kamera yardımı ile kayıt altına alınmış görüntülerin bir gösterici cihaz yardımıyla (DCP, Projeksiyon) beyaz yüzeye yansıtılarak gösterilmesidir. Film  adı ile ifade edilen sesli veya sessiz hareketli imajların var edilmesi sürecidir. (Özön, 1963: 110)

Sinema sanatı genelde senaryoda yer alan tiratlardan ve sözlü iletişim (diyaog)lar, olay örgüsü  kurgusu, sahnenin tasarımı ve planı, ışık, ışık efektleri ses ve ses efektleri sahnenin dekoru kostümler gibi ögelerin çekimi yapılan filme uygun bir şekilde kullanılarak işlenmesi olarak tanımlanabilir birçok disiplinli Sanattır ve büyük endüstridir.

Aslen İtalyan olan Fransalı sinema kuramcısı Ricciotto Canudo Sinema sanatını yedinci sanat olarak betimlemiş ve bu tanımı genel olarak kabul görmüş şekilde günümüzde de yaygın kullanılmaktadır. (Özön, 1963: 110)

Film, akışkan imajların ardışık biçimde dizilmesi ve izlenmesi ile oluşan süreçtir. Filmler, gerçekliğin zaman ve mekan kavramları ile sahnelerin kayıt altına alınarak çekilmesiyle ve ya animasyon grafik tekniklerle bilgisayar grafik kartları efektler teknikleri ile ve her iki türün de ortak kurgulanmasıyla üretilmesiyle ortaya çıkarılır.

Filmlerde ard arda seri bağımsız imajlar bütünden elde edilir. Fakat bu seri görüntü planları ard arda saniyede 24 kare gösterildiğinde, optik bir yanılsama doğurur ve bu yanılsama izleyenin, bağımsız şekilde dizilmiş görüntü planlarının sürekli olay, mekan ve bunların akısını algılamasına sebep olur bu da bizim olayları mekanı ve zamanı bir bütün şekilde algılamamıza neden olur bu duruma Phi fenomeni denir ve kendi içinde studium ve puncthum yaratır  sinema ve filimler çekim yapım aşaması çok disiplinli sanat uğraşıdır aynı zamanda büyük bir endüstrinin parçasıdır.

Phi fenomeni durağan şekilde olan öğelerin planlı bir zaman diliminde ve akışkan hızlı şekilde gösterilmesi izlenmesi sonrasında ortaya çıkan, ve normalde reel zamanda olmayan akışkan görüntü ilişki ivmesidir, belleğimizde ve algımızda bir enter aksiyon devinimidir. Ard arda dizilen ögeler zaman ve mekan ilişkisi içinde bir bütün olarak zihinsel düşüm olarak anlam bulur (Sertel ve Özkul, 2014: 20-40).

1900’lerin başında Wertheimer tarafından ortaya atılan bu durum, filmde seri şekilde izlenen imajların veya açılıp kapanan pano ışıklandırmalarının yazıları hareketliymiş gibi zihinde oluşur.

Filmde 1900’ün hikâyesi Max tarafından anlatılır. Max’in anlattığı bu hikâyeye kimse inanmamaktadır. Çünkü 1900’ün hikâyesi tıpkı bir düş gibidir. Hikâyenin düşselliği, geminin hem virtüel hem de edimsel oluşu ile kristal imajlar oluşturur. 1900, denizi dölleyen bir tohum olan bir gemide büyümüştür; belki de orada doğmuştur. Geminin yolcularla dolu, akşamları yemek salonundaki eğlenceli yüzü ile suyun altındaki makine dairesinde oluşturulan kristal imajı film boyunca vurgulanır. (Deluze, 1997, 73, Aktaran Öztürk, 2017)
Film, üç ayrı zamanda geçer; şimdi, yakın geçmiş ve uzak geçmiş. Şimdi, Max’in dış sesi ile anlatılır. Yakın geçmiş, savaş sonrasında Max’in 1900’ü patlatılacak gemiden çıkarma çabasının olduğu sahnelerde gösterilir. Uzak geçmiş ise 1900’ün doğumundan Max’in gemiden ayrılışına kadar anlatılan dönemdir.

Dev bir gemide çalışan zenci bir ateşçi olan Danny, yemek salonunda piyanonun üstünde bir limon kasasında bir bebek bulur. Danny, onu hiç kimseye göstermeden makine dairesinde büyütür. Adını salonda bulunduğu yıldan alır 1900. Hiçbir yerde kaydı yoktur; hiçbir ülkeye ya da aileye ait değildir. Bu haliyle tamamen özerk, tahakkümden ve otoriteden uzaktır. “Anne”nin, okuma yazmayı öğrendiği gazetedeki atlardan biri olduğunu sanır. Onu büyüten Danny, Virginian gemisinden daha iyi bir yer olmadığını, yetimhanenin ise bir “hapishane” olduğunu söyler. Küçük 1900, böylece yaşamının sınırlarını belirler. Bir gün Danny iş kazası geçirir ve ölür. 1900, onun öldüğü gün sekiz yaşındadır ve ilk kez geminin güvertesine çıkar. Orada yine ilk kez duyduğu müzik sesi, onda bir kopuş meydana getirir. O akşam, müzikli yemek salonuna çıkar, camın arkasından dans edenleri ve piyanisti seyreder. Ancak merakı onu harekete geçirir; herkes uyurken yukarı yemek salonuna çıkar, piyano çalmaya başlar. Daha önce hiç görmemiş olmasına rağmen bir piyanist ustalığıyla çalmaktadır. Sesi duyan herkes salona gelir. Kaptan, onun piyano çalmasının kurallara aykırı olduğunu söylediğinde şu cevabı verir: “Kim takar kuralları?”
Sekiz yaşındaki 1900, artık özneleşmiş ve Platonik mağaradan çıkmıştır. Ancak yine bir mağara olarak adlandırılabilecek olan gemi, müzik sayesinde virtüelleşip, artık onun özneleştiği, düşsel bir gerçeklik halini almıştır. 1900’ün yaşamı boyunca toplumsal ahlak ve değerler ona bahşedilmemiştir; 1900, kendi dünyasında kendi değerlerini var ederek özneleşmiştir.
Hikâyeyi anlatan Max, gemide işe başladığında gerçek yaşam ve gemideki yaşam arasında köprü olmuştur. Ancak 1900’ün dışardaki dünya hakkında bir fikri yoktur; deneyimlememiştir.
Max ve 1900 tanıştığında, 1900 yirmi yedi yaşındadır. Dış dünyayı rüyalarında görür ve öyle tanımlar. Gece yarısı bir yolcuyla sohbeti sırasında 1900, “denizin sesini hiç duymadığını” söyler. Yolcu, denizin ona “yaşamın muazzam olduğunu” haykırdığını anlatır. Yolcu, bu sesle yaşamını değiştirmeye karar vermiştir. Bu sözler, 1900’ü oldukça etkiler.
Gemi, Amerika’ya geldiğinde iki adam bir gece yarısı onu ziyaret eder. Önce adamlardan korkup kaçan 1900, ünlü caz bestecisi “cazı icat eden adam”, Jelly R. Morton’un bir piyano düellosu ile ona meydan okuduğunu duyunca şaşırır; ilk kez rekabet etmek zorunda kalacaktır. Düellonun ne olduğunu bile Max’ten öğrenir. Düellonun gerçekleştiği akşam, Jerry, 1900’ü aşağılar; bu durum 1900’ü öfkelendirir ve duygularını müzikle yansıtarak, üstün performansı ile düelloyu kazanır. Bu sahnede, Jerry ve 1900’ün yüzü ve elleri çok yakın plan çekimlerle duygulanım-imaj vurgulanmıştır.
“Çok yakın plan çekimlerde bedensel bölgeler büyüteç gibi gösterildiğinde, pürtükler, kalın çizgiler, varlığı yeni bir varoluş halinde göstermeye, varlığı oluşsal süreç içinde göstermeye başlar. Böylece varlık, kendi çerçevesinden çıkıp yepyeni keşiflere yolculuk yapar hale gelir.” (Öztürk, 2020, 165-166)
Jelly R. Morton, ün, para ve hırsla dış dünyanın, kitleselleşmiş sanatın, sınırlı ve kurallı bir dünyanın bir temsilidir; biçimsel bir sanatçıdır. 1900 ise Nietzsche’nin tanımladığı Dionysosca sanatçı davranışı sergiler.
“Biçimsel sanatçı ve onun yakını olan destancı sanatçı, görüntülerin en salt görünüşü içine dalmıştır. Dionisosca müzikle uğraşan kişi, bu görüntü olmadan, yalnız temel acı ve temel yankı ile özdeş olgunluğa ulaşmıştır. Özsel bir nitelik taşıyan üstün us, bu gizemli kendi dışına çıkış ve birlik sağlayıcı varlıktan, bir görüntüler evreniyle benzerlikler evreninin doğduğunu sezer. Bu evrenin, biçimsel sanatçıyla destansı sanatçının dünyasından apayrı bir boyası, nedenselliği ve hızlılığı vardır.” (Nietzche, 2005, 37)
O günden sonra 1900, “görünür” olmuştur ancak o, bunu istememektedir. Mevcut sistemin sahte öznesi olmak 1900 için hiç önemli değildir. Çünkü “Gösteri toplumunda olmayan şey, belki de, tüm gösterme çabalarına karşın aslında gösterilmeyen ve görülmeyen ‘insanın’ bizatihi kendisidir.” (Öztürk, 2012, 57)
Plak kaydı için gemiye plakçılar gelir. Kayıt esnasında, 1900 pencereden onu izleyen bir genç kız görür ve yine duygularını müziğine yansıtır. Genç kızdan etkilenen 1900, burada yine bir kopuş yaşar: Aşık olmuştur. Bu aşka anlam katmak ister; hakikati arar.
Kaydın yayınlanmasına izin vermez ve görünür olmayı, ünü, parayı ve dış yaşamı reddeder.
Genç kızla tanışmak için uğraştıysa da yolculuğun son günü onunla konuşabilir. Genç kız gemiden inerken ona adresini verir ve davet eder. 1900, plağının tek kaydını ona vermek istemiş, ama kargaşada verememiştir. Böylece 1900’ün aşkı karşılık bulamamıştır; potansiyel aşk, “hakiki” aşka dönüşememiştir. (Öztürk, 2020, s. 60)
1900, Max’e gemiden inip karadan okyanusun sesini dinlemek istediğinden söz eder. Ancak son gün geldiğinde merdivenlerde kalakalır. Aşkın meydana getirdiğini kopuş, aşka sadakatle bağlanmadığı için hakikati bulamamasına yol açmıştır. Neden karaya inmediğini kimse anlamaz ama artık 1900 eskisi kadar coşkulu değildir. Kısa bir süre sonra Max gemiden ayrılır.
Aradan yıllar geçmiştir ve savaş bitmiştir. Hurdaya çıkan gemi dinamitlerle patlatılacaktır. Max, 1900’ün hâlâ gemide olduğundan emindir. Onu günlerce gemide arar. En sonunda bulduğunda onu dışarı çıkarmak için her yolu dener. 1900 kararlıdır, karaya çıkmayacaktır. “Şehrin sonunu göremiyorsun. Beni durduran gördüklerim değil, görmediklerim. Bu koca şehrin bir sonu yok…” diyerek Max’i reddeder. Tanımadığı ve sınırlarını bilmediği bir dünyada yaşamayı reddeder. Dışarıdaki insanların seçimlerini sorgular, onların tekdüze yaşamlarıyla yaşayan ölüler olduğunu kast eder; yaşayan ölü olmaktansa fiziksel olarak ölmeyi seçmiştir. Gemi, bu bağlamıyla kristal bir imaj oluşturarak hem yaşamı hem de ölümü temsil eder.
1900’ün seçimi bir intihardır. 1900, yaşamından vazgeçmiştir; aslında her türlü tahakkümün olduğu toplumunda yaşamayı redderek, geminin sınırları içinde kalmayı, ölmek pahasına tercih etmiştir. Kendi yarattığı mağarasında sonuna razı olarak, mağarasını terk etmektense yaşamını sonlandırmayı seçmiştir. Ona göre “1900, zaten hiçbir zaman var olmamıştır.”
1900’ün dışarı çıkmama gerekçesi, filmin giriş cümlesinde bulunabilir: “Eğer karaya çıkmak ya da ayaklarının altında daha sağlam bir şey hissetmek istersen, işte o zaman çevreni saran tanrıların müziği artık duyulmaz olur.”

Yunus TOPAL

MAVİ SAAT

Tüm fotografçıların da çok iyi bildiği gibi manzara ya da mimari fotograflarda, gökten gelen ışığın alt bölümle dengelenmesi hep sorun olur. Hava her gün güneşli olmaz, ve özellikle beyaz gökler canımızı sıkar. Eksi poz telafisiyle müdahale edersek bu defa alt bölüm koyu kalır.

Akşam olunca dünyanın birçok kentinde olduğu gibi bizde de Camiler, Saraylar, tarihi yapılar genelde sarı/turuncu tonunda ışıkla aydınlatılır, ve bu ışıklandırma otomatik olarak gün ışığı azalınca devreye girer.
Gök, hava kapalı da olsa açık da olsa, gece olmadan mavi renkte görünür. Dolayısıyla çok da güzel uyum sağlayan koyu mavi ve turuncu tonlarını birlikte yakalayan fotografçının güzel işlere imza atacağını var sayıyorum.

Nedenlerini anlatmaya çalışacağım:
1. Mavi saat denilen o kısa anlar küzey ülkelerinde 1, saat bile sürebilir. Örneğin İskoçya’da ışıklandırılmış bir kaleyi çekmek için bol vaktiniz olacaktır.

2. Bize göre daha kuzeyde Fransa‘ da belki bu zaman azalacak fakat ülkemizde mavi saatin en çok 5/6 dakika sürdüğünü bilmekte yarar var.

3. Doğru saat gelmeden yapılan çekimlerde gök beyaz görünecek yapının ışığı çok belirgin olmayacaktır.

4. Doğru zamanlamada gök lacivert ışıklandırma kıvamında olacaktır.

5. Daha geç çekmeğe devam ederseniz bu defa gök siyah olacak yapı ise rahatsızlık verecek derecede fazla ışık yayacaktır.

6. Dolayısıyla mavi saat sadece birbirine uyan mavi ile turuncu renklerinin güzel uyumu dışında bir de fotoğrafımızda gök ve alt bölüm arasındaki ışık dengesinin yeteneğidir. dengeyi kurabilme marifetidir.

İzzet KERİBAR

BURSA’ DA İKİ GÜN

Kasım ayının sonlarına geldiğimizde 11. Bursa Uluslararası Fotoğraf Festivali (BursaFotofest) in 19 Kasım 2021 tarihinde açılmasını da fırsat bilerek; 20 Kasım Cumartesi sabahı erkenden FSK olarak; FotoFest bahane gezmek şahane mottosu ile Bursa’ ya doğru yola çıktık.

Tabi ki Bursa’ da ilk durağımız Festival alanının yer aldığı Osmangazi semti sınırları içerisinde yer alan, Merinos Atatürk Kongre Kültür Merkezi oldu. Öğlen yemeğinden sonra, Festival alanında sergileri dolaşıp, etkinliklere katılma fırsatını yakaladık. Bu sene 11. Kez açılan Bursa Fotofest, tüm dünyadan konuk ettiği fotoğraf sanatçıları ve Türkiye’den vizyona çıkardığı yeni görsel sanatçılar ile Türkiye ve Dünya fotoğrafını Bursa’da buluştururken, aynı zamanda tüm katılımcıları arasında aktif ve sinerjik bir diyalog ortamını hedefleyerek yeni fotoğrafçıların da kendilerini gösterebilecekleri bir platform oluşturmaktadır. Bu sene ki festival teması “Göz Göze” olarak belirlenmiş ve konuk ülke olarak da Azerbaycan seçilmişti. Biz de FSK olarak festivalde fotoğraf adına alabileceğimiz kadar feyz alarak; tabi Bursa’ ya kadar gelmişken şehrin kalbinde yer alan, Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Yapılmış Bütün Camilerin Atası, olarak tabir edilen Ulu Camiyi görmeden dönmek olmazdı. Festival alanına çok yakın bir konumda olmasına rağmen Bursa’ nın Ankara’ yı ve İstanbul‘ u aratmayan trafiği nedeni ile zor da olsa; 1396-1399 tarihleri arasında 4. Osmanlı Sultanı Yıldırım Beyazıt Han tarafından yaptırılan bu harika esere ulaşmayı başardık. Bu tarihi mekanda yer alan diğer eserleri de, Koza Han ve İpekçiler Çarşısı gibi, panaromik bir şekilde dolaşarak tekrar festival alanına döndük. Burada biraz daha vakit geçirdikten sonra, gün batımını Gölyazı’ da yakalayabilmek için tekrar hareket ettik.

Trafiğe rağmen neyse ki; incecik bir köprü ile ana karaya bağlı bir yarımada olan ve Uluabat Gölü üzerinde yüzermiş gibi duran minik bir adacık olan, günümüzde sit alanı olarak koruma altına alınan Gölyazı’ da gün batımına yetiştik. Gölyazı’ da çektiğimiz gün batımı fotoğrafları bütün ekibe o kadar keyif verdi ki akşam yemeğimizi de bu şirin beldede yemeye karar verdik. Yemekten sonra da dolu dolu geçen bir günün yorgunluğu ile, Karacabey’ de kalacağımız otele doğru yola çıktık.

Marmara Denizi’ nin kıyısında yer alan ve Bursa’ nın 5. büyük ilçesi olan Karacabey’ de yer alan otelimizde bir gece konakladıktan sonra, ertesi gün sabah kahvaltımızı yapıp Karacabey Longoz ormanlarına doğru yola çıktık. Longoz’ a giden yol bize çok güzel fotoğraf fırsatları verdi. Karacabey’ in doğasına hepimiz hayran kaldık. Güney Marmara akarsularının büyük bölümünün birleşmesiyle oluşan Susurluk Irmağının Marmara Denizi ile buluştuğu Kocaçay Deltası bize; Longoz Ormanları, çeşitli kuş türleri ve at çiftlikleri ile fotoğraf anlamında cömert davranarak, keyif veren kareler yakalamamızı sağladı.

Karacabey’ e tam olarak doyamadan hepimizin aklında “biz buraya baharda tekrar gelelim” düşüncesi ile dönüş yoluna çıktık. Dönüşte Bursa’ dan FotoFest’ in konukları olan Azerbaycan Fotoğraflar Birliği Başkanı Sayın Rauf Umut ve saygıdeğer eşi ile fotoğraf sanatçısı Sayın Amira Süleyman’ ı da alarak yolumuza kardeş ülke Azerbaycan şarkıları ve fotoğraf sohbetleri ile dolu olarak devam ettik. Elbette ki dönüş yolunda yolumuzun üstü olan İnegöl’ e de uğrayıp İnegöl Köftelerimizi yemeden dönemezdik Ankara’ ya.

Bu iki günün sonunda, biraz yorulmuş olsak da elimizde güzel dostluklar, sanattan alınan feyz, doğada yaşadığımız huzur, keyifli anılar ve makinelerimizde anılarımızı belgeleyen fotoğraflar kaldı.

Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

Kasım 2021

DOĞADA SONBAHARI YAKALAMAK

Mevsimin yavaş yavaş yazdan kışa döndüğü sonbahar ayları, doğada değişimlerin eşsiz görüntülerini beraberinde getirir. Bu devinimleri fotoğraf aracılığı ile yakalamak için dikkat etmemiz gereken noktalara kısaca değinmeye çalışacağız.

Sonbahar, sararan yapraklar, değişken hava koşulları ve uykuya dalan doğa ile kısa bir zaman aralığında çok çeşitli kareler sunabilmektedir.

Doğada ağaçların değişimi, ağaç türüne, iklime ve o seneki koşullara göre değişebilmektedir. Yükseklerde yer alan geniş yapraklı ağaçlar daha önce sararmaya başlamakla beraber, ağaç cinsine göre yaprakların rengi sarı ve kırmızının tonları olabilmektedir.

Sonbaharın değişken hava koşulları ise fotoğraf için farklı ışık oyunları oluşturabilmektedir. Sis, yağmur ve ardından gelen güneş, eşine az rastlanır etkiler ortaya çıkarabilmektedir.

Sonbaharı yakalayabilmek için çekim yapacağınız bölgeyi iyi tanımanız gerekmektedir. Eğer orman çalışacaksanız hangi tür ağaçlar olduğu, bölgenin yüksekliği bilinmelidir. Böylelikle çekim için en uygun zaman diliminde o bölgeye çekime gidebilirsiniz.

Ayrıca hava durumunu farklı kaynaklardan yakından takip etmek gerekmektedir. Özellikle sisli havalarda sonbaharın dramatik etkisi daha iyi vurgulanabilmektedir.

Geniş ve ultra geniş açı lensler ile orman çekimleri çok keyifli sonuçlar verebilmektedir. Ayrıca dar açılı lens kullanarak detay çalışılabilir, ormanın karmaşıklığı içinde hem az net alan derinliği ile hem de dar açı ile istediğimiz nokta vurgulanabilir. Özellikle orman çekimlerinde ön plan ile arka plan arasında örtüşmelere dikkat edilmelidir. Aynı renk ve tondaki lekelerin birbirinden ayrık durmasına dikkat edilmelidir. Arka plandaki parlak lekelere dikkat edilmeli, karemizin sınırlarından uzak olmaları ve ön plan ile karışmamaları için uygun çekim açısı belirlenmelidir.

Sonbaharın bir diğer yanı ise binlerce farklı türü ile karşımıza çıkan mantarlardır. Makro lensimiz ile mantarların detaylarını yakalayabilir, ters ışıkta yarı saydam dokusunu ortaya çıkarabilirsiniz.

Ayrıca sonbaharda akarsular da uzun pozlama ile çekim konusu olabilmektedir. Kapalı havada yapacağınız uzun pozlama ile akarsu detayları patlama olmadan daha yüksek dinamik aralık ile çekilebilmektedir.

İlker ŞAHİN

BİR SONBAHAR HİKAYESİ: SAFRANBOLU

Korona virüsünden dolayı sıkıntılı geçen 2 yıldır hiç bir etkinliğe ne ben katılabildim ne de Fotograf Sanatı Kurumu Fotografçıları. İnsan rahatsız oluyor. Acaba bu kalabalığın içinde bir tane taşıyıcı varmı diye. Önlem almak güzel birşey.

Nitekim 17 Ekim 2021 Pazar günü “SAFRANBOLU GEZİSİ” duyurusunu görünce katılmayı fotografçı dostlarımızla birlikte olmayı ve özlem gidermeyi çok istedim.

Kızılay’ da 07.00′ de buluştuk ve Hüsamettin Özkan başkanlığında, sırayla Ali Fatih Şama, Güneş Karacabay, Savaş Zorlu, Sevgi Köylü Haliloğlu, Uğur Yurdusev, Seçkin Bulut, Serap Kaya, Zemzem Karahan, Gülşen Günal Delice, Vildan Öztürk Kavak, Barış Şahin, Filiz Köprülü, Mustafa Uğurluay, Seda Felekoğlu, Esma Yılmaz, Selma Ünal ve Zeynel Yeşilay olmak üzere bütün Fotografçılarımızı alarak Kaptanımız Can beyin kullandığı araç ile Safranbolu’ ya doğru yola çıktık. Herkes maskeli HES kodlu ve aşılı olunca biraz cesaret alıyor insan. Birlikte olmak, gezi yapmak ve hasret gidermek çok güzel bir duygu.

Bu arada çok güzel bir durum meydana geldi. Gezimizin yöneticisi Sayın Hüsamettin Özkan biraz dert yandı. “Beni herkes Bakan Sayın Hüsamettin Özkan ile karıştırıyor, iş isteyenler, yardım isteyenler çok oluyor.” Ben de bunun üzerine Hüsamettin dostumuzun fotografını çekip Sayın Hüsamettin Özkan Bakanımıza gönderdim. Verdiği cevapta “haberim var bana da isim benzerinize çok talep gidiyor ” diye yazıp selam ve sevgilerini sundular.

Hava kapalı ve yağmurlu olacaktı. Tabi kapalı olması sorun değil ama yağmur bizi sıkıntıya sokardı. Yol boyunca dağlar sisler altında idi. Sapsarı yapraklarla donanmış ağaçlar bizi çağırıyordu. Ama zamanımızı Safranbolu’ya ayırmak zorundaydık. Bir iki yerde verdiğimiz moladan sonra, önce Karabük’ e bağlı Yörük Köyüne uğradık. Safranbolu evleri gibi evlere sahip bir Türkmen köyü. 1997 yılında koruma altına alınan bu köyde turistik faaliyetleri çok beğendik. Çeşitli yöresel malzemeler satan dükkanları, kahvehaneleri, Çamaşırhanesi ve güler yüzlü insanlarıyla gerçekten görülmeye ve fotoğraflanmaya değer bir köy.

14. ve 15. yüzyıllarda göçer yörükler genellikle Karakeçili Aşireti oymakları ile Taraklı Aşireti mensupları tarafından kurulmuş olan bu köyde Sipahioğlu Gezi Evi en meşhuru olmak üzere pek çok tarihi evde turizm canlı bir şekilde yaşanmaktadır.

İlgimizi çeken bir büstüde yazmak istiyorum. Ünlü Sopranomuz “La Diva Turca” ünvanlı Leyla Gencer’ in (1928 -2008) büstü doğduğu evin önünde yer almaktaydı. Yörük Köyünden sonra, sisler içindeki Karabük Demir Çelik fabrikasının yanından geçerek Safranbolu’ ya geldik.

CAM TERAS; Tokatlı Kanyonunda yapılmış olan 80 metre yüksekliğinde 11 metre genişliğinde ve 75 ton ağırlığı taşıyabilecek kapasite deki Cam Teras’ı hızlı bir şekilde fotografladık. Çok kalabalıktı 75 ton değilse bile 3-5 ton dan fazla bir ağırlık vardı. Ayrıca camlar çok kirli olduğundan bastığımız yerin altını tam göremediğimiz için bizleri bir korku sarmadı. Kanyonu seyrettik, sararan yapraklar arasında karşıdan karşıya halatlarla geçen gençlerin heyecanını izledik görüntüledik. İncekaya Su Kemerini de fotoğrafladıktan sonra Safranbolu’ ya geçerek saat 17.30 da buluşmak üzere fotograf çekimlerine başladık.

Hava kapalıydı. Buna rağmen biz fotografçılar fotograf çekme heyecanımızı kaybetmedik gruplar halinde sokaklarında dolaşmaya ve fotoğraf çekmeye başladık. Tarihi Cinci Hanı, Hamamı, Köprülü Mehmet Paşa Camisi, Tarihi Çarşısı, Demirciler çarşısı, evleri, lokumu, Güneş Saatini, otantik alış veriş dükkanlarını, çeşitli el sanatları vb. gibi konuları ancak çekebildik.

Esasında çok tarihi yapıları, doğal güzellikleri, konakları bulunan Safranbolu’ da yağan yağmurdan dolayı pek çok yerin fotograf çekimini gerçekleştiremedik.

Örneğin Hıdırlık Tepesi, Tarihi Saat Kulesi, Kaymakamlar Müze Evi, Bulak Mencilis Mağarası vb gibi yerleri dolaşıp fotoğraflamamız mümkün olmadı.
Safranbolu’ nun geçmiş tarihi M.Ö. 3000 yıllarına kadar uzanmakta ve o tarihten günümüze gelen tarih içinde: Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Helen Uygarlığı, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Çabanoğulları, Candaroğulları, Osmanlı dönemlerini görüyoruz.
Önce Zonguldak daha sonra 1995 yılında vilayet olan Karabük’ e bağlanan Safranbolu’ da tarihi yaşanmışlığın çok derin izleri var, yağmurun yağması bizim çalışmamızı biraz zorlasa da, sonuçta tüm fotografçılar güzel karelerle 17.30’da Can beyin kaptanlığında ki aracımızla Ankara’ ya doğru yola çıktık. 21.30 gibi de güzel geçen bir FSK gezisi sonunda sağselim Ankara’ ya vardık.
Sağlıklı ve güzel bir gezi oldu. Genç Fotografçılarımızla sohbetler yapıldı. Onlara çeşitli fotoğraf bilgileri verildi. Burada bir tanesini anlatmak istiyorum; 12 Şubat 1991 tarihinde Bolu civarında trafik kazasında vefat eden Merhum Sami Güner ve Ustamız Merhum Sıtkı Fırat ile evimizde yemekte idik. Bir ara televizyonda Zeki Müren “Dediler zamanla hep azalırmış sevgiler, Olsun bana seninle geçen yıllarım yeter” şarkısını söylerken sessizlik oldu. İlter Yeşilay’ ın güftesini Zeki Müren’ den dinledikten sonra Sami Usta bize dönerek şu nasihatı verdi. “İlter Kızım, senin bu şarkın yüz sene sonra yolda giden birisi tarafından mırıldanılsa, benim bir fotografım bir duvarda veya bir kitapta kalmış olsa biz sanatçılar yaşarız. Onun için sanatsal aktivitelere devam etmemiz gerekir” demişti. Her iki hocamızı üstadımızı özlem ve rahmetle anıyoruz.
Bir de genç fotografçı kardeşlerime şunu öğütledim. Hepimiz faniyiz günün birinde gideceğiz. Gezilerimizde birbirimizin fotoğraflarını çekip arşivlememiz lazım. Mesela Dursunali Sarıkoç, Mesala Sıtkı Fırat, Alyat Burç vb. gibi sanatçılarımızın kaybından dolayı bir anma günü yapılacaksa bizden bu kişilerle ilgili fotograf istenildiğinde hemen, en az on fotograf verebilmeliyiz. Bu nedenle birbirinizin güzel fotoğraflarını çekin.
Yeni gezilerde buluşmak dileği ile böyle güzel bir günü birlik Fotograf Uygulama gezisinde bizleri buluşturduğu için FSK’ ya teşekkür ederiz.

FSK “FOTOGRAF SANATI KURUMU”
GÜNÜBİRLİK FOTOGRAF UYGULAMA GEZİSİ
SAFRANBOLU 17 Ekim 2021, Zeynel Yeşilay

BULUTLARIN ÜSTÜNDE KAÇKAR ZİRVE

Alplerde başladığı için Alpinizm olarak da anılır dağcılık. Alpin stil Himalaya dağcılığının efsanevi isimlerinden Polonyalı dağcı Voytek Kurtyka’nın deyimiyle “Alpinizm acı çekme sanatıdır.” Aslında zirvesine çıktığı için değil milyonlarca yıldır orada duran bir dağın zirvesinde olduğu için mutludur dağcı. “Neden dağa çıkıyorsunuz?” sorusuna en çok verilen yanıtlardan biridir “Çünkü onlar orada”dır.

Ülkemizde dağlara tırmanışlar yabancı bilim insanlarının araştırma gezileriyle başlar. İlk tırmanış bir Alman fizik profesörünün 1829 yılında Büyük Ağrı dağına yaptığı tırmanış olsa da ikincisi yine bir Alman Profesör olan Karl Koch tarafından 1846’da gerçekleştirilen Kaçkar Zirve tırmanışıdır.

Doğu Karadeniz sahili boyunca uzanan, 1994 yılında milli park ilan edilen, Türkiye’nin trekking cenneti Kaçkar Dağları’nın büyük bir kısmı Rize’nin Çamlıhemşin ilçesi sınırları içinde yer alsa da zirve noktası Artvin’in Yusufeli ilçesi sınırlarındadır. En yüksek noktasını 3937 metre ile Kavrun Dağının oluşturduğu Kaçkar Dağları zengin bitki örtüsü, keskin buzulları, coşkun dereleri, masmavi gölleri, oksijen deposu ormanlarıyla doğa ve fotoğraf tutkunlarının vazgeçilmezidir. 

Güney rotasından çıkışı kolay olan Kaçkarları her yıl yüzlerce dağcı ziyaret etmektedir. Kuzey rotası ise daha çok deneyimli dağcılar tarafından tercih edilir. Yaz tırmanışları için en uygun zaman Ağustos ve Eylül ayları iken, kış tırmanışları için Şubat ve Mart ayları uygundur. Genel olarak granit, siyanit, granodiorit ve andezit taşlardan oluşan Kaçkarlar şiddetli akarsu ve buzul aşındırması sonucu sert bir görünüm kazanmıştır. Deniz kıyısında yükselmeye başlayan Kaçkarlar batıdan doğuya doğru üç bölüm halinde uzanır. Batıda Verçenik, ortada Kavrun, doğuda Altıparmak dağları yer alır.

Ağustos ayını tercih ettiğimiz Kaçkar zirve yolculuğumuz güney rotasından Yusufeli ilçesinde başlıyor. Kaçkarların zirvesinden gelip Yusufeli’nin içinden geçerek Çoruh nehriyle birleşen Barhal çayı boyunca ilerleyerek geceyi zirveden önceki son mahalle olan Olgunlar’da geçirip, sabahın erken saatlerinde yüklerimizi katırlara emanet ederek ana kamp yeri olan Dilberdüzü yaylasına doğru yürüyüşe başlıyoruz. Yol boyunca rengarenk çiçekler, kelebekler, gürül gürül akan sular eşliğinde ilerleyip 2800 metredeki Dilberdüzü’ne ulaşıyoruz.

Ancak zirveyi hala göremiyoruz. Zirveyi görebilmek için kamp yerinin güneyinde ve güneybatısındaki tepelere 30 dakika tırmanmak gerekiyor. Çadırlarımızı kurup zirveyi uzaktan görebilmek için tırmanışımızı yaptıktan sonra gün ağarmadan zirve yolculuğuna başlayacak olmanın heyecanıyla erkenden yatıyoruz. Sabahın ilk saatlerinde başladığımız tırmanışımız 3368 metredeki Deniz gölünün büyüleyici manzarasında verdiğimiz kahvaltı molası ile şenleniyor. Deniz gölü sıcaklığı 5-10 derece arasında değişen bir buzul gölü. Kahvaltıdan sonra zirve dönüşü yenilenmek için göle girme hayaliyle tekrar yola koyuluyoruz.

 Çarşak diye tabir edilen kırık, hareketli kaya parçaları üzerinde dik bir tırmanış bizi bekliyor. Zirvede dalgalanan bayrağımız uzaktan görünse de 3937 metreye ulaşmak öyle kolay olmuyor, adımlarımız tükeniyor, irtifa farkından nefesimiz daralıyor, gözlerimizi ayakuçlarımızdan ayıramadan verdiğimiz fiziksel ve psikolojik mücadelenin sonunda zirvedeyiz. Üç grup aynı anda zirve yapınca fotoğraf çekmek ve zirve defterini imzalamak için sıra bekliyoruz. 

Zirvede manzara muhteşem, neler neler yok ki kadrajımızda! Verçenik Dağı, Kemerli Kaçkar Dağı, Kuşaklı Kaçkar Dağı, Bulut Dağı, Altıparmak Dağları, Ergör Tepesi, Mezovit Tepesi, Soğanlı Tepesi, Karataş Tepesi, Deniz Gölü, Öküzçayırı Gölü, Büyük Karadeniz Gölü, Hevek Vadisi, Soğanlı Vadisi, Kavron Vadisi Geçidi ve gölleri, Naletleme Geçidi…. 

Manzaranın tadına varıp “orada olmanın” mutluluğuyla inişe geçiyoruz. 

Serpil K. DALGIN

PORTRE FOTOĞRAFI ÜZERİNE

Dünya üzerinde yaşayan herkesin portre fotoğrafı çektiğini söylemek biraz abartılı bir söylem olur. Oysa herkesin, en azından, portresinin çekildiğini söylemek aynı derecede itiraz edilecek bir cümle olmaz. Bu tespit, bizlere konu olarak ele aldığımız portre fotoğrafının, öyle ya da böyle, herkesle temas eden bir özellik taşıdığını gösterir. Bu denli geniş bir perspektife sahip olmasına rağmen, portre fotoğrafı denilince ne yazık ki ilk akla gelenin vesikalık fotoğraf olduğunu söylemek zorundayız. Büst fotoğrafı da diyebileceğimiz, insan bedeninin belden yukarı olan bölümünü kapsayan vesikalık fotoğraf, kimlik kartlarında, ehliyette ve pasaportta kişiyi doğrular nitelikte temsil etmek için kullanılır. Oysa portre fotoğrafı vesikalık fotoğrafı da içine alan çok daha geniş bir alana sahiptir. Bir kişinin gözlerinden oluşan detay fotoğrafı, portre fotoğrafı kapsamına girerken, birden fazla kişiyi tamamen kadraja dahil eden fotoğraflar da portre fotoğrafı kategorisinde ele alınabilir. Bu noktada asıl olan; fotoğrafta kişinin ne kadar yer kapladığı değil, kişi hakkında ne kadar bilgi veriyor olmasıdır.

Portre fotoğrafını; fotoğrafı çekilen bireyin kişiliğini, fotoğrafa yansıtmak olarak, en basit şekli ile tanımlamak mümkündür. Yapılan bu tanımda altının çizilmesi gereken iki önemli nokta vardır. Birincisi, kişinin fotoğrafa dahil edilip edilmemesi hususudur. Bireyi kadrajda göstermeden kişiliği ve kimliği konusunda bilgi veren fotoğrafları, portre fotoğrafı kapsamında ele almak mümkün müdür? Aslında bu soru oldukça ilginç ve cevabı merak uyandıran niteliktedir.

İkincisi ise portre fotoğrafı denilince sadece insandan mı bahsediliyor olması durumudur. Hayvanların ya da cansız varlıkların çekilmiş fotoğrafları portre kapsamında ele alınamaz mı? Bu da masum görülse de aynı zamanda da ilginç bir sorudur. Verilecek cevapların kişilere göre farklılık arz edeceğini tahmin etmek çok zor olmasa gerek. Dünya genelinde insan, hayvan ve cansız varlıkları portre kapsamında ele alan azımsanmayacak nitelikte portre fotoğrafçısı var olduğunu söylemeden geçmemek gerekir. Özellikle hayvan portre fotoğrafçılığı oldukça yaygındır. Evcil hayvan fotoğrafçılığı, tıpkı bizde popüler olan doğum fotoğrafçılığı gibi fotoğrafın bir alt dalı haline gelmiş durumdadır. Besledikleri hayvanlara çocuk muamelesi gösteren insanlar, hayvanlarının (yavrularının) fotoğraflarını çektirmek için ciddi paralar ödemekte ve elde edilen görsellerden mutlu olmaktadırlar.  Bazı portre fotoğrafçıları ise sadece bir tür üzerine yoğunlaşarak, alanlarını daraltarak çekimlerini gerçekleştirirler. Hayvan fotoğrafçılığında en önemli olan konulardan biri de fotoğrafı çekilen hayvan türünün iyi tanınıyor olmasıdır. Tür hakkında bilgi ne kadar geniş ise fotoğrafta ulaşılacak başarı da o kadar yüksek olur. Belli hayvanlara yönelmek fotoğrafçıya konu hakimiyetini elinde bulundurmayı sağlarken aynı zamanda da etkili görsele ulaşma imkânı verir.

Bir fotoğraf sergi davetiyesinde “Denize Atılan Atık Varil Portreleri Sergisi” başlığını görürseniz şaşırmayın. “Varil ile portre kelimesinin ne alakası var”? diye düşünmeyin. Dünyada portre fotoğrafçılığını bu denli geniş ele alan bir grubun varlığından söz etmek de yerinde olacaktır. Bunun yanında insan ya da hayvan heykellerinden yapılan bir portre çalışmasına ne demeli? Ya da tüketim sektörünün etkili bir şekilde kullandığı vitrin mankenleri üzerine yapılan bir fotoğraf çalışması portre fotoğrafı kapsamında ele alınmaz mı?

Görüldüğü gibi kolaylıkla örneklendirebileceğimiz portre fotoğrafçılığı aslında hiç de küçümsenmeyecek derecede geniş bir alana sahiptir. Ayrıca kişinin kendine duyduğu hayranlıkla başlayan öz-portre konusu ise bambaşka bir dal olarak karşımıza çıkar. Günümüzde kısmen şekil değiştirerek herkesin ilgi alanına girse de selfie fotoğrafçılığı çığ gibi büyümektedir. Öyle ki selfie fotoğrafçılığı, İngiltere’de bir fotoğraf okulunda seçmeli ders olacak kadar kendine zemin oluşturmayı başarmış durumdadır.

Portre fotoğrafının asıl heyecanı; “Her insan bir dünya” cümlesi temeline dayanıyor. Yeter ki fotoğrafçı olarak bu dünyaları keşfetmeyi ve fotoğraflarımıza özgün bir şekilde yansıtmayı başarabilelim.

Prof. Oktay Çolak

SANAL YAŞAMLARDA SEVGİ METAFORU “AŞK”

Salt gerçekliğin bile her canlıya göre farklı algılandığı bu kaotik düzende, belki de kilit taşlarından birisi sevgi gizemi olmalı.

Ancak sevginin her an değişebilen duyguları ile görünenin çok ötesinde aşkın, acının, fedakarlığın, mutluluğun, saygının, ya da varolmanın derin karmaşası içindeki belirsizliğinin belirgin görüntülerle anlatımı amaçlanmıştır. Bu çalışmada metaforik bakış ile en güçlü tutkulardan birisi olan “aşk”ın duygusal izleri öncelikli olmuştur.

Her fotoğrafta görüntülenen anlar arasındaki zaman boyutu, önce ve sonra ilişkisi ile döngüseldir. Mekan boyutu, postmodern yaklaşımla öğeler arasında anlamlı olmayan düzenlemelerle sunulmuştur.

Sanal yaşamlardan kurgulanan imgeler tanımlanamayan bütünün, tanımlanan parçalarıdır. Hiçbir şey tek başına var olamayacağına göre, her şey kendisinden önce gelenin sonucu, her sonuç kendisinden sonrasının başlangıcıdır.

Görüntüler içindeki duyusal birliktelikler, çelişkiler, yaratılmaya çalışılan düşler, diyalektik bir yapı bağlamında iki insan üzerinden tasarlanmıştır.

Unutulmamalıdır ki üretilen bütün ürünler gibi fotoğraf da hangi teknikle üretilirse üretilsin, gördüğümüzü sandığımızın zihinsel yorumundan başka bir şey değildir. Herkese göre farklı algılanır ve görecelidir.

Adnan Ataç

BİR FOTOĞRAFÇININ GÖZ YAŞLARI

Tek amacı Fotoğraf olan bir derneğin çıkardığı bir bültende duyduğumda beni çok etkileyen bu anının yer alması gerektiğini düşündüğüm için Atatürk ve bir fotoğrafçı ile arasındaki bağı ve çok bilindik bir fotoğrafın hikayesini anlatan bu özel anıyı burada yazmaya ve FSK okurları ile paylaşmaya karar verdim.

Ben burada Atatürk’ün özel fotoğrafçısı Ali Rıza Tuncay namı diğer Sarı ve onun çok bilinen fotoğrafı olan meclis fotoğrafının çekiliş hikayesinden bahsedeceğim.

Ama önce Atatürk ve Ali Rıza Tuncay’ın tanışma hikayesini anlatayım: Atatürk Ali Rıza Tuncay’ı ilk kez Fevzi Çakmak Paşa’nın kızının düğününde fotoğraf çekmeye çalışırken görmüştür. Ali Rıza Tuncay’ın kendisi tarafından anlatıldığı şekli ile; Atatürk fotoğraf çekmeye çalışan bu gence “Adın ne senin çocuk?” der. Ali Rıza Tuncay kekeleyerek “Ali Rıza Paşam” der. Atatürk’ün yüzü bulutlanır çünkü babasının adıdır bu. Daha sonra nereli olduğunu sorar Ali Rıza “Üsküp’lüyüm efendim” der. Atatürk’ün bu gence kanı kaynamıştır. Sebebi babasının adını taşıyor olması mı yoksa doğduğu topraklardan gelmiş olması mıdır bilinmez ama sevmiştir işte. Atatürk ona hiçbir zaman Ali Rıza diye hitap etmez her zaman Sarı diye hitap eder. O günden sora Sarı Atatürk’ün özel fotoğrafçısı olur ve yüzlerce fotoğrafını çekme şansına erişir.

Gelelim o meşhur meclis fotoğrafının hikayesine: Bu fotoğraf Cumhuriyetin 6. Yıl dönümünde yani 29 Ekim 1929 yılında mecliste yapılan törenin ardından çekilmiştir. Tören bitimi Atatürk ve Devlet Erkanını meclis çıkışında görüntülemek üzere bütün fotoğrafçılar meclisin tam karşısında bulunan Ankara Palas’ın önünde yerlerini alırlar. O sırada elim bir kaza olur ve birisi Sarı’ya çarpar ve fotoğraf makinesi yere düşer. Bütün fotoğrafçılar çekmiştir ancak Sarı o tarihi fotoğrafı çekememiştir. Buna çok üzülen Sarı bir köşede ağlamaya başlar, tabi Atatürk’ün gözünden kaçmaz. Yanına gelip “Neden üzülüyorsun Sarı?” der. Sarı da fotoğrafı çekemediği için üzüldüğünden bahseder. Atatürk gülümseyerek “Canını sıktığın şeye bak bre çocuk!” der ve yanındakilere dönerek, “Arkadaşlar tekrar içeri girip yeniden çıkacağız. Sarı bizim fotoğrafımızı çekecek!”  diye seslenir. İşte o meşhur fotoğraf böyle çekilmiştir. Bir fotoğrafçının göz yaşlarına kıyamayan Atatürk’ün o yüce gönlü sayesinde koskoca Bakanlar, Mebuslar Meclisin önüne tekrar giderek o tarihi pozu vermişlerdir. Aslında Fotoğrafa dikkatle bakarsanız herkes tek bir objektife yani Sarı’nın objektifine bakmaktadır. Daha sonraları bu fotoğraf Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk adımlarını simgeleyen önemli bir ikon haline gelmiştir.

Sarı’nın anlattığı başka bir anıda yine meclisin önünde beklerken Atatürk ve yanındakiler ona poz verirler. Sonra Atatürk şu tarihi sözü söyler: “Biz bütün orduları karşımıza diziyoruz, ama gelin görün ki Sarı da bizi karşısına diziyor.”

 

Ali Rıza Tuncay namı diğer Sarı 15.02.2000 yılında 97 yaşında iken yaklaşık 800 fotoğraftan oluşan bir Atatürk fotoğrafları arşivini geride kalanlara miras bırakarak vefat etmiştir.

Son söz olarak şunu söylemek istiyorum: Ne kadar şanslıyız ki Fotoğrafa, Fotoğrafçıya ve her şeyden önemlisi insana bu kadar değer veren bir lider Türk Milletine nasip olmuştur.

Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

Kaynaklar:

A.Bilgetay Kaya Twitter @BilgetayKaya

Atatürk Fotoğraflarının Hikayesi (Ciltli), Tuna Yılmaz, Tayfun Gönüllü, Burçak Evren, Kültür A.Ş.

www.isteataturk.com

Tolga Aydoğan Twitter @tolgaaydogan

Can Osman Aksoy https://youtu.be/619R7tvWZ_4

KanalD Haber https://youtu.be/hqMucaRcFkw

BELGESEL FOTO-GRAF USTASI MEHMET UÇAR

Geride bıraktığımız son on-onbeş yıllık zaman dilimi dikkate alındığında, foto-grafik düzlemde en fazla ilgi gören konulardan birinin, meşe odunundan kömür yapımı (‘Torak’) işçiliği olduğunu söylemek mümkündür. Belli bir dönem foto-graf ortamında muazzam bir torakçı rüzgârı esti. Bu nedenle çok sayıda foto-grafçının arşivinde ‘torakçı’lara dair görüntü bulunması şaşırtıcı değildir. Deneyimlerimiz gösteriyor ki belli dönemler bazı şeyler kolayca moda haline gelebiliyor. Herkes modaya uymasa bile, baskın çoğunluk modaya uymaktan kendisini maalesef alamıyor. Foto-grafik geçmişi otuz yılı aşanlar hatırlayacaklardır; bir dönem rüzgârı, bir dönem deneysel rüzgârı esmişti. Sonra soyut rüzgârı esti.

‘Torakçılar’ ve ‘mevsimlik tarım işçileri’ gibi sosyal içerikli konular da geride bıraktığımız yakın dönem itibariyle ciddi anlamda rüzgâr oluşturdu, moda ile tanımlanacak hale geldi. Neredeyse hepsi saman alevi gibi parladı ve hızla söndü. Bir şeyin üzerine herkes çullanır ve büyük bir rüzgâr oluşmasına yol açarsa, o şeyin modaya dönüşmesi kaçınılmaz olur. Moda ise, anlamı üzerinde, gelip geçici olanı ifade eder. Başka bir furya başlar, bu kez herkes onun üzerine çullanır ve önceki terk edilir.

Oradan parlak bir görüntü kopartıp almak gibi tamamen kendisine dönük istem yerine, meseleye samimi şekilde yaklaşıp uzun soluklu bir çalışma düşünen ve hangi sosyal kesimle ilgiliyse, o kesimin haklarını korumaya ve geliştirmeye (lütfen dikkat buyurun; ‘çıkar’ değil, ‘hak’) matuf bir kaygı ile foto-grafik kayıt gerçekleştiren için hiçbir şey moda değildir, olmaz. Gerçek anlamda bir sosyal belgeselci, eğildiği meseleye böyle yaklaşır. Orada ve onların arasında bizatihi yer alır, orada yaşar, yerinde tanık olur, her şeyi derinden hisseder, içselleştirir ve sonra görüntü kayıtlarına geçer. Doğa belgeseli için de üç aşağı beş yukarı aynı şeyler geçerlidir. Kavramsal, soyut, kurgu vb ile ifade edilen alanlara dair foto-graf da herhangi bir meseleye dair duygu ve düşünce ifade etme yolu/yöntemi olarak ele alındığında katiyen moda olmaz. Böyle yaklaşan foto-grafçı her zaman nü ile bir soruna işaret eder, soyut ile dert anlatır, kurgu ile önemli bir meseleye parmak basar.

Bu noktada akla, “foto-graf bir şey anlatmak zorunda değildir” yolundaki söylem geliyor. Doğrusu bu söylem pek gerçekçi görünmüyor. İlki, sergi, gösteri vs yapılıp paylaşılması, bu söylemi büyük oranda geçersiz kılar ya da en azından kuşkulu hale getirir; ikincisi, bir an için hakikaten bir şey anlatmak zorunda olmadığı inancı yerleşmiş olsun ve ilgili açıklama güvenilir sayılsın, o takdirde bile söz konusu foto-graf, sergi veya gösteri bir şey anlatmak zorunda olmadığını anlatır, ister istemez; ve üçüncüsü, salt bir görüntü olarak hoşa gitmesi, göz okşaması, duyuları ve/ya zihni harekete geçirmesi mümkün iken, kendiliğinden bir şey anlatan konumuna erişecektir.      

Gerek belgesel çalışmalar bağlamında, gerekse sanatsal bağlamda kendini değil, ele aldığı meseleyi önceleyen ve ona göre davranan bir foto-grafçı için hiçbir şey gelip geçici bir esinti, bir moda olmaz; Torakçıları da, maden işçilerini de, mevsimlik işçileri de, balıkçıları da, zanaatkârları da, çarşı pazarı da, sokakları da, doğayı da yaşadığı her dönem çalışır ve yaptığı her çalışma bir anlam taşır, bir değer üretir. Aynı şekilde nü, portre, kurgusal, kavramsal, still life, soyut (sizce adı her ne ise) foto-graf yapan insan bir meseleyle ilgili içerisinde derinden bir sızı hissediyor ve foto-grafik çalışmalarını bunu dillendirmek üzerine kuruyorsa, entelektüel birikiminin elverdiği ölçüde derinlik içeren bir anlam ve değer üretir.

Dolayısıyla, kendisini önceleyen yaklaşım saman alevi gibi parlayıp sönecek (muhtemelen sonraki zamanlar hiç hatırlanmayacak), buna karşın ele aldığı veya eğildiği meseleyi ve o meseleyle bağı olan şeyleri önceleyen yaklaşım, anlatım gücü veya derinliği ölçüsünde zamana direnecek, eskimeyecek, kalıcı hale gelecektir.

Bu bağlamda olmak üzere Mehmet Uçar’ın uzun soluklu çalışmalarından birini irdelemek isteriz. Çok sayıda örneğini görüp onlarca sergi ve gösteri izlediğimiz, sosyal medyada binlercesi paylaşılan torakçılar konusunu usta foto-grafçı sayın Uçar da çalıştı. Ancak, yol kenarında rastladığı vaziyetten üç-beş görüntü kopartıp almadı, belli zaman aralıklarıyla yaklaşık üç yıl boyunca onlarla aynı ortamda yaşadı, aynı havayı teneffüs etti, aynı sofrada yedi, aynı çayı içti, aynı çadırda uyudu. Dost oldu, aile bireyi gibi görülmeye başlandı. Mehmet Uçar, belli bir zamandan sonra onlardan biriydi artık. Onların gereksinimlerini kendi gereksinimi gibi düşündü, çağdaş bir ebeveyn gibi sorumluluk üstlendi. Her şeyi paylaştı. İşte o zaman gönül rahatlığıyla kamerasını çıkarttı ve sahada varlığından hiç rahatsızlık duyulmadan hareket edebildi. Çalışması uzun solukluydu, kurduğu dostluk da uzun soluklu oldu. Aradan on yıla yakın zaman geçmiş olmasına karşın, Mehmet Uçar maaile torak işi yapan o insanlarla hâlâ diyalogunu sürdürüyor. ‘Dayı’ diye hitap ediyorlar sayın Uçar’a ve kendi aile büyüklerine gösterdikleri ölçüde saygı gösteriyorlar. Bazen Ankara’dan Mardin’e gidip ziyaret ediyor, düğünlerine katılıyor. Yaptığı bütün foto-grafları onlarla paylaştı, seçtiği görüntülerden albüm hazırlayıp hediye etti. Torak işi meşakkatlidir, zordur. Solunan is ve duman nedeniyle sağlık çabuk bozulur. Ortamda hijyen, hak getire. Ne ki insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için buna katlanmak zorundadır. Çocuklar da aynı ortamda yaşamaya mecbur oldukları için eğitim-öğretim meselesi can yakıcıdır. Bu vaziyette olan ama okuyup öğretmen olmak isteyen bir kız çocuğunun dileğinin gerçekleşmesinde Mehmet Uçar’ın çok ciddi rolü bulunduğunu bilmek bile foto-grafın özünde bir araç olduğuna dair dolaylı ve son derece önemli bir örnektir.

Uzun soluklu bir çalışma ve ele aldığı meseleyi, o meseleyle bağı bulunan toplumsal kesimi önceleyen yaklaşım bu şekilde sonuçlanırken, zor koşullarda çalışan-üreten insanların üzerine büyük kalabalıklar halinde adeta çullanıp görüntü kapıp götürmeye çalışmanın ve kaptığı güzel (‘güzel’ ile ‘iyi’ her zaman örtüşmez) görüntüyü sosyal medyada paylaşmanın, gösteri haline getirip çeşitli platformlarda sunmanın, kısacası bu yoğun foto-grafik bombardımanın bazı hallerde torakçılara zarar verebileceği ihtimalini gözden uzak tutmamak lazım.

Torak işi yapanlar için en önemli şeylerden biri meşelik alanlara yakın olmakla birlikte, olmazsa olmaz şey ‘su’ dur. Bir dere kenarında, bolca suyun bulunduğu bir yerde olmaları gerekir. Hazırladıkları yığın kontrolden çıkıp tamamen yanarak yok olma riski taşır. O nedenle bol su bulunmalı ki gereğinde yangını kontrol altına alabilsinler. Öte yandan su hayati önemdedir. İçmek için, temizlik için su elzemdir. Dolayısıyla suyun az olduğu veya uzak olduğu bir alanda torak işi yapmak, çekilen sıkıntıyı birkaç kat artırır.

Soru şu: Bir dönem gidip kısa süre için görüntülerini kaydettiği torakçıların sonraki yıl yahut daha sonra aynı yerde olup olmadığını merak eden oldu mu? Gidip kontrol eden var mı? Kontrol ettiğinde, onların yerinde yeller estiğini farkeden oldu mu? Daha önce yeterli ölçüde su bulunan bir yerde iken, bütün bu foto-graf bombardımandan sonra, daha uzak-kuytu ve suyun yeterli olmadığı başka bir alana geçmek zorunda kalmış olabilecekleri düşünüldü mü? Tekrar iletişim kurup onları dinleyen oldu mu? Ya, ‘ekmeğimizden oluyoruz, ne olur çekmeyin’ serzenişiyle içi sızlayan?..

Asıl belgeseli yapılması gereken belki de budur: Foto-grafçıların ilgisinden önce, foto-grafçıların yoğun ilgisi altında ve o ilginin bitmesinden (tüketilmesinden) sonra ‘Torakçılar’.

İlk gençlik dönemlerimizden, liseli yıllardan itibaren tanıdığımız kadim dostumuz değerli usta Mehmet Uçar foto-grafinin belgesel düzleminde hayatı ve doğayı tanımlamaya, anlatmaya çalışır. Uzun süredir FSK (Fotograf Sanatı Kurumu) ortamında pek çok etkinliğe imza atmış, önemli sorumluluklar üstlenmiş, Yönetim Kurulu Üyeliği ve Başkanlık yapmış, özellikle FSK için hayata geçirdiği ‘Uygulama Atölyesi’yle Temel Eğitim Seminerleri sonrası katılımcıların sahada pratik yaparak kendilerini hızla geliştirmelerini sağlamış ve aynı zamanda öğrencileriyle birlikte Ankara civarındaki bazı ilçe, köy ve kasabaların belgeselini yapmış, bunları hem FSK arşivine, hem de ilgili köy, kasaba ve ilçelerin yerel yönetimleriyle mülki idarelerine kazandırmış son derece özverili bir insandır. Pandemi öncesi devam eden benzer çalışmaları vardı, pandemiden kaynaklı olağandışı dışı koşullar normale erdiğinde o çalışmaları kaldıkları yerden tekrar başlatacağını umuyoruz. Onu yakından tanıyanlar bilirler, sayın Uçar aynı zamanda kuş foto-grafçısıdır. Selami Oral ve Murat Toru ile birlikte kuşlarla ilgili bir albüme imza atmışlardı. Ancak bazı kuş türleriyle ilgili yıllardır süren ve daha devam edecek olan uzun soluklu çalışmalar yaptığını biliyoruz. Dileğimiz o ki zamana yayarak ve sindirerek büyük bir sabırla yürüttüğü sosyal belgesel ve doğa belgeseli çalışmalarını kitap/albüm haline getirsin, kalıcılaştırsın. Beklentimiz ise uzak olmayan bir gelecekte (küresel salgın sonrası) bu kıymetli çalışmaların sergi ve albümlerinin yapıldığına tanık olmaktır. Sayın Uçar’ın beklentimiz yönünde hazırlık içinde olduğunu bilmek kendi adımıza sevindiricidir.

Mehmet Uçar’ın, bulunduğu ortamda gönülleri fethetmesi boş yere değildir. Özverisi, yardımseverliği ve hoşgörüsüyle, beklentisiz şekilde ortaya koyduğu çaba ve emekle hakikaten örnek bir şahsiyettir. Nezaketi ve samimi dostluğu cabasıdır. Değerli bir amatör foto-graf ortamı olan dernek koşullarında bulunmaktan ve bir sivil toplum kuruluşu içinde yer almaktan ötürü üzerine düşen ne varsa fazlasıyla yapmanın yol açtığı ilgi, sevgi ve dostluğa tanığız. Dernek ortamı paylaşım, dayanışma ve yardımlaşma ortamlarıdır. Uçar bu olguya ilişkin hakkı tam anlamıyla teslim ederken, aynı zamanda belgesel düzlemdeki deneyimini, bilgisini, birikimini tartışılmaz bir seviyeye taşımıştır.               

Ustaya saygıyla,

Tekin ERTUĞ

(Aralık 2020)  

RİTÜEL

İnançsal törenler insanlığın en eski ritüelleri olarak bilinir. İnsanları bir arada tuttuğuna inanılır. Bu en eski ritüellerden inanç ve avlanma ile ilgili ritüellere mağara resimlerinde ve kaya resimlerinde rastlamak mümkün. Yakın zamanımızda keşfedilen Göbeklitepe, 12.000 yıl öncesinde yaşayan insanların en eski tapınak merkezi olarak kabul edilir. Son zamanlarda yapılan araştırmalar gösteriyor ki, binlerce yıl önce bu tapınak merkezinde yapılan bazı ritüeller, yakın zamana kadar civardaki köylüler tarafından da yapılıyormuş. Ören yerinin bulunduğu topraklarda adaklar adanır, kutlamalar yapılır,  kurbanlar kesilir, hayvanlar dolaştırılır ve dualar edilirmiş.

Alevilikte Cem on iki hizmet ile yürütülür. Bu hizmetlerin her biri bir ritüele karşılık gelir. Her yıl Konya’da yapılan Şeb-i Arus törenleri birçok ritüeli bir arada gördüğümüz inançsal bir ritüeldir.

Günlük yaşam içinde arzu edilmeyen bir olay sonrasında sorunun çözümüne yönelik yapılan ritüeller de vardır. Örnek olarak hastalık, kıtlık, yangın, deprem ve sel gibi afetlerden korunma için yapılan ritüeller. Yağmur duası Anadolu’nun bazı yörelerinde hala yapılan bir ritüeldir.

İnsanlar doğayı gözlem yaparak kendince takvimler belirler ve o mevsimin iyi geçmesi için bazı ritüeller gerçekleştirir. Örnek olarak; tarımsal ekim ve hasat, bağ bozumu, koç katımı vb… Denizli’nin Çay ilçesinde koyunu sudan geçirme yaklaşık 8 asırdır devam eden bir ritüeldir. Anadolu’da buna benzer uygulama da bir yaşındaki kuzuyu (şişek yıkama) bir şenlik havasında ırmakta yıkamaktır. Takvimsel ritüele örnek olarak Ramazan ayında oruç tutmak ve bahar bayramları da gösterilebilir. Örneğin Newruz Bayramı baharı müjdeler ve binlerce yıldır bir dizi ritüelle kutlanır. Ateşten atlanılır, renkli yumurta tokuşturulur, demir dövülür vb. Bazı sokak eylemleri ve mitingler de takvimsel ritüellere örnek verilebilir. Örneğin, eski Türk inançlarından birisi de İran’da Muharrem ayında Kerbela ritüelleridir. Bu ritüeller arasında göğse vurma, sırta zincir vurma, kara gömlek giyme, kutsal nesnelere bez bağlama, adak adama gibi bir dizi eylemler gerçekleştirilir. 

Nepal’e gidenler ya da Everest ile ilgili fotoğraf görenler iplere asılı renkli bayraklar görürler. Tapınaklarda ve yüksek tepelere asılan bu bayrakların üzerinde çeşitli dualar yazılıdır. Bu duaların hastalara şifa olacağına, yüksek dağlara çıkan insanları koruyacağına inanılır. Örneğin Everest çıkışı öncesi dua bayrakları asılır ve pirinç serpilerek bir ritüel gerçekleştirirler.

Bazı Afrika kabilelerinin yaptığı danslar, aslında kabileler arası bir güç gösterisi ve savaş provasıdır. Kostümlerle ve yüzlerini boyayarak bir öykü anlatırlar. Güneydoğu Anadolu’da özellikle Mardin ve Şanlıurfa’da genç kızlar güzel görünmek için dövme yaptırırlar. Dünyada bir çok kültürde gördüğümüz dövme geleneği Kürtler’de ‘Deq‘ olarak adlandırılır. Bir çok inançta kutsal kabul edilen güneş, ay, yıldız, kuş ve çeşitli geometrik figürler insan bedenine işlenerek bir bütünleşme hali yaratılır. Örneğin bu dövme yapılırken yaşlı bir kadın gaz lambasının isine bir kız çocuğunu emziren annenin sütünü de ekler ki dövme ölünceye kadar kalıcı olsun. Bu dövme ritüeli onlar için bir yaşam biçimidir ve kaynağını geçmişten alır.

Hepimizin bir aile albümü mutlaka vardır. İçerisinde bebeklik, sünnet, düğün vb. birçok anımızı gösteren fotoğraflar bizi tekrar o ana götürür. Köy düğünlerini hatırlamaya çalışsak ve baştan bu konuyu ele alsak neleri fotoğraflardık acaba? Öldüğümüzde de bir dizi ritüeller yerine getirilmiyor mu?

Ritüeller tarihten gelen kültürel bir zenginlik olarak, dünyanın hemen her köşesinde yapılagelmektedir. Bu ritüellerin çoğu belgesellere konu olmuş ve fotoğraflanmış olabilir. Kendi ölçeğimizde FSK üyelerinin hangi ritüelleri çalıştığını, ritüel konusunu nasıl ele aldığını ‘’Ayın Fotoğrafı Etkinliği’’ ile görmek istiyoruz.

Fikret ÖZKAPLAN

DIANE ARBUS – ÖTEKİ FOTOĞRAFÇI

“Hiç kimse derisinden kurtulup başka biri haline gelemez.

Nihayetinde hepimiz dünyaya kendi trajedilerimizi yaşamak üzere doğuyoruz.”

Diane Arbus

 

Çağdaş belgesel fotoğrafçılığın ya da bireysel belgeselcilik akımının önemli temsilcilerinden Arbus, 1923 yılında varlıklı bir ailenin kızı olarak doğar. Babası David Nemerov Rus bir göçmen, annesi Gertrude ise Fifth Avenue’da(Beşinci Cadde – New York) yer alan Russek Kürk Dükkanı’nın sahiplerinin kızıydı.

Sonrasında babasının dükkanında çalışan Allan Arbus ile ailesinin karşı çıkmasına ve yaşının küçük olmasına rağmen evlenir. Böylece fotoğrafla tanışmış olur.

Allan Arbus ile beraber bir süre moda fotoğrafçılığı yaptıktan sonra, kocasından boşanmaya ve Vogue, Harper’s Bazaar, Esquire gibi dergilere çekim yapmak yerine fotoğraf anlamında başka ufuklar aramaya karar verir.

Moda fotoğraflarının tek düzeliği ve gerçekte varolmayan bir dünyaya ait olduğu hissiyle beraber, güzellik kavramını oluşturan, uyum, düzen, denge, soyluluk ve bunun gibi şeylerin antitezi, sanatta farklı bir anlatım tarzı olarak bir nevi grotesk ya da irrasyonel fotoğrafçılık onun anlayışının temelini oluşturuyor. İdealize edilen bedenlerin, güzel ya da iyiyi temsil eden estetik algı bileşenlerinin karşısında Diane Arbus; objektifini hep akıl hastalarına, cücelere-devlere, travmatik kişiliklere, zihinsel engellilere, eşcinsellere, hayat kadınlarına, çirkinlere, şişmanlara, sirk insanlarına, yaralılara, ezik, dışlanmış, kopuk tiplere ve “olağan dışı” temalara çeviren antiestetist bir fotoğraf sanatçısıdır.

Bununla birlikte fotoğraflarına özne olan insanlarla uzun zaman geçirerek, genel değer yargılarınca “acayip” görülen, fiziksel ve/veya zihinsel açıdan ”freak” (ucube) olarak adlandırılan, uzaklaştırılan ve farklı oldukları varsayılan insanları fotoğraflayarak, adeta onların içerisinde kendini var ederek/bularak çalışmalarını yürüten Arbus için önemli olan, çekeceği karelerden ziyade yaşadığı/deneyimlediği gerçekliktir. Fotoğrafladığı insanların poz vermekten daha çok işbirliği içindeymiş gibi görünmesi de bundandır.

Arbus fotoğraf tekniği anlamında kompozisyondan çok konuyu öne çıkarmayı sağlayan kare formatı, fotoğraflarına teatral ve sürrealist bir boyut kazandıran flaşı kullanmıştır. 

Arbus sadece göstermekten fazlasını yapmış/yaşamıştır.

Onur AYDIN