Yazıya başlarken geniş anlamlı portrenin tanımını yapmak doğru olacaktır.
Portre Nedir?
Portre, bir kişinin yüzünü, ifadelerini ve çoğu zaman karakterini yansıtan sanatsal bir anlatım biçimidir. Resim, heykel, fotoğraf ve edebiyat gibi birçok sanat dalında yer alan portreler, yalnızca fiziksel bir betimleme sunmakla kalmaz; aynı zamanda bireyin ruhsal dünyasına, kişiliğine ve yaşam tarzına dair ipuçları da verir. Tarih boyunca portre sanatı, hem sanatçıların kendilerini ifade etme biçimi hem de toplumların önemli figürlerini ölümsüzleştirme aracı olmuştur.
Portreler, yalnızca tanınmış kişilerin değil, sıradan bireylerin de iç dünyalarını ortaya koyabilir. Bu yönüyle portre, insanı merkeze alan bir anlatım biçimi olarak dikkat çeker. Her portrede bir bakış, bir duruş, bir yüz ifadesi vardır ki; izleyiciyle doğrudan bir bağ kurar. Bu bağ, portreyi sadece bir sanat eseri olmaktan çıkarır ve onu zamanlar arası bir iletişim aracına dönüştürür.
Portre Sanatının Tarihçesi
Portre sanatı, insanlık tarihinin en eski dönemlerinden itibaren var olan bir ifade biçimidir. İnsanlar, kendilerini ve çevresindekileri tasvir etme arzusunu ilk tarih öncesi mağara resimlerinde göstermiştir. Ancak portre, gerçek anlamda insan yüzünün birebir betimlenmesi ve kimlik kazandırılması süreciyle birlikte, uygarlıkların gelişimiyle evrilmiştir.
Antik Dönemlerde Portre
Eski Mısır’da portre, özellikle firavunlar ve soylular için kullanılırdı. Bu dönemdeki portreler, bireyin tanrısal veya kutsal statüsünü yüceltmek amacıyla idealize edilerek yapılırdı. Yunan ve Roma uygarlıklarında ise portre sanatında daha gerçekçi bir yaklaşım görülmeye başlandı. Özellikle Roma portreleri, kişinin yaşını, yüz çizgilerini ve mimiklerini yansıtan detaylı çalışmalar içermekteydi.
Orta Çağ’da Portre
Orta Çağ’da sanat genellikle dini temalar etrafında şekillendiğinden, bireysel portrelere fazla yer verilmedi. İnsanlar daha çok dinsel figürlerin gölgesinde, sembolik olarak betimlendi. Ancak bazı el yazmalarında ve ikonografik çalışmalarda kişisel portre izlerine rastlanabilmektedir.
Rönesans Dönemi ve Portre Sanatının Yükselişi
15. yüzyılda başlayan Rönesans, portre sanatında büyük bir dönüm noktası oldu. Bu dönemde insan merkezli düşünce yapısı (hümanizm) sanatçıları bireyin iç dünyasına, duygularına ve karakterine yöneltti. Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa eseri, bu anlayışın en çarpıcı örneklerinden biridir. Rönesans’la birlikte portre sadece bir kişiyi tanıtmak için değil, aynı zamanda bir sanatçının teknik becerilerini ve yorum gücünü yansıttığı bir alan haline de gelmiştir.
Barok ve Rokoko Dönemleri
17. ve 18. yüzyıllarda Barok ve Rokoko dönemlerinde portreler daha dramatik, gösterişli ve detaylı hale geldi. Bu dönemde portre, yalnızca bireyin değil, sosyal statüsünün de bir ifadesiydi. Özellikle kraliyet ailesi üyeleri ve aristokratlar için yapılmış büyük boyutlu portreler dikkat çekmektedir.
19. ve 20. Yüzyılda Değişen Yaklaşımlar
Sanat anlayışının çeşitlenmesiyle birlikte portreye olan yaklaşım da değişti. Empresyonizm, ve kübizm gibi akımlarla birlikte sanatçılar artık sadece yüzü değil, duyguyu ve içsel durumu da soyut biçimlerle yansıtmaya başladılar. Vincent van Gogh’un otoportreleri buna güzel bir örnektir.
Günümüzde Portre
Günümüzde portre sanatı hem geleneksel hem dijital ortamda sürmektedir. Fotoğrafçılığın gelişmesiyle portre kavramı genişlemiş; sosyal medyada herkesin kendi portresini paylaşabildiği bir çağ başlamıştır.
Günümüzde teknolojik gelişmelerin ivme kazanmasıyla birlikte, fotoğraf yalnızca bir görüntü kaydetme aracı olmaktan çıkmış; sanatın ifade biçimleri arasında kendine özgün ve güçlü bir yer edinmiştir. Fotoğrafik görüntü üzerinde geliştirilen tekniklerin çeşitlenmesi, sanatın biçimsel yapısını dönüştürmekte ve sanatçılara yeni anlatım olanakları sunmaktadır.
Nasıl ki her dönemin sanatı, çağının teknolojik, kültürel ve düşünsel altyapısından etkilenmişse; günümüzde de dijitalleşmenin, yapay zekânın, artırılmış gerçekliğin ve gelişmiş görüntü işleme tekniklerinin etkisiyle sanatın üretim süreçleri yeniden şekillenmektedir. Bu dönüşümle birlikte fotoğraf, yalnızca bir araç değil, aynı zamanda birçok çağdaş sanat eserinin temel üretim malzemesi haline gelmiş; yapıtın estetik biçiminden anlam dünyasına kadar pek çok yönünü yeniden tanımlamıştır.
Bu bağlamda sanatsal portre, fotoğrafçının bir sanatçı olarak bakış açısı ve içsel vizyonu doğrultusunda; fotoğrafı yalnızca gerçeği belgeleyen bir araç olarak değil, duyguların, düşüncelerin ve sezgisel anlatımın güçlü bir aracı olarak kullanmasıdır. Sanatsal portrede amaç, yalnızca estetik açıdan “güzel” bir yüz ya da kompozisyon sunmak değil; izleyicide bir düşünce, duygu ya da farkındalık yaratabilecek anlam katmanları oluşturmaktır.
Fotoğraf çekmeden önce, sanatçı kendi iç dünyasına dönerek, ona ait olan bir tema, bir fikir ya da duygusal durum belirler. Bu belirlenen konu etrafında kurgulanan görsel anlatı, yalnızca görüntü üretmekten ibaret değildir; aynı zamanda bir hikâye kurmak, bir sorgulama başlatmak ya da izleyiciyle güçlü bir bağ kurmayı amaçlar. Sanatsal portre, işte tam da bu noktada, belgesel ve estetik kaygıların ötesine geçerek, izleyeni düşünmeye, hissetmeye ve belki de kendi iç dünyasına dönüp bakmaya davet eder. Yüzdeki ifade, kompozisyonun dili, kullanılan ışık ve renk paleti; hepsi birlikte, sanatçının içsel dünyasını izleyiciye tercüme eden bir görsel dil haline gelir.
Bu (Mayıs 2025) ayki “Bir Bilenle Geziyoruz” kapsamında; Sayın Dr. Ali Vedat OYGÜR’ ün rehberliğinde ve Cengiz PAMUK koordinatörlüğünde Ankara Kalesi ve çevresini ziyaret ediyoruz.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
İlk önce Ankara sevdalıları ve fotoğraf severler ile Ankara Kalesi’ ne en yakın nokta olan Hisar Parkı caddesinde buluşarak gezimize başlıyoruz. Sayın OYGÜR bizlere kısaca Kale’nin yapılış tarihini ve devamını, etrafındaki camileri, mescitleri, kiliseleri, meydanları, sokakları ve hanları anlatıyor.
Fotoğraf:Cengiz PAMUK
Daha sonra Ankara Kalesi’ nin 330 yılında yapılmaya başlandığını ve bunun 650-670’ li yıllara kadar devam ettiğini, Kale’ nin İç ve Dış Kale olarak ikiye ayrıldığını, 600’ lü yıllarda yapılan surlardan günümüze bir şey kalmadığını, surların Doğu Roma döneminde yapıldığını, Ankara halkının surlara hisar dediğini, Ankara’ nın bütün zenginlerinin ve esnaflarının bu bölgede ikamet ettiklerini, 1916 yılındaki yangında bu bölgenin tamamen yandığını ve bölgenin zenginleri ile esnafının burayı terk ettiklerini, bu yangından sonra Ankara’ nın fakirleşmeye başladığını, Moğol Akınlarının 630’ larda başladığını ve Ankara’ nın çok sıkıntı çektiğini, 859 yılında tekrardan onarıldığını, Kale burçlarının 1550 metre olduğunu, burçlar arasında 40’ ar metre mesafeler bulunduğunu ve toplam 20 tane ve dörtgen şeklinde olduğunu, surları yaparken etraftaki tarihî kalıntı (tiyatro, tapınak, heykel, lahit vb.) taş ve mermerlerden yararlandıklarını, Zeus, Apollon, Artemis ve Athena gibi tanrıların Anadolu’ da olduklarını ancak Anadolu’ nun bu tanrılara sahip çıkamadığı için Yunanlıların sahiplendiğini, Ankara’ da da bir Zeus tapınağının ve mahallesinin olduğunu, İç Kale surların uzunluğunun 1150 metre ve bu burçların beşgen olduğunu, güvenlik nedeniyle burçlar arasındaki mesafenin 20 metre olduğunu ve 42 tane bulunduğunu, şimdiki Etnografya Müzesi ve çevresinin Ankara’ nın Bedesteni olduğunu, Bedestenin 1460’ lı yıllarda yapıldığını, bedestende Ankara’ ya özgü tiftik keçilerinden elde edilen tiftiklerden giysiler üretildiğini ve bu ürünlerden ticaret yapıldığını, kamu yapılarının devlet tarafından değil hayırseverler veya zenginler tarafından finanse edildiğini ve bütün ticaretin bu bölgede yapıldığını, Kale’ nin girişindeki saat kulesinin 1884 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ ın emri ile yapıldığını, Kale kapısının kafes şeklinde ve iki aşamalı olduğunu, Selçuklu Dönemi’ ndeki camilerde minare olmadığını Ali Vedat OYGÜR hocamızdan keyifle dinliyoruz.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUKve Ali DURMAZ
Ulus’a gelip de Kınacızade Konağına uğramamak olmaz diyoruz elbette. Eski Başbakanlardan Sayın İsmet İNÖNÜ’ nün özel kalem müdürlüğünü yapmış kendini kültür ve sanata adamış bir hayırsever olan, Kadın Siyasetçiler Platformu Kurucusu ve Genel Başkanı Sayın Yurdusev ARIĞ ve ilk TRT haber sunucularından Sayın Jülide GÜLİZAR’ ın da odalarını ziyaret ediyoruz ve konakta bir çay molası veriyoruz. Bu konağın bir diğer özelliği ise tarihçi Prof. Dr. Sayın Halil İNALCIK’ ın her Ankara’ ya gelişinde kaldığı ve çalışmalarını yaptığı bir odasının bulunuyor olmasıdır.
Fotoğraf:Cengiz PAMUK
Hocamız Sayın OYGÜR, İç Kale kapısının iki demir parmaklık ile korunduğunu, Evliya ÇELEBİ’ nin bu demir parmaklıklar için “benim pazım kalınlığında” dediğini, İç Kale’de hem hapishane (zindan) hem de paraların saklandığı yerlerin olduğunu, bu arada askerî karargâhların, Meryem Ana Kilisesinin ve gözetleme kulelerinin bulunduğunu anlatıyor bizlere.
Kale bölgesinde yer alan diğer camileri de ziyaret ediyoruz. 1197-98 yıllarında yapılan Sultan Alaaddin Camii avlusunda aile mezarlığının bulunduğunu, cami minberinin çakma künde kari ahşap oymacılığının eşsiz bir örneği olarak marangoz İbrahim oğlu Ebubekir tarafından yapıldığını öğreniyoruz. 1289-90 yıllarında Ahi Kardeşler tarafından yaptırılan Ramazan Şemsettin Camii, 1382 yılında yapılan Ahi Elvan Camii ve 1571 yılında yapılan, avlusunda Misafir Fakih’ in mezarının da yer aldığı Misafir Fakih Mescidini de ziyaret ediyoruz. Unesco Dünya Mirası listesinde yer alan Arslanhane (Ahi Şerafettin) Camii’ nin minberinin üst kısmında eski Türklere ithafen ejderha motifinin olduğunu ve minber etrafındaki ahşap motiflerin Ebubekir’ in oğlu Mustafa tarafından yapıldığını da öğrenmiş bulunuyoruz.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Atalarımızın Anadolu’ya her ne kadar 1071 yılında gelseler de Selçukluların Ankara’ ya ancak 1143 yılında geldiğini, 1362’ de I. Murat’ ın Ankara’ yı Osmanlı’ ya kattığını, Kalenin uç noktasının Ak Kale burcu olarak adlandırıldığını ve rakımının 798 metre, Ankara Ovasından 110 metre ve Ankara’ nın en yüksek noktası olduğunu, Alitaşı sokağında Alitaşı isimli ve yumurta şeklinde sarı büyük bir taş bulunduğunu fakat bu taşın 1998 yılında kaybolduğunu da üzülerek öğreniyoruz.
Fotoğraf:Cengiz PAMUK
Zamanla eski özelliklerini kaybeden At Pazarı meydanına geliyoruz.
At Pazarı’ndan sonra Koyun Pazarı’ nın, Saman Pazarı’ nın ve hemen alt kısmında da Araba (Kağnı) Pazarı’ nın olduğunu, kayıtlarda 54 tane han olduğunu fakat günümüzde bunlardan sadece 12 tanesinin mevcut olduğunu, Kurşunlu Han’ ın 1522-23 yıllarında yapıldığını, 1500’ lü yılların başında yaptırılan Yeni Han’ ın 1936’ da yıkıldığını, 1510’ lu yıllarda yaptırılan Çukur Han’ ın Divan Oteli olduğunu ancak kim ya da kimler tarafından yaptırıldığı veya yapıldığının ve yapılış tarihinin bilinmediğini, 1522 yılında Çengel Han’ ı Rüstem Paşa’ nın yaptırdığını, bu hanlarda zahire ve tiftik satışlarının yapıldığını, 1511 yılında Safran Hanı’ nı Lütfü Paşa’ nın yaptırdığını, Cumhuriyet’ in ilk yıllarında Çukur Han’ ın karargâh olarak kullanılırken diğer hanların hapishane ve 16. veya 17. yy da yaptırılan Bilaloğlu Han’ ın da kadın ve çocuk hapishanesi olarak kullanıldığını, bu hanlardan sadece Çengel Han’ ın özgün yapısını koruduğunu, diğer hanların restorasyon sırasında özgünlüğünü kaybettiğini de öğreniyoruz.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Ahi Şerafettin’ in yaptığı diplomatik görüşmeler sayesinde Moğol Akınlarının Ankara’ ya hiçbir zarar ziyan vermediğini, camilerdeki sütun alışkanlığının Horasan’ daki çadırın içindeki direkler geleneğinden geldiğini, Ankara’ nın tiftik üretiminde ticaretinde merkez oluğunu ve dünyaya ihraç edildiğini, çeşitli ülkelerin ticari temsilciliklerinin bulunduğunu hocamızdan dinliyoruz.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Azade Han’ ı, 1511 yılında yapılan Safran Han’ ı, Pirinç Han’ ı ve son olarak Çıkrıkçılar Yokuşu eski adıyla Uzun Çarşı’ yı da ziyaret ederek rotamızı saat 19.00 gibi tamamlıyoruz. Bir sonraki rotada görüşmek üzere ayrılırken, hocamız Ali Vedat OYGÜR’ e ve bu gezileri düzenleyen FSK ile bizleri yalnız bırakmayan tüm katılımcılarımıza çok teşekkür ediyoruz.
Yapay zekânın hem fotoğrafa hem de fotoğrafçılara etkisinin heyecan verici olduğu kadar zaman zaman kafa karıştırıcı olduğunu düşünüyorum.
Yapay zekânın, doğal zekâyla birlikte fotoğrafta kullanımı aslında yeni değil. Yıllardır kullanılıyor. Hatta Canon’un yıllar boyunca kullandığı ve isminde AI geçen iki netleme modu vardı: AI Focus ve AI Servo. İşin ironik tarafı, bugün yapay zekâ destekli olarak kullanılan netleme modunun adı sadece “Servo” oldu. Yani AI ibaresini kaldırdılar.
Aslında bilim dünyasında, özellikle mikroskop ve teleskopla çekilen fotoğraflarda sayısal işlemler uzun süredir kullanılıyor. “Stacking” denilen bir teknikle birden fazla fotoğraf çekilip birleştiriliyor; bu sayede netlik artırılıyor, gürültü azaltılıyor, ışık seviyesi yükseltiliyor.
Sonradan bu işlemleri akıllı telefonlar da yapmaya başladı. Bu yüzden artık düşük ışıkta bile oldukça net fotoğraflar çekebiliyorlar. Bunu sağlayan şey işte bu teknikler.
İşlemci gücü arttıkça, bu tür karmaşık ve yavaş işlemler artık insan sabrının yettiği kadar kısa sürelerde yapılabilir hale geldi. Focus stacking artık birçok makinede var ve özellikle makro fotoğrafçılar tarafından çok seviliyor.
Kameralarda yapay zekâ kullanımının artmasının temel nedeni, donanım kalitelerinin ve işlemci gücünün artması. Bu da fotoğraf çekme yöntemlerini kökten değiştiriyor.
Eskiden derste şöyle derdim: “Kamera aslında aptal bir kutudur. Karanlık bir ortamda mı çekiyorsun, yoksa aydınlık bir ortamda siyah bir duvara mı tuttun, bunu ayırt edemez”. Ama artık öyle akıllandı ki, canlıların insan mı hayvan mı olduğunu anlayabiliyor, vücut bölgelerini ayırt edebiliyor, sahneyi analiz edip hangi ayarla çekim yapması gerektiğine karar verebiliyor.
Hatta bazı Canon modellerinde, bazı spor müsabakalarında top kimdeyse kameranın bunu anlayıp netlemeyi o kişiye kaydırdığı bir özellik var. Ben hiç kullanmadım ama kullananlar, insanlardan daha hızlı ve hassas tepki verdiğini söylüyor.
Pozlama ve beyaz dengesi gibi ayarlar da yapay zekâ algoritmalarından faydalanıyor. Aslında, artık önemli bir kısmı yapay zekâ destekli çekiyoruz fotoğrafları. Ama iş yalnızca çekim aşamasıyla da bitmiyor. Eskiden net olmayan ya da yüksek ISO nedeniyle çok gürültülü olduğu için sildiğimiz fotoğraflar vardı. Bugün Topaz, AI Photo veya DxO PhotoLab gibi yapay zekâ destekli yazılımlar sayesinde bu fotoğraflar tekrar hayat buluyor.
Dolayısıyla fotoğrafçılar artık iş akışlarını yeniden düşünmek zorundalar çünkü standartlar değişiyor, yeni standartlar ortaya çıkıyor. Eskiden silinen, çöpe atılan kareler bugün kullanılabilir hale geliyor.
Bu arada belki de tarihte ilk kez ISO ayarı tamamen hayatımızdan çıkacak. Bunun iki sebebi var. Birincisi sensör teknolojilerindeki gelişmeler. İkincisi ise, yapay zekâ destekli gürültü giderici programların, fotoğraftaki nesneleri ve gürültüyü birbirinden ayırt etmede her geçen gün daha da başarılı hale gelmesi.
Artık yüksek ISO ile çekilmiş fotoğraflar bile tertemiz yapılabiliyor. Ben uzun zamandır ISO’yu elle ayarlamıyorum, otomatikte bırakıyorum. Çok yakında makinelerden ISO ayarı tamamen kalkacak büyük ihtimalle. Sadece enstantane, diyafram ve poz telafisini ayarlayacağız. Fotoğrafı nasıl çekmek istiyorsak, buna göre gerekli ISO ayarı otomatik yapılacak.
Bu arada Adobe boş durmadı. Hepimizin kullandığı Photoshop, yapay zekâ özellikleriyle dolu. En sevdiğim yapay zekâ özellikleri Generative Expand, yani fotoğrafın etrafını kendi kendine doldurma; Find Distractions, yani kablo veya insanları otomatik silme; ve birkaç hafta önce çıkan yeni sürümdeki Object Selection ve Background Removal özellikleri. Bu özellikler Photoshop’u bambaşka bir seviyeye taşıdı. Daha geçen haftalarda duyurulan başka bir özelik de, artık yüklediğiniz fotoğraf üzerinde ne tür işlemler yapabileceğinizi öneren yeni aksiyon paneli. Şu anda henüz çok jenerik önerilerde bulunuyor ama eminim ki çok hızlı bir şekilde gelişip fotoğraflara spesifik işleme önerilerinde bulunacak.
Eskiden Photoshop kullanırken çok da ciddiye almadığımız neural filter’lar da gelişti. Ben en çok Depth Blur’ü kullanıyorum, fotoğrafta net alan derinliğini ayarlamak için derinlik haritası çıkaran filtre ama benim için amacı biraz farklı. Çünkü yapay zekâ, fotoğrafın içindeki derinliği buluyor ve haritalıyor. Yani hangi nesne önde, hangisi arkada belirliyor. Ben o haritayı alıp fotoğrafa gömüyorum. Artık fotoğrafı derinliğe göre işlemek mümkün oluyor. Yani ön plandaki objeye ayrı, arkadakine ayrı efekt uygulayabiliyorsunuz. Böylece fotoğrafın temel hammaddesi olan ışığa bir de derinlik eklemiş oluyorum.
Bu arada birkaç hafta önce ChatGPT’ye gelen Gelişmiş Görsel Üretim özelliği biraz daha gelişirse ürün fotoğrafçılığı sona erebilir. Gerçek ürünleri istediğiniz ortama yerleştirme özelliği geldi. Hatta bunu videolar için yapan Pika ya da RunwayML gibi siteler de var. Google mayıs ayı ortasında Veo 3 adındaki video modelini duyurdu, bu yapay zeka modeli videoları seslendirebiliyor da aynı zamanda.
Bunları düşündüğümüzde masa başında oturup reklam fotoğrafları hatta videoları üretebileceğiz. Peki bu şekilde bilgisayarda üretilen görselleri hangi kategoriye koyacağız? Çünkü benzer tartışmalar biz dijital makinaya geçtiğimizde de yaşandı. o zamanlar “Dijital fotoğraf makinasından çıkan şeyler fotoğraf değildir fotoğraf filmli makinayla çekilir” tartışmaları yapılırdı. Benzer tartışmalar şimdi de yapay zeka için yapılıyor. Zaman neler gösterecek hep birlikte göreceğiz.
Büyük ihtimalle bir zamanlar fotoğrafçılığın icadından etkilenen ressamların bedduası gerçekleşti. “Alma garibin ahını çıkar aheste aheste” demişler. Yaklaşık 200 yıl sonra, artık bir makine, fotoğrafçının çektiği kareyi taklit edebiliyor. Gerçekten ironik bir durum yaşanıyor.
Eskiden ressamlar manzara ve portre resimleri yapardı, sonra fotoğraf makinası icat edildi, daha önce üretilmesi için uzun bir süreç gereken manzara ve portreleri fotoğraf makinaları tarafından kısa zamanda üretilir hale geldi. Şimdi yapay zekâ çıktı, bir fotoğrafınızı veriyorsunuz, istediğiniz gibi portre yapıyor. Bu iki gelişme arasındaki benzerlik gerçekten ürkütücü. Fotoğrafın icadının ressamlara olan en büyük etkilerinden biri, resmin gerçekliği yansıtan bir sanat olmaktan çıkıp ressamların kendilerini çok daha farklı ifade edebilecekleri akımlar geliştirmeleri oldu.
Buradan hareketle, fotoğrafçıların da artık yeni akımları deneme zamanı gelmiş gibi görünüyor. Yapay zekâ ile üretilen fotoğraflara yeni isimler düşünülüyor. Bazıları buna “promptography” diyor. Gerçi son zamanlarda pek duymuyorum, tutmamış gibi görünüyor. Ama doğrudan fotoğraf ya da görsel olarak adlandırılması da bence biraz tehlikeli, yanlış anlaşılmalara yol açabilir.
Bir eğitmen olarak ben yapay zekâdan derslerimde çok faydalanıyorum. Mesela dersten bir saat önce diyafram mekanizmasını simüle eden bir program yazıyorum. Okuldaki çocuklara bu programla anlatıyorum. Daha önce aklıma gelmezdi, ki ben yazılımcıyım. Yine de bu konuyla ilgili yazılım yapmayı düşünmezdim. Ama şimdi birkaç prompt ile istediğiniz simülasyonu oluşturabiliyorsunuz. Bu da fotoğraf eğitimi açısından çok önemli.
Çekime çıkmadan önce, çekimle ilgili açı, ışık önerisi ve daha fazlasını yapay zekâ modellerinden isteyebileceğiniz bir asistan gibi düşünün. Özellikle fotoğrafçılığı yeni öğrenenler için bu inanılmaz bir fırsat. Komik olan şu: Aynı cümleyi 10 yıl önce dijital makineler için de söylüyordum. “Dijital makineler yeni başlayanlar için büyük fırsat” diyordum. Şimdi 10 yıl sonra aynı şeyi bambaşka bir teknoloji için söylüyoruz. Teknoloji çok hızlı gelişiyor.
Çektiğiniz fotoğrafları, istediğiniz fotoğrafçı ya da eleştirmen tarzında analiz ettirip değerlendirme yaptırabiliyorsunuz.
Peki fotoğrafçılara ne olacak? Bizi nasıl etkileyecek?
Yapay zekâ fotoğrafçılığa bu kadar dâhil olmuşken, çekim alışkanlıklarımızı sorgulamamız gerekiyor. Çektiğiniz fotoğraflarda ekipmanın ne kadar rolü var? Yaratıcılığınızın ne kadar etkisi var? Bu oran ekipmana doğru kayıyorsa, yeni gelişmelerden daha çok etkileneceğinizi düşünebiliriz. Ama tarzınızı değiştirmek istiyorsanız, şimdi tam zamanı. Çünkü hobi olarak fotoğraf çeken biri için yeni şeyler denemenin daha iyi bir zamanı olamaz.
Profesyonelseniz zaten takip edip yakalamak zorundasınız. Yoksa dijital makineler çıkınca Photoshop öğrenemeyen karanlık oda ustaları gibi kalırsınız.
Ama bazı fotoğrafçılık dalları var ki, şimdiden sona erdi diyebiliriz. Örneğin, bir zamanlar dünyayı kasıp kavuran stok fotoğrafçılarının devri çoktan bitti. Bakalım gelecek günler neler gösterecek.
Yapay zekâyı bir rakip olarak görmemek gerekiyor. Şu anda bu bir teknoloji gelişimi. Şu an için yeteneklerimizi artıran önemli bir gelişme. Bunu sırıkla atlama sporcusunun kullandığı sırık teknolojisine benzetebilirsiniz.
Eskiden sırıklar tahtadandı, rekor 3 metreydi. Sonra farklı kompozit malzemelerle yapılan sırıklar çıktı, bugünkü rekor 6 metreye ulaştı.
Aynı şekilde, yapay zekâ da çıtayı yükseltiyor. Eskiden ancak derin ekipman bilgisiyle çekilebilen kareler, bugün yeni başlayanlar tarafından bile çekilebiliyor. Örneğin vahşi yaşam fotoğrafçılığında, uçan bir kuşu kadrajda tutmak ve netlemek başlı başına bir olaydı. Ama artık makineler kendileri bulup netliyor. Dolayısıyla böyle fotoğraflar artık çok özel değil.
Bence yapay zekânın fotoğrafçılığa en güzel etkisi şu anda yaşanıyor. Fotoğrafçının bir takım teknik detaylardan kurtulup fotoğrafın estetik görünümünün yanı sıra hangi hikâyeyi anlatacağı konusuna odaklanmasına imkan sağlıyor. Artık fotoğrafçının bir makinanın bazı ayarlarının hangi düğmeden yapılacağını bilmediği için kafasındaki fotoğrafı kaçıracağı günler sona eriyor. Bir anlamda fotoğraf “demokratikleşmiş” oluyor. Akıllı telefonlar bunun bir adımıydı, şimdi yapay zeka başka bir adım olarak yerini aldı.
Artık fotoğrafta hikâye her şeyin önüne geçecek. İnsanların fotoğrafta aradığı şeyler değişecek. Eskiden hayranlıkla baktığımız kareler sıradan hale gelecek.
Fotoğrafçılar için gelecek günler yeniliklerle dolu olacak.
Bir şey kesin: Fotoğrafçılık artık eskisi gibi olmayacak.
İlkbaharın eşsiz güzelliklerini yaşadığımız, güneşin içimizi ısıttığı bu günlerde, Ankara’ nın yoğun koşturmacasından uzaklaşıp doğa ve tarihle buluşmak için “Yol Arkadaşlarım” Fotoğraf Sanatı Kurumu Derneği ekibimizle Eskişehir’ in Sivrihisar ilçesine doğru yola çıkıyoruz. Sabahın erken saatlerinde Kumrular Caddesi’ nden başlayan yolculuğumuz, şehrin karmaşasından sıyrılıp doğanın ve tarihin kucağına adım atmanın heyecanıyla dolu.
Ankara-Eskişehir yolunda yaklaşık bir buçuk saat süren keyifli yolculuğumuzun ardından, Eskişehir’ in güzel ilçesi Sivrihisar’ a ulaşıyoruz. Yerel rehberimiz Hakan Bey ile buluşup, yolculuğun yorgunluğunu atmak için Belediye Çay Bahçesi’ nde çay ve kahvaltı molası veriyoruz. Ardından rehberimiz Hakan Bey, Sivrihisar’ ın muhteşem tarihini anlatmaya başlıyor.
Fotoğraf makinelerimizle bu tarihi ve doğal güzellikleri ölümsüzleştirirken, bir yandan da Hakan Bey’ in Sivrihisar’ a dair anlattığı tarihi bilgiler ve efsaneleri dinliyoruz. Sivrihisar, Eskişehir’ in en büyük ilçelerinden biri ve tarihi dokusuyla büyüleyen bir yer. İlçe; Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden kalma camiler, evler ve diğer tarihi yapılarla dolu.
Sivrihisar’ da İlk Durağımız: Ulu Cami
İlçe merkezinde yer alan bu yapı, 1275 yılında Mevlâna Celaleddin Rumi’ nin müritlerinden Emineddin Mikail tarafından yaptırılmıştır. Anadolu’ nun en büyük ahşap direkli camilerinden biridir. 1485 metrekarelik bir alana kurulmuştur ve çatısını 67 adet ahşap sütun taşımaktadır.
Minberi adeta bir sanat şaheseridir. El işçiliğiyle Horasanlı İbni Mehmet tarafından geçme tekniği kullanılarak yapılmıştır. Caminin kapısının etrafına Ayet-el Kürsi işlenmiştir. Duvarlar kesme taş ve moloz taşla örülmüştür. Caminin sağ ve sol kanatlarında kitabeler yer almaktadır. Dört giriş kapısı bulunan caminin minaresi, cami inşasından 139 yıl sonra Taymis oğlu Hacı Habib tarafından yaptırılmıştır.
Camisiz Minare (Kılıç Mescidi)
Selçuklu dönemine ait olan bu yapının camisi ahşaptan yapıldığı için, zamanında çıkan bir yangın sonucunda tamamen yanmış ve yalnızca minaresi günümüze ulaşabilmiştir.
Ermeni Kilisesi (Kızıl Kilise)
1881 yılında yapılan bu Ermeni kilisesinde çan kuleleri bulunmamaktadır. Kızıl kesme taştan inşa edildiği için “Kızıl Kilise” olarak da anılan yapı, neyi betimledikleri tam olarak anlaşılamayan fresklerle bezelidir. Kilisenin arka kısmında vaftiz odası, güney kısmında ise papaz odası yer almaktadır.
Alem Şah Kümbeti
Ulu Cami’ nin hemen yanında bulunan Alemşah Kümbeti, Selçuklulardan miras kalan bir yapıdır. Selçluklu Sultanı Melikşah tarafından, şehit edilen kardeşi Sultanşah anısına yaptırılmıştır.
Metin Yurdanur Açık Hava Heykel Müzesi
Türkiye’nin ilk açık hava heykel müzesi olma özelliğini taşıyan bu alan, sanatseverler için önemli bir durak. Peki, Metin Yurdanur kimdir? Sivrihisar’ da doğan Metin Yurdanur, çocukluk ve lise yıllarını burada geçirmiş; eğitimini ise Resim-İş Bölümü’nden mezun olarak tamamlamıştır.
Kilim Müzesi
Türk kültürüne ait halı, kilim ve el sanatları örneklerinin sergilendiği bu müze, mutlaka görülmesi gereken güzel bir yerdir.
Saat Kulesi
Saat Kulesi, Sivrihisar’ ın simgelerinden biri. Etrafına yürüme yolu ve camdan seyir terası yapılarak turizme kazandırılmış. Saat Kulesi, 1899 yılında dönemin kaymakamı Mahmut Bey tarafından yaptırılmış. Dört tarafında da saat bulunuyor.
Doğanın huzur dolu kuş sesleri eşliğinde gezimizi sürdürüyoruz. Göz kamaştıran güzellikler arasında her kare, bu unutulmaz deneyimi kalıcı bir hatıraya dönüştürüyor. Rehberimizin Sivrihisar anlatımı tamamladıktan sonra öğlen yemeği için önceden ayarladığımız Sivrihisar belediyesinin yöresel lokantası giderek İlk olarak Sivrihisar’ ın en meşhur lezzetlerinden özellikle yaptıkları Bamya Çorbası, Kalem Dolması, Höşmerim tatlısını tattıktan sonra tescilli dövme sucuklularımızı kasaptan alarak bu güzel ilçeden ayrılıyoruz. Yönümüzü Eskişehir’ e çeviriyoruz. Şimdiye kadar birçok yer gezip görme şansım olsa da Eskişehir’ in bendeki yeri her zaman farklıdır.
ESKİŞEHİR
Yaklaşık 1,5 saatlik yolculuğun ardından ilk durağımız Eskişehir’ deki Porsuk Çayı ve Adalar Bölgesi oldu. Şehir merkezinde yer alan bu bölgede önce gondol ve tekne turu yaptık. Ardından nehir kenarındaki kafelerde çay ve kahvemizi yudumladık. Ortam, bizlere adeta bir Avrupa şehrindeymişiz hissi verdi.
Odunpazarı bölgesine ilk adım attığımız anda, birbirinden güzel ve otantik tarihi evler bizleri selamlıyor. Osmanlı sivil mimarisinin muhteşem örneklerinden olan bu evlerle dolu sokaklarda yürümek, adeta insanı zamanda yolculuğa çıkarıyor. Eğer gezi boyunca zaman sıkıntınız yoksa, gün boyu bu harika evlerin ve sokakların fotoğraflarını çekmek bile size ayrı bir keyif verecektir.
Sokaklarda ilerlerken ilk durağımız, Kurşunlu Camii ve Külliyesi oldu. 1517-1525 yılları arasında inşa edilen külliye, içinde birçok güzel bölümü barındırıyor. Sıcak Cam Atölyesi, dünyada tek olma özelliğine sahip Lületaşı Müzesi ve güzel hediyeliklerin satıldığı El Sanatları Merkezi, bu bölümlerden yalnızca birkaçıdır. Külliyede, insana huzur veren bir atmosfer hakim; bahçedeki banklarda oturmak bile büyük bir keyif veriyor.
Çağdaş Cam Sanatları Müzesi’ ne ya da üst kısımlarda yer alan Osmanlı Evi’ ne giderek, Odunpazarı Evleri’ nin muhteşem fotoğraflarını çektikten sonra, evlerin arasında yer alan şirin kafelerde soluklandık. Eskişehir’ in meşhur çiğ böreğini ve balaban köftesini yerken, semtin keyfini çıkardık.
Sazova Parkı
Odunpazarı Evleri’ nden sonraki durağımız, şehrin ünlü parklarından Sazova Bilim, Kültür ve Sanat Parkı oldu. Bu park, özellikle çocuklu ailelerin keyifli vakit geçirdiği bir yer. Park içinde Disneyland şatosunun benzeri olan Masal Şatosu, Korsan Gemisi, Sabancı Uzay Evi, Akvaryum ve Bilim Kültür Merkezi gibi güzel bölümleri gezdikten sonra, saat 19:00 civarında toplanıp Ankara’ya doğru yola çıkıyoruz. Sabahın erken saatlerinden gecenin ilerleyen saatlerine kadar süren yolculuğumuzun her anı keyifle, sohbetle ve eğlenceyle dopdolu geçti. Sivrihisar ve Eskişehir’ in tarifsiz güzellikleriyle gözlerimiz ve kameralarımız birbirinden güzel görüntülerle buluşurken, veda anında tüm arkadaşların yüzlerinde hoş bir tebessüm vardı.
Bütün bu güzelliklere ev sahipliği yapan Sivrihisar ve Eskişehir’ de, hafta sonunun getirdiği kalabalık insan selini görünce, endişelerimi dile getirmeden edemiyorum. Yoğun ziyaretçi akını, umarım bu eşsiz tarih ve doğa harikasının zarar görmesine yol açmaz. Elbette herkesin bu güzellikleri görmesi, gezmesi ve yaşaması en doğal hakkı. Ancak bu alanların korunması ve gelecek nesillere aktarılması konusunda hepimizin bilinçli ve sorumlu davranması gerekiyor. Doğaya ve tarihi eserlere duyulan saygının her zaman öncelikli olması dileğiyle, sağlıcakla kalın.
Necmettin Külahçı ile ilgili yazı dizisi hazırlama fikrini, 28 Aralık 2024’te vefatının ardından düşünmeye başlamıştım ki, FSK’dan da bir anma günü yapalım dediklerinde tereddüt etmeden kabul ettim. Bir aylık hazırlığın ardından kurucusu olduğu FSK’ da 28 Şubat 2025 günü tüm hayatını kapsayacak biçimde sunumlar hazırlayıp, kendisini anlatmaya çalıştım. Onun fotoğraf dünyasını benden daha iyi bilenler mutlaka vardır. Araştırma yaptığınızda kendisi ile ilgili yapılan röportajlara (Kontrast Dergisi, Fotografya vb.) rastlamak mümkün. Özellikle Fotograf Sanatı Kurumu’ nun çıkarmış olduğu ‘‘Tekin Ertuğ Atölyesi – Fotoğraf Ustaları – Anılar ve Söyleşiler’’ kitabı, bir fotoğrafçının hayatını merak ettiğimde başvurduğum ilk kaynak kitap arasında oluyor. Fotoğraf Ustaları-1‘ de Necmettin Külahçı ile yapılan 2011 yılındaki röportajın altını çizerek, notlar alarak okudum. Şayet yaşasaydı soracağım çok soru olacaktı. 2012 yılında basılı hale getirdiği Cilo-Sat albümündeki anıları da aklımdaki bazı sorulara ışık tuttu diyebilirim. Bunlara ilaveten kızı Funda’ dan öğrendiğim kadarıyla, kendi el yazısıyla onlarca sayfa tutacak olan anılarını kaleme almış olması da sevindirici bir durum. Umarım bir gün biyografi kitabı yayınlanır. Hem bu anıları hem de fotoğraflarının yer aldığı albümü merakla bekleyeceğim.
Külahçı ile 1995-2002 yılları arasında ‘’FSK Çadır Grubu’’ nda, 1996-2019 yılları arasında da DASK derneğinin düzenlediği DOGAY (Doğada Görüntü Avcılığı Yarışması)’ da çokça bir araya geldim. Onlarca seyahate çıkmışızdır. Bir kişiyi en iyi seyahatte tanırsın derler ya. Onunla seyahate çıkmak başlı başına bir ayrıcalıktı. Çok şey öğrendim kendisinden. Necmettin Külahçı’ nın tanıdığım kadarıyla insanlık birikimi, örnek alınacak türdendi. Son derece sessiz, çekingen, mütevazi ve saygılı bir kişiydi.
1932 doğumlu Necmettin Külahçı’ nın fotoğraf ile tanıştığı 1950’ li yılların Türkiye’ sinde, bugün ismini saydığımız çok az kişi vardı. O tarihlerde Anadolu’ yu gezip fotoğraftan geçim sağlamak akla gelecek bir iş değildi. Külahçı, Öğretici Filmler Merkezi’ nde kadrolu işe alınınca, hem Anadolu’ yu gezme fırsatı bulmuş, hem de geçimini sağlamış oldu. Külahçı’ nın özellikle Öğretici Filmler Merkezi’ nde çalıştığı zamanlarda çektiği fotoğraflar, gün yüzü görmeye başladıkça değerinin daha da artacağına inanıyorum. Bu yazı dizisiyle kendisi hakkında bilinen ya da bilinmeyen birçok yönüne ışık tutmaya çalışacağım.
Şinasi Barutçu ile Geçen Yıllar
Necmettin Külahçı, daha ilkokul öğrencisiyken tatil dönemlerinde boş kalmasın meslek öğrensin diye 1948 yılında Elazığ’ da Fotokar’ ın sahibi Emin Kızılkan’ ın yanında işe başlar. Dayısının oğlunun kullanamadığı fotoğraf çeken bir kutu makineyi hediye aldıktan sonra fotoğrafçılığa iyice meraklanır. 1951 yılında da Ankara’ ya lise öğrenimini görmek üzere gelir. O tarihlerde sık sık Ankara Ulus’ taki Hakkı Afyoncular’ ın fotoğraf stüdyosuna ve Foto Spor gibi dönemin iyi fotoğrafçılarına uğrar.
1952 yılında Şinasi Barutçu, Öğretici Filmler Merkezi’ nin Müdürü olunca, tesadüfen bu fotoğraf stüdyolarının birisinde karşılaştığı bu genci çok sever ve Öğretici Filmler Merkezi’ nde işe alır. (Kontrast Sayı: 43) Bu ikili koyu bir sohbete girer, birbirlerine ısınırlar.
Ders filmleri hazırlayan Öğretici Filmler Merkezi’ nde çalıştığı yıllar içinde, bir taraftan laboratuvardaki işleri yaparken bir taraftan da Şinasi Barutçu ile Anadolu’ nun ücra yerlerini dolaşarak fotoğraflamaya başlarlar. Şinasi Barutçu ile beraberlik altı yıl devam ettikten sonra Külahçı, 1958 yılında askere gider. İki yıl askerlik döneminden sonra 1960’ da Foto Balin adı altında kendi stüdyosunu kurar.
Şinasi Barutçu – Necmettin Külahçı Arşivi
Necmettin Külahçı’nın yaşam geçmişine baktığımızda Şinasi Barutçu ile olan tanışıklıkları onun fotoğrafçılık yaşamını çok derinden etkiler. Kontrast adlı dergide Barutçu’ dan şu sözlerle bahseder. ‘’1940’ larda Anadolu’ yu bisikletle dolaştığını ve ülkemizin doğasının, kültürünün çok farklı olduğunu, başka hiçbir ülkede bu doğal güzelliklerin bulunmadığını anlatırdı. İşte, Anadolu’ yu keşfetme ve doğa tutkusu, öncelikle hocamın bana mirasıdır. Onunla ilk olarak Cilo Sat Dağları’ na gitmekle, doğayı ve Anadolu kültürünü, insanını tanıma fırsatı buldum ve yaşantıma koydum.’’
Külahçı ile 1995-2000’ li yıllarda çokça seyahatlere çıktık. Tıpkı Şinasi Barutçu’ nun kendisine yaptığını o da bize (FSK’ daki Çadır Grubu) yapardı. Hiçbir bilgiyi esirgemezdi. Şinasi Barutçu sözü açıldığı zaman ‘’Hocam’’ diye başlar söze, birlikte seyahate çıktıkları anılardan çokça dem vururdu. Kimseden çıt çıkmaz pür dikkat dinlerdik. En başta ÖFM’ deki laboratuvar çalışmalarını, Cilo – Sat Dağları’ nı, Yerköprü Şelalesi’ ni, Bingöl’ deki siyah güneş olayını anlatır da anlatırdı. Anlatırdı da ne yazık ki not tutmak aklımıza gelmezdi o zamanlar. Ya bir dağda yürüyoruz, ya da çadır etrafında oturuyoruzdur. Bugün o anladıklarını not tutsaydım bu satırları yazmak daha kolay olacaktı. Maalesef kendisi yakın zamanda aramızdan ayrıldı. Bir insan göçüp gittikten sonra aklımıza geliyor bazı sorular. Elbette cevapsız çok soru olacak ama, merak ettiğimiz bir çok konuyu da aydınlatmak bize düşüyor.
Şinasi Barutçu ile Siyah Güneş’i beklerken Zerduş Dağı Karlıova- Necmettin Külahçı Arşivi
Öğretici Filmler Merkezi (ÖFM), görsel ve işitsel eğitim araçlarının üretilmesi ve çoğaltılması amacı ile Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bir kuruluş olarak 1952 yılında kurulur. Öğretici Filmler Merkezi (ÖFM) olan adı Film-Radyo Grafik Merkezi (FRGM), Film-Radyo Televizyonla Eğitim Merkezi (FRTEM), son olarak da 2011 yılında Yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü (YEĞİTEK) adını alır. 2012 yılında da “Eğitim Bilişim Ağı (EBA)” geliştirilmiş ve web üzerinden yayına başlamıştır.
ÖFM’ nin kuruluşundan bugüne kadar gelişimi, bugünkü EBA’ da kayıt altına alınmış. Hatta bir video arşivi var. 1956 yılından başlıyor, 1980’ li yıllara kadar devam ediyor. Tanıdık isimlere de rastlıyoruz. Şinasi Barutçu, Osman Aziz Yeşil ve Cabbar Yıldız. Osman Aziz Yeşil ve Cabbar Yıldız, Ankara’daki Fotoğraf Sanatı Kurumu (FSK)’ nun da üyesidir.
ÖFM, kurulduğu günden itibaren araştırma yapabilecek, bilgi toplayabilecek ve görsel birikim sağlayabilecek kişileri kendi bünyesine katar. Bu kişilerin başında Şinasi Barutçu gelir. Külahçı, ÖFM’ de iken ‘’Bir Dilim Ekmeğin Masalı’’ adlı bir projeyi çalıştıklarından bahsederdi. 1956 yılında bu projenin hem videosu yapılmış hem de basılı malzemelere görsel yerleştirmek maksadıyla fotoğrafları da çekilmiş. (Video EBA’ da görülebilir.)
Öğretici Filmler Merkezi’nde Şinasi Barutçu ile çalıştıkları konulardan birisi de ‘’Anadolu’ nun Tarihi ve Doğal Güzellikleri’’. Bu amaçla illerimizi ve doğal kaynaklarımızın tanıtımını amaçlayan slayt serileri oluşturdukları da görülüyor. Bugün bilgisayar programlarında kolaylıkla hazırladığımız slaytlar, o yılların zor koşullarındaki teknik olanaksızlarla gösterilirmiş. Bu durumu Külahçı şu sözlerle ifade ediyor: ’’O dönemlerden çok iyi hatırladığım şey, slayt makinesinin çalışma şekli… Çoğu yerde elektrik olmadığı için, slayt gösterme makinesinin arkasına lüx lambasının ışığını verdirerek, slaytı makinedeki mercek aracılığı ile duvara yansıtıyorduk…’’ (Kontrast Sayı:43)
Atatürk’ ün Naaşının Anıtkabir’ e Nakledilişi
Yazının icadının Sümerlere kadar gittiğini biliyoruz. Sembollerle anlatım, on binlerce yıl öncesine dayanır. Bir teknolojiyi kullanarak görüntü elde ederek anlatım ise çok değil 185 yıl öncesine kadar gider. Yani fotoğraftan bahsediyorum.
Fotoğrafın en önemli işlevlerinden bir tanesi belge özelliği taşımasıdır. O anda olan herhangi bir şeyin fotoğrafını çekmiş olmakla, önemli olsun ya da olmasın tarihe bir not düşmüş oluyoruz. Önemli olan bu notu tarihteki yerine koyabilmek.
Hatırlatmak gerekirse, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, 10 Kasım 1938 günü gözlerini yumduktan sonra cenazesi, dokuz gün Dolmabahçe Sarayı’ nda kalır. 20 Kasım 1938’ de ise Ankara’ da başta Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Celal Bayar olmak üzere cenaze, TBMM önünde hazırlanan katafalka konulur. 21 Kasım 1938’ de naaşı, Ankara Etnografya Müzesi’ ndeki geçici kabrine taşınır. Atatürk’ ün naaşı, Ankara Etnografya Müzesi’ nde 15 yıl kalır. Bu esnada Atatürk’ ün anıt mezarı Anıtkabir’ in yapımına 9 Ekim 1944’ te başlanmış ve inşasının 1 Eylül 1953’ te tamamlanmasının ardından, 10 Kasım 1953’ te Atatürk’ ün cenazesi, Ankara Etnografya Müzesi’ nden alınarak, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ ın katıldığı bir törenle Anıtkabir’ e getirilmiştir.
Öğretici Filmler Merkezi Arşivi – Fotoğraf: Necmettin Külahçı(1953)Anıtkabir Yapım Çalışması
Atatürk’ün ebedi istirahatgahı olan Anıtkabir’ in yedi yıl süren inşaat yapımı bitince, Ankara Etnoğrafya Müzesi’ nde bekletilen naaşı, son yolculuğuna çıkmak üzeredir. İşte fotoğrafın tanıklık gücü tam da burada başlar. Fotoğrafçılar saatler öncesinden hazırda beklerler. Kimi naaşın yükleneceği at arabasının arka tarafında, kimi basamakların sağında, kimi de solunda. Belki, Ata’ sını son yolculuğuna uğurlamaya gelenler arasında fotoğraf çekenler de vardır.
Fotoğrafın tanıklık gücünü bildiğimden olsa gerek, fotoğrafçıları da merak etmeye başladım. İçinden biriyle ilgileniyorum. Bilin bakalım bu fotoğrafçılar arasında kim var? Fotoğraf dünyamızın duayen isimlerinden Necmettin Külahçı. Elazığ’ dan Ankara’ ya geleli bir yıl ya var ya yok. Külahçı, daha birinci yılında belki de ömrünün en önemli görevi ile karşılaşır. Kendisinden Atatürk’ ün naaşının Anıtkabir’ e nakledilirken her anının fotoğraflarının çekilmesi istenir. O gün Külahçı takım elbiseli, kravatlı ve önleri iliklidir. İlk fotoğrafı için hazırdır.
Öğretici Filmler Merkezi Arşivi – Fotoğraf: Necmettin Külahçı (1953) Atatürk’ ün naaşı Etnoğrafya’ dan alınırken
Atamızın naaşı sütunlar arasında belirmeye başladığında deklanşör sesleri birbirine karışır, o an ölümsüzleştirmeye çalışılır. Yakalarında yuvarlak rozetler olanlar diğerlerine göre daha rahat. Bazı fotoğrafçıların basamaklarda bir o yana bu yana farklı bakış açıları aradıkları belli oluyor. O günün fotoğrafçılarının kortejle birlikte Atamız Anıtkabir’ e nakledilinceye kadar adım adım yürüyerek çokça fotoğraf çektiklerini tahmin ediyorum.
Öğretici Filmler Merkezi Arşivi – Fotoğraf: Necmettin Külahçı (1953) Atatürk’ ün Cenaze Nakil Korteji
Belki altı belki de on makara film. -Ahmet Taner Kışlalı’ nın cenaze töreninin Ankara Devlet Operası’ ndan Kocatepe Camii’ ne nakli sırasında altı makara siyah beyaz filmi bitirmek için nasıl bir çaba gösterdiğimi unutamam.- Aradan geçen onlarca zaman sonrasında bazı fotoğraflar, o anlara götürürler bizi. Tarihi izler taşırlar. Atamızın naaşı basamaklardan indirilirken arkadan da yan yana dizilmiş zamanın devlet adamları beliriyor. Bildiğim kadarıyla İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes, Atatürk’ ün kız kardeşi Makbule ve birçok siyah fraklı insan var.
Bana ulaşan üç fotoğrafı Necmettin Külahçı’ nın çektiğine dair herhangi bir kuşkum yok. Her şey birbiri ile uyuşuyor. Böylesi önemli olaylarda neredeyse ülkenin tüm fotoğrafçıları bir araya geldiğinde kaçınılmaz olarak siz de kadraja girersiniz. Merak ettim ve Google’ da arama yaptım. Külahçı’ nın olduğu dokuz farklı görüntü ile karşılaştım. Külahçı’ nın kendi çektiği fotoğrafında, askerler elleri üzerinde naaşı taşırken beş basamak kadar aşağıdalar ve çok yakından normal bir objektif ile fotoğraflanmışlar. Öyleyse Necmettin Külahçı da karşı taraftan çekim yapan fotoğrafçıların kadrajına girmiştir diye düşünerek aramamı bu yönden yapmaya başladım. Boyu kısa, yirmi yaşlarında, elinde makinesi olan bir fotoğrafçı.
Necmettin Külahçı Atatürk ‘ün cenaze töreninde farklı bakış açıları ararken görüntüleniyor. Bu fotoğrafın Fotoğrafçısı bilinmiyor
Tam da düşündüğüm gibi askerler aşağı inerken Külahçı tam tersine yukarı çıkıp farklı bakış arayışlarına girmiş. Sonrasında başka bakış açıları ile görmek üzere yer değiştiriyor ve karşı tarafa geçiyor. İsmet İnönü’ yü, Celal Bayar’ ı, Adnan Menderes’ i ve Atatürk’ ün kız kardeşi Makbule’ yi bir arada yakından gören nadir insanlar arasına giriyor.
Necmettin Külahçı fotoğraf çekmeye çalışırken görüntüleniyor
İnönü’ nün fotoğraflarını çektiğini, hatta bir albümünün olduğunu da biliyordum. Kendisinden Atatürk’ ün naaşını, Anıtkabir’ e nakledilirken fotoğrafladığını bir kez olsun duymamıştım. Külahçı, vefatından sonra dahi bizleri şaşırtmaya devam edecek gibi görünüyor.
Öğretici Filmler Merkezi Arşivi – Fotoğraf: Necmettin Külahçı (1953) Türk Kuşu Kampı, Planör Uçaklar
Malum, bu fotoğraflar kendisinin arşivinde yok. Eski adıyla Öğretici Filmler Merkezi (ÖFM)’ nin arşivinde bulunuyor. Yakın zamanda tüm fotoğraflar taranarak dijital hale getirilmiş. Baştan sistem iyi tutulmuş olmalı ki fotoğrafçıların isimleri de ihmal edilmemiş. Külahçı’ nın toplamda ne kadar fotoğrafı var bilmiyorum. Bana ulaşan yirmi fotoğrafına baktığımda; Atatürk’ ün naaşını, okulları, törenleri, şehirleri, çalışan insanları, hatta THK’ nun tek kişilik uçak çekimlerini de yaptığını hayranlıkla gördüm.
Öğretici Filmler Merkezi Arşivi – Fotoğraf: Necmettin Külahçı (1953) Sinop Ayancık Orman İşletmesi Parke İmalatı
Bu fotoğraflara ulaşmam bir hayli ilginç oldu. Sosyal medyada Cin Ali Vakfı’ nın ÖFM ile ilgili bir etkinliğini okumuştum. Hem sunumu izlemek hem de Şinasi Barutçu ve Necmettin Külahçı ile ilgili sorular sormak istemiştim. Zamanlama olmadı ve gidemedim. Cin Ali Vakfı’ ndan Pınar Ekinci ile iletişime geçerek sunum hakkında bilgi edinirken, sunumu gerçekleştirenlerle iletişime geçebileceğimi söylediğinde, EBA’ dan İhsan Akşehirli’ yi aradım. Gerçekten de çok içten karşılandım, Külahçı’ nın fotoğrafları olduğunu söylediğinde ise çocuklar gibi sevinmiş, mutlu olmuştum. Yaklaşık yetmiş yıl öncesinin Türkiye’ sine tanıklık eden Külahçı’ ya ve fotoğrafımızın medarı iftiharı Şinasi Barutçu’ ya emeklerinden dolayı ne kadar teşekkür etsek azdır…
29 Nisan 2025
Fikret ÖZKAPLAN
Öğretici Filmler Merkezi Arşivi – Fotoğraf: Necmettin Külahçı (1953) Sinop Çangal Ormanları, Havai Hat
Güneşli ama soğuk bir Ankara havasında 13 Nisan 2025 Pazar günü Ankara Kültür Rotaları gezilerimizde Dr. Ali Vedat OYGÜR Hocamızın önderliğinde bu kez Ankara’ da Roma Medeniyetine ait izleri aradık. Tabiki de bu arayışımızın başlangıç noktası Ulus’ ta yer alan Roma Hamamı kalıntıları olmalıydı.
Ankara tarih öncesi çağlardan başlayarak katman katman pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış zengin bir tarihe sahiptir. Ankara’ daki tarihi kalıntılar ilk insan olan primatların kalıntıları Neanderthal’ lerden başlayıp, Osmanlı ve sonrasında Cumhuriyet dönemine kadar uzanır. Roma dönemi ise Ankara’ da M.Ö. 189’ da Galatlar’ dan sonra başlamıştır. Ankara doğrudan imparator Augustus’ a bağlı olan son derece stratejik ve önemli bir kenttir Roma için, her ne kadar izlerini bugün yeteri kadar göremiyor olsak da.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Tarihi Roma Hamamı Kalıntıları:
Şu an kalıntılarını gördüğümüz Ankara’ daki bu hamam Roma’ nın 3. büyük hamamı olarak biliniyor. Tahminen hasta olan Roma imparatoru Caracalla’ nın iyileşmesi için yapıldığı düşünülüyor. Hamamın suyu o dönemde 62 km’ lik mesafeden Elmadağ’ dan getiriliyor. Hamam kalıntıları iki kısımdan oluşuyor; gymnasium denilen spor alanı ve kapalı hamam kısmı olmak üzere. Spor alanı normalde yolun karşısındaki binaların altına kadar uzanan geniş bir alan iken şu an sadece çok az bir kısmını görebiliyoruz.
Hamamın iki ana girişi var güney girişi halkın girdiği kapının bulunduğu 8 sütunlu giriş, kuzey girişi de imparatorluk bölmesi olan soyluların girişi olan 4 sütunlu giriş. Bir de malzemelerin girişinin yapıldığı rampalı üçüncü bir giriş de mevcut. Ayrıca kalıntıların arasında üstü kapalı sütunlu ve tek taraflı dükkanların sıralandığı bir caddeden kalanları da görebiliyoruz. Heykel kaideleri, sütun parçaları, yazıtlar ve mezar taşları da alanda sergileniyor. Atık su kanalları, servis kanalları, hamamın ısıtma sistemi, soğukluk (yüzme havuzu), sıcaklık, ılıklık bölümleri ile soyunmalık kısımları ve bölümler arasındaki geçişleri, su deposunu net bir şekilde görebiliyoruz.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Hamamın Soğukluk Bölümü ve Yüzme Havuzu
Hamamın Isıtma sistemi ve Bölümler Arası Geçişler
Sütun Başları
Romaya ait üzerinde Şifa Sembolü olan bir kalıntı
Roma Hipodromu:
Ne yazık ki Hipodrom ile ilgili herhangi bir kalıntı olmamakla birlikte, Augustus Tapınağındaki bir yazıdan tahmin edildiği üzere yolun karşısında yer alan gece konduların yıkılması ile ortaya çıkan düzlüğün Roma zamanında atlı araba yarışları ve atletizm oyunlarının yapıldığı Hipodrom olduğu tahmin edilmektedir.
Nympheum Anıtsal Çeşme ve Forum:
İzlerine rastlayamadığımız diğer bir Roma eseri de 1954 yılında İşbankası’ nın ek binası yapılırken temel kazısı sırasında ortaya çıkan Nympheum denilen çok büyük bir Anıtsal Çeşme’dir. Çeşmenin yanındaki boş alan da yine maalesef ki kalıntıları olmayan Forum yani Pazar yeri olarak kullanılan Halk Meydanı’ dır.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Hipodrom olabileceği tahmin edilen alan
Forum ve Meclis Binasının bulunduğu bölge
Palatium Saray ve Meclis Binası:
Yine kalıntılarını göremediğimiz diğer bir önemli eser de Palatium denilen Roma Sarayı’ dır. Saray 1954 yılında yapılan Ulus İşhanı’ nın temelinin kazısında ortaya çıkmıştır. Şu anki Defterdarlık Binasının 1953 yılındaki temel kazısı sırasında da girişi Forum’ a bakan Bouleterion Odeon denilen Kent Meclisi Binası çıkmıştır ve ne yazık ki o da diğerleri gibi binanın altında kalmıştır.
Cardo Maximus:
Cardo Maximus denilen kenarında dükkanların bulunduğu Roma’ nın ana caddesinin en azından bir kısmı Ulus Şehir Çarşısının yanında izlenebilmekle birlikte büyük bir çoğunluğu yine AVM binasının altında gömülü kalmıştır.
Julianus Sütunu:
Gerçek yerinde olmamakla birlikte en azından hala ayakta olan Sütunun İmparator Julianus’ un (M.S. 361-363) Ankara’dan geçtiğinde şerefine dikildiği söylenir. IV. yüzyılda yapıldığı sanılan esere halk arasında Belkıs Minaresi de denilmektedir.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Roma’ nın Ana Caddesi Cardo Maximus’ tan kalanlar
Julianus Sütunu
Temenos Duvarı:
Hacıbayram’ ın bulunduğu Kutsal alanların yer aldığı tepe anlamına gelen Acropolis’ i çevreleyen duvar kalıntılarıdır. Bizans dönemine aittir ve orijinal olan kısımlarının yapımında Bizanslılar tarafından Roma İmparatorluğuna ait eserler bilinçli olarak kullanılmıştır. Sonradan eklenen kısımlar ise orijinal duvar kalıntıları yıkılarak güvenlik gerekçesi ile Melih Gökçek döneminde yapılmıştır.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Temenos Duvarı
Acropolis Kutsal Tepe
Augustus Tapınağı:
Hacıbayram Camii ile bitişik olan tapınaktır. Ankara Anıtı olarak bilinir. Son Galat Kralı Amintas’ ın oğlu Prens Pilamenes tarafından Galatya’ nın Roma Eyaleti olması şerefine İmparator Augustus’ a bağlılık nişanesi olarak yaptırılmıştır. Tapınağın mimarı Pirieneli Hermogenes’ tir. Tapınağın altında Frigler’ e ait Ankara’ nın baş tanrısı ve Kibele’ nin kocası olan Ay Tanrısı Men (Attis) Tapınağı’ nın kalıntıları vardır. Augustus Tapınağı’ nın en önemli özelliği dünyada tek örneği olan İmparator Augustus’ un vasiyetinin Helence ve Latince olarak tapınak duvarlarına yazılmış olmasıdır.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Augustus Tapınağı Kalıntıları
Augustus Tapınağı ve Hacı Bayram Camii
Roma Tiyatrosu:
Ankara Kalesinin eteklerinde Bentdersi’ nde dolmuş duraklarının karşısında şimdilerde restorasyonu süren 5000 kişilik tipik bir Anadolu Roma tiyatrosudur. Ankara’ da Roma izleri arayışımızı Roma Hamamından başlayıp Roma Tiyatrosunda noktalayarak bir sonraki gezimizde görüşmek üzere çaylarımızı yudumlayıp planlarımızı yapmaya başlıyoruz
Anadolu, binlerce yıllık bir geçmişe sahip, çok katmanlı ve zengin bir mirastır. Bu kültür, farklı medeniyetlerin izlerini taşıyan, halk yaşamı, inanç sistemleri, el sanatları, müzik, mimari, giyim-kuşam, sözlü anlatımlar gibi pek çok alanda kendini gösteren bir bütündür. İşte bu değerli kültürü fotoğraflamanın önemi birkaç başlıkta şöyle açıklanabilir:
Fotoğraf: Faruk AKBAŞ
Belgeleme ve Koruma
Geleneksel yaşam tarzları, teknolojik gelişmeler ve modernleşme süreciyle hızla değişiyor ya da kayboluyor. Fotoğraf, bu değerleri belgeleyerek geleceğe aktarmanın en güçlü yollarından biridir. Bir köydeki geleneksel düğün, bir ninenin elleriyle işlediği kilim, bir çobanın dağ başında yaktığı ateş… Tüm bunlar birer görsel hafızadır.
Kültürel Farkındalık ve Saygı
Fotoğraf, sadece belgelemekle kalmaz; izleyicinin dikkatini çeker, merak uyandırır, empati kurmasını sağlar. Anadolu’nun bir köyünde yaşanan bir bayram sabahını gören biri, o kültüre dair daha derin bir anlayış ve saygı geliştirebilir.
Sanatsal Anlatım
Fotoğraf, aynı zamanda bir anlatım dilidir. Fotoğrafçı, kültürel unsurları sadece belgelemekle kalmaz, aynı zamanda onları estetik bir dille anlatır. Bu da izleyicinin kültürü sadece görsel olarak değil, duygusal olarak da hissetmesini sağlar.
Fotoğraf: Faruk AKBAŞ
Toplumsal Kimliğin Yansıması
Anadolu’nun yerel giyimleri, mimarisi, ritüelleri ve gündelik yaşamı, toplumun kimliğini yansıtır. Fotoğraflar, bu kimliği güçlendirir, sahiplenilmesini sağlar.
Eğitim ve Araştırma İçin Kaynak Oluşturma
Belgesel fotoğraflar, kültürel araştırmalarda, sosyoloji, antropoloji ve tarih gibi alanlarda birincil kaynak olarak kullanılır. Ayrıca okullarda, müzelerde, sergilerde eğitim materyali olarak büyük bir işlev görür.
Fotoğraf sözcüğü ilk olarak 1839 yılında ünlü fizikçi Sir John Herschel tarafından türetilmiş ve o güne kadar fotoğrafı deneyimleyen diğer bilim insanları ile sanatçıların koymuş olduğu isimlerin oluşturduğu tanımsal karmaşayı da ortadan kaldırmıştır. İngilizce Photo-GRAPHY, Fransızca photo-GRAPHIE olarak seslendirdiğimiz bu terimin içerisinde yer alan “grafi” sözcüğüne biraz eleştirel olarak bakmakda yarar vardır. Bilindiği üzere o zamanlara kadar fotoğraf terimi, Fransız mucit Nicéphore Niépce tarafından (1822) Heliography (Heliografi), İngiliz bilim insanı William Henry Fox Talbot tarafından (1835) Talbotype (Talbotip) veya Calotype (Kalotip) olarak tanımlanırken Fransız sanatçı ve kimyager Louis Daguerre ise 1839 yılında Dagerotip (Daguerrotype) olarak tanımlıyordu. Hatta, Joseph Nicéphore Niépce ve Louis Jacques Mandé Daguerre tarafından (1832) heliografi ile denemeler yaparken fotoğrafik solisyon olarak alkolde çözülmüş lavanta yağı kalıntısı kullanılarak görüntüler üretimine dayanan Fizototipi (Physatotype) ismi de kullanılıyordu. Bütün bu tanımlamalarda iki kavramın öncelikli olarak ortaya çıktığı görülür; birisi Graphy (Grafik) diğeri ise TYPE (Tip/kalıp/ideal örnek/model) sözcüğüdür.
Bu sözcüklerle ilişkilendirildiğinde yazının ana başlığı olan “graphy / graphic / graphique / grafik / grafi” sözcüğünü etimolojik (kelime köken bilim) olarak incelemekte yarar vardır. Etimoloji sözlüğüne göre; Eski Yunanca graphē γραφη (graphein) “yazı, kayıt” sözcüklerinin birleşmesinden oluşur. Günümüzde ise yazmak, çizmek, çoğaltmak sözcükleriyle ilişkilendirilir. Bu kapsamda sonunda “Graph” ya da “Grafi” eklenen her eylem aslında yazmak, çizmek, çoğaltmak anlamına gelir.
Örneğin Litografi, lito (bir tür sert yüzeyli parlak kireç taşı) ile yazmak, lito ile çizmek ve çoğaltmak anlamına gelir ve matbaacılığın temel araçlarından ofset kalıplarının ilk öncülüdür.
İkinci bir örnek olarak tıpda kullanılan bir teşhis yöntemi olarak Ekografi ise ultrasonik ses dalgalarıyla kalbin işlevinin grafisini çekmek, yazmak, çoğaltmak anlamına gelir.
Yine bir farklı örnek ise Fonografi’ dir. Fonografi, sonunda yer alan grafi sözcüğü sayesinde ses üreten cisimlerin titreşimlerinin grafik olarak yazılması, çizilmesi hatta çoğaltılması anlamına gelir.
Fotoğraflar: Prof. Dr. Ata Yakup Kaptan
Sonuç olarak bu etimolojik çözümleme örnekleri; Sir John Herschel’in türettiği Photography (fotoğraf/fotografi) sözcüğünün de çözümlenmesi için önemlidir. Fotografi terimsel olarak Eski Yunanca phôs, phōt – foton “ışık” ve Eski Yunanca graphē, “yazı, kayıt, çoğaltma” sözcüklerinin bileşiğidir. Kısacası ışıkla yazmak, ışıkla çoğaltmak, ışıkla çizmek anlamına gelir. Vurgulanacak olursa fotoğraf makinesi, kamera obscura veya herhangi bir mekanikle çekilen her fotoğraf özünde Grafi’ dir yani grafiktir. Bu nedenle “fotoğraf”, “fotograf”, fotografi” olarak kullanılırlar. Analog’ dan gelen ve filmli dönemlere büyük emek vermiş geleneğe hakim fotoğrafçılar fotoğraf kelimesinin biraz daha sert söylemi olan ve vurgu olarak betimlenen “FotoGRAF” sözcüğünü özellikle kullanırlar.
Bütün bu fotoğraf kültürü ve terminolojisi içeren açıklamalardan sonra çalışmanın ve konunun ana fikrine odaklanacak olursak;
Fotoğraflar: Prof. Dr. Ata Yakup Kaptan
Grafik Fotoğraf Nedir?
Sorusuna cevap aramak önemlidir. Yine bu kapsamda çoğaltılabilir olan her fotoğraf her ne kadar “grafi/graphy” ise de söz edilen “grafik fotoğraf” kavramı onun formu, biçimi, yapısal özellikleri, görsel ilkeleri, ögeleri, geometrisi ve çekim teknikleriyle ilişkilidir. Bu ilişki görselleşen fotoğrafın dilinin grafik özellikler taşımasından kaynaklanır. Fotoğraf yüzeyinde yer alan ve yapısal ögeler arasında ifade edilen her eleman fotoğraf üzerinde grafik etkiler oluşturabilir. Örneğin birden fazla nokta, çizgisel varyasyonlar, ritmik hareketler, dokusal zenginlikler, vektörler, Açık/koyu leke çeşitliği, ironik illüstratif yorumlar da grafik etkiye katkı sağlayabilir. Bütün bu çeşitlemeler içerisinde en baskın grafik fotoğraf tanımlamasını iki madde içerisinde ele almakta yarar vardır.
Fotoğraflar: Prof. Dr. Ata Yakup Kaptan
Bu özellikleri kısaca açıklayalım:
1. Ters ışıkla oluşturulan grafik fotoğraflar:
Bu fotoğraflarda ışık kaynağı bakış/çekim noktasındaki obje, figür veya nesnelerin arkasında yer aldığı ve onları yeterince aydınlatamadığı için siluet ve gölge şeklinde lekesel bir etki oluştururlar. Fotoğraf tekniği olarak yüksek perde hızıyla veya kısık diyafram tercihleriyle manuel ayarlarda çekilmesi önerilir. Bu tür görseller içerisinde nesne veya figürleri hareket ettirme, zıplama, atlama veya bir iş halinde çekildiği sürece etkili fotoğraflar ortaya çıkacaktır. Ancak en büyük risk hareketli veya durağan nesnelerin birbiriyle çakışmamasının sağlanması önemlidir. Arka planın olabildiğince sade olması, atmosfere taşınması, yalınlık açısından önemlidir. Dramatik gün doğumu veya batımı, mavi bir gökyüzü, degrade etkideki atmosferik fonlar güzel sonuçlar verir. Yine mekanlar arası geçişlerde kapıdan, pencereden, binalar arasından veya sokaktan sızan ters ışıklarda grafiği yüksek fotoğraflar ortaya koyar. Özellikle bu tür mimari, iç mekan veya sokak fotoğraflarında renk katkısı çok değerli değil ise genellikle siyah beyaz olarak tercih edilebilir.
Ters ışıkla oluşturulan grafik fotoğraflar, Fotoğraflar: Prof. Dr. Ata Yakup Kaptan
2. Şemalarla ve geometrik formlarla oluşturulan grafik fotoğraflar:
Bu tür kompozisyonlarda fotoğraf yüzeyinde baskın bir şematik veya geometrik biçimler aranır. Bu şemalar ve geometrik formlar hiyerarşik olarak fotoğrafa hakim olurlar. Destek ögeleri olarak kullanılan canlı varlıklar veya nesneler, geometri ile şemalar üzerinde hikaye ve imgesel tasarımlar oluştururlar. Şemalarda en etkili “S”, “M”, “O” “Z” vs. gibi hissedilen formlardır.
Şema ve geometri ile oluşturulan grafik fotoğraflar, Fotoğraflar: Prof. Dr. Ata Yakup Kaptan
Baskın olarak geometri içeren formlar da fotoğrafı güçlendirir ve hareket kazandırır. Özellikle fotoğraf dikdörtgenine diyagonal yerleşen üçgen veya birden çok üçgen bu kapsamda en iyi geometrik formlardır. Yine diyagonal yerleşen kareler, dikdörtgenler ve daireler, spiraller, elipsler fotoğraf yüzeyine hem hareket hem de yapısal zenginlik katarlar. Kısacası baskın geometri ve şema içeren her yerden güzel fotoğraflar çıkar. Şema ve geometri içeren fotoğraflar için ideal arayışlardan birisi de yer düzleminden yükselmektir. Bir tür kuşbakışı olarak da adlandırılan açılar grafikleri görmenizi kolaylaştırır. Ayrıca perspektif çeşitliliği de bu fotoğrafları zenginleştirir. Bunun için binaların yüksek katları, tepeler, merdivenlerden yararlanılacağı gibi; uzatmalı monopodlar, dronlar veya uçabilen araçlardan yararlanılabilir.
Şema ve geometri ile oluşturulan grafik fotoğraflar, Fotoğraflar: Prof. Dr. Ata Yakup Kaptan
Sonuç olarak iyi bir grafik göze sahipseniz, çekmiş olacağınız fotoğrafların niteliğini artıracak önemli bir anahtara sahip olursunuz.
Sayın Vedat Oygür’le Ankara gezimiz devam ediyor. Nerelerden ne hazineler çıkıyor, insan şaşırıyor. Bu hafta yıllarca oturduğum Cebeci’ye gidiyoruz.
Tanıdığımı sandığım ama geçmişinin bu kadar önemli olduğunu bilmediğim bir semt. Aslında Ankara’yı adım adım bir bilenle gezmek gerekiyor.
Gezimize Demirlibaçe’ den başlıyoruz. Vedat Hoca anlatıyor “Bu semtin adı demirli bahçe. Bahçe denmesinin nedenini tahmin edersiniz, eski fotoğraflarda burası yemyeşil bir yer; Demir de demiryolundan geliyor. Demir yolu buradan tepenin öbür tarafına dolanır. Tepenin öbür tarafı Saimekadın’ dır.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUKve İlter AKINOĞLU
Saime Kadın Ankara için önemli bir isim. Saime Hatun Hacı Bayram’ın torunu şeyh İnayetullah babanın kızıdır. Ankara’nın önemli ailesi Müderriszadelerdendir. Müderriszadeler Ankara’nın Mimarzadeler’le birlikte ilk 2 önemli ailesinden biridir.
Yahudi mahallesinin orada, Leblebici Mahallesi Camisi vardır. O camii Müderris ailesinin yaptırdığı bir camidir. O zamanlar, 1400’lerin sonu veya 1500’lerin başı, buralarda yerleşim vardı.
Biraz ileride Atatürk öğrenci yurdu vardır, halk arasında site yurdu olarak da bilinir.
Yurdun karşısındaki hastane de, Ankara Hastanesi’dir. Türk Kızılay’ı Ankara’ya bir modern hastane yapmak istiyor ve Fransız Mimar Jean Walter ile anlaşıyor. Proje 200 yataklı bir hastane ve hasta bakıcı okulunu kapsamaktadır.
Kızılay hastanesi ve hasta bakıcı okulunun yapımını Emlak Kredi Bankası üstleniyor. 1946 yılında inşaat başlıyor, fakat inşaatı bitiremiyor ve bırakıyorlar. Sonra inşaat Vehbi Koç’a veriliyor. Vehbi Koç 1952 yılında inşaata başlıyor. Bu sefer hastane 500 yataklı oluyor. Ankara hastanesi ve hemşire okulu, 1957 yılında bitiriliyor. Açılışı o zamanın Cumhurbaşkanı Celal Bayar yapıyor. İlk açıldığı yıl Alman, İngiliz ve Macar doktorlar görev yapıyor.
Hastanenin yanındaki sokağın hemen ucunda Ulucanlar Cezaevi var, sokağın altındaki Talatpaşa Bulvarı ile arasındaki küçük mahalle Boşnaklar mahallesidir. 93 Osmanlı Rus harbinde, Osmanlı yenilince, ilk önce kaybettiği yer Bosna Hersek ve Sırbistan’dır. Buralar Avusturya Macaristan imparatorluğuna bırakılıyor. Sırplar hemen bağımsızlık isyan hareketlerine başlıyorlar. O isyanlar sırasında da oradaki Müslümanlara çok eziyet ediyorlar. Çok katliamlar oluyor. Müslüman halk oradan artık doğuya doğru göçe başlıyor. Önce Trakya’ya yerleşiyorlar, sonra İstanbul’a Ankara’ya da gelmeye başlıyorlar, ilk gelen grupların içindeki işçiler var. Fabrika işçileri oradan geliyorlar. At pazarındaki hanlara yerleştiriyorlar ve 1900 yılında bu mahalle yapılmaya başlanıyor. 1903’e kadar parça parça mahalle yapılıyor ve işçiler buraya yerleştiriliyor. Boşnak işçiler ilk önce demir yollarında çalışıyorlar sonra Milli Mücadele döneminde de imalatı harbiye fabrikalarında çalışmaya başlıyorlar.
Tabii bu Boşnakların gelip Ankara’ya yerleşmesi, Ankara’nın sosyal yaşamında çok büyük bir değişiklik yaratıyor. Gelenlerin hepsi işçi, Ankara’da işçi sınıfı oluşuyor. Boşnaklar için yapılan mahalle Türkiye’nin ilk toplu konut mahallesidir. İşçilerin çalışacakları yere gidebilmeleri için 1924 yılında belediye otobüsleri ile toplu taşıma başlıyor.
Talat Paşa Bulvarı 1900’lerin başından beri var. Yolun kenarında bulunan Türkiye Kamusen yazan binanın yanında benzinlik vardı. O binanın yerinde 1951 yılında Cebeci sineması vardı. Bu sinema ilk yapılan Mahalle sinemasıdır. Bu sinemayı yaptıran Cemali kardeşlerdir. Cebeci sinemasının, 1280 koltuğu vardı. 1980’li yıllarda yıkıldı.
Konservatuvarın önüne geldik:
Fotoğraf: Cengiz PAMUK
3 Mart 1924’te tevhidi tedrisat kanunu çıkınca, İstanbul’daki Muzika-i Hümâyun’ un şefi Osman Zeki Üngör başkanlığında bütün müzisyenler, müzik aletleri trene bindirilip, Ankara’ya getirilirler. Bu müzik grubu, Riyaseti Cumhur musiki heyeti adıyla Ankara’ya gelir. Hergele meydanının oradaki Ankara evine yerleşirler ve 11 Mart’ta ilk konserlerini verirler.
Ankara tarihi açısından bunlar önemlidir. Musiki heyetinin şefi Osman Zeki Üngör’e en kısa zamanda Musiki Muallim mektebini açması görevi verilir. Eylül 1924’de Musiki Muallim Mektebi eğitime başlar.
Eğitim Bakanlığı’nın baş mimarı Ernst Arnold Egli ‘ye konservatuar binası yapımı için görev verilir.
İnşaat hemen başlar ve 1930 ders yılına burada girilir, okulun konser salonu da vardır. O salonda, her Cumartesi, halka Klasik batı müziği konserleri verilir. Ankara radyosu konserleri canlı olarak yayınlar. 1935 yılında Musiki Muallim Mektebi yerine konservatuvar kuralım düşüncesiyle Almanya’dan Prof. Hindemith getirilir. Hindemith’ in önerileri ile, önce 1924 yılında kurulan Musiki Muallim Mektebi, 1936’da Ankara Devlet Konservatuvarına dönüştürülür. 1938’de Müzik öğretmenliği bölümü Konservatuvardan ayrılır.
Yeni oluşturulan Ankara Devlet Konservatuvarında piyano, yaylı çalgılar, üflemeli çalgılar, opera, şan ve sahne oyunculuğu bölümleri vardı. 1982 yılına kadar Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı olarak eğitim veren Ankara Devlet Konservatuvarı, aynı yıl Yükseköğretim Kurulu kapsamına alınarak Hacettepe Üniversitesine bağlanmıştır.
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Binası
Bu binalar 1900 başında kışla olarak, başhekimlik binası da komutanlık olarak kullanılıyordu.
Fotoğraf:Cengiz PAMUK
Milli Mücadele zamanında burası Cebeci askeri hastanesi oldu. Bu binalar savaştan sonra da askeri hastane olarak devam eder, sonra 1941 yılında ikinci dünya savaşı sırasında İstanbul vurulur korkusuyla İstanbul’daki Gülhane askeri hastanesi olduğu gibi buraya taşınır.
Daha sonra, 1945 yılında da Ankara Üniversitesine bağlı tıp fakültesi kurulur.
Askeri hastane, Etlik’ teki, Gülhane Askeri Hastanesinin yeri yapılınca 1953’te oraya gider. Bu binaları Sağlık Bakanlığı tümüyle tıp fakültesine tahsis eder.
Harita Genel Müdürlüğü
Çok zengin bir harita arşivleri vardır. Oraya önceden izin alarak girebilirsiniz.
Harita Komutanlığı harita müzesi gibi bir yerdir. 1880’lerde Harp Okulu öğrencilerinin yaptığı kabartma haritalar, Kurtuluş Savaşı’nda kullanılan haritalar, sonraki dönemlerde askerlerin yaptığı haritalar vardır.
Yine, o eski dönem haritacılarının kullandığı malzemeler ve çok güzel bir de resim galerisi vardır. Bu resimler, Türk ressamlarının 1935-1943 yılları arasında Anadolu’dan Görüntüler diye yaptığı resimlerdir.
Randevu alınarak müze gezilebiliyor.
Askerlik Şubesi
Burası eskiden askerlik şubesiydi. Arka tarafında Dikimevi vardı. Artık seri kıyafet üretimini burada yapmıyorlar. Kara Dikimevi İstanbul’a gitti, Deniz Dikimevi Balgat tarafına gitti. Binaların tarihleri konusunda bir kayıt yok.
Cumhuriyet Fırını
Cumhuriyet fırını tarihi bir fırındır. Cumhuriyet fırını 1949 yılında yapılıyor. İkinci dünya savaşından sonra, bunun yapıldığı yıllarda Ankara’da 3 tane modern fırın kurulur, bunlar Alman usulü bugünkü taş fırınların ilk örnekleridir. Sonra 1959′ da, İhsan Özcivelik burayı satın alır. Binası halen orijinaldir.
Fotoğraf: Cengiz PAMUK
Yürüyüşümüze devam ediyoruz, şimdi tren yolu yanındayız.
Geldiğimiz sokak Yeni Ankara Sokak’ dır. Tren yolunun diğer tarafında kalan bölümü Cebeci çayırıdır. Roma döneminde buranın adı Kampüstür.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUKve İlter AKINOĞLU
Kampüs Roma’ da ordugah demektir. Roma’ nın Ankara’ da, 2 tane lejyonu, bir istihdam birliği vardır. Osmanlı zamanında da bu yerde Cebeci askeri birliği vardır.
Cebeci, ordunun cephanesinin silahını üreten, taşıyan, tamir eden bölümdür. Buranın adı da Cebeci askerinden geliyor.
Cebeci çayırı Osmanlı döneminden beri eğlence alanıdır. Burada bayram yeri kurulur, eğlenceler yapılırdı. Bu uygulama Cumhuriyet zamanında da devam etmiştir.
Ankara’ da futbol maçları da buradaki Cebeci stadında oynanırdı.
50. yıl parkı
Siyasal Bilgiler Fakültesinin yanından yukarı gittiğimizde 50. Yıl parkını görürüz. Oradan baktığımızda Ankara çok güzel görünür. Oradaki bayrak direğiAvrupa’nın en büyük bayrak direğidir. Dünyanın da 3. Büyük bayrak direğidir. Park, 100 dönüm civarında bir parktır.
Hukuk Fakültesi önündeyiz.
Şimdi Siyasal ve Hukuk Fakültelerini konuşacağız ama onları konuşmadan önce Ankara’da Üniversite kavramını konuşmamız lazım. İstanbul’da Daril Fünun vardı ve Üniversitenin kuruluş tarihi 1900’dür.
Fotoğraf: Cengiz PAMUK
Avrupa’da ilk Üniversite 1088’de kurulan Bologna üniversitesi, ikincisi Paris üniversitesidir. Bugünkü Sorbon 1166, Oxford 1186’ da kurulur.
İstanbul’ daki üniversiteyi buraya kopyalamak istemezler, Cumhuriyete uygun bir Üniversite olmasını isterler. Onun için 1921 yılında çalışmalar başlar.
1921’de Eğitim Bakanlığı’na bağlı Kültür Müdürlüğü kurulur, kültür müdürlüğüne kalenin içindeki Akkale burcunda, Eti Arkeoloji Müzesi kurması talimatı verilir.
1924’de Adliye Hukuk Yüksek Okulu kurulur. Eğitim Ulus’ da bir binada başlar. Öğrenci sayısı arttıkça binalar değişir. 1928 yılında okulun adı Ankara Hukuk Fakültesi olur. Öğrenci sayısı çok arttığı için 1941 yılında okulun inşaatı başlar. İnşaatı, Mimar müteahhit Abdullah Ziya Kozanoğlu yapar.
1946′ da okul buraya taşınır. Sonra ilahiyat fakültesi de eğitime 1949′ da burada başlar.
Siyasal Bilgilerin tarihi Ankara’ da çok eskidir.
Ankara’da ilk Mülkiye Mektebi 1887’de kurulmuştur, yüksek ihtisas hastanesinin olduğu yerdedir. O zaman Üniversite olmadığı için idadi düzeyindedir.
1935 yılında da İstanbul’daki Mülkiye Mektebinin Ankara’ya taşınmasına karar verilir ve Ernest Egli’ ye bu binayı yapması söylenir. Okul binası 1936 yılında bitirilir.
Kasım ayında burada dersler başlar, adı da artık Siyasal Bilgiler Okuludur. 1953 de adı Siyasal Bilgiler Fakültesi olur. Okulun arka tarafında yurt vardır. 1965 yılında da Unesco’nun katkılarıyla hemen arkada Basın Yayın Yüksek Okulu kurulur.
Kurtuluş Ortaokulu
Kurtuluş Ortaokulu Ankara’nın en eski okullarından. Kurtuluş adı kurtuluş savaşı ile ilgilidir. Kurtuluş ilkokulu ilk önce 1929 yılında Ulus’tadır. İlkokul olarak başlayan süreç 1931 de Taşmektep binasına geçerken Kurtuluş Ortaokulu olarak devam eder.
Fotoğraf: Cengiz PAMUK
Daha sonra, şimdiki Kurtuluş Lisesinin olduğu mekanda, kendi binası yapılmaya başlanır. Yeni yerinde de ortaokul olarak eğitime devam ederler.
Sonra ilkokul ihtiyacını karşılamak bir bina daha yapılıyor ve oraya 1945 de Demirli Bahçe ilkokulu adıyla ilkokul kısmı açılıyor. Yolun bir tarafı o zaman mezarlık, o mezarlığın tasfiyesi başlıyor. İnşaat yapılıyor ve 1949 da arkadaki küçük binada Kurtuluş ilkokulu açılıyor. Diğer iki bina ortaokul oluyor.
Sonra 1954’te Kurtuluş lisesi yapılıyor. Zaman içinde ihtiyaca göre okula ilave binalar yapılıyor.
Okul, 27 Eylül 1954 yılında lise kısmına kavuşmuş, orta ve lise eğitimi ve öğretimi birlikte verilmiş ve Kurtuluş Lisesi adını almıştır. 1970 yılından itibaren Kurtuluş Lisesi, Orta Okul’ dan ayrılmış ve şimdiki binasına taşınmıştır. 1993 -94 öğretim yılında Kurtuluş ortaokulu ve Kurtuluş ilkokulu‘ nun da ilköğretim okulu olması kararı alınmış ve isimlerin karıştırılmaması için okulun adı Tevfik İleri ilköğretim okulu olarak değiştirilmiştir. 2013 yılından itibaren ise Tevfik İleri Ortaokulu olarak faaliyetini sürdürmektedir.
Kolej
Şimdi Kolej kavşağındayız. Karşımızda Ahmet Andiçen Kanser hastanesi var.
Kanser derneği 1947 yılında kuruluyor, sonra 1955 yılında Ahmet Andicen, derneğin büyük bağışçısı, bu hastaneyi yaptırıyor.
Fotoğraf: Cengiz PAMUK
Şimdi burada hastane yok, burası sadece poliklinik hizmeti veriyor.
Hastanenin arkasından geçen İncesu deresi yukarıdan İmrahor vadisinden gelir, Kolejle hastanenin arasından geçer, Abdi İpekçi parkına doğru gider. Üstü kapatıldığı için şimdi göremiyoruz. Yağmur çok yağarsa, dere tıkanırsa, etrafa taşma olasılığı da vardır. Dere kapalı alanda olduğu için temizlenme şansı da yoktur.
Kolej’ in hikayesine gelirsek; İlk Maarif Cemiyeti 1928 yılında Mustafa Kemal’in himayesinde kurulur, Cemiyetin başkanı İsmet İnönü’dür. Üyeler de bütün bakanlar ve bazı milletvekilleridir.
Cemiyetin amacı, özellikle yüksek öğrenim gören öğrencilerin barınma ihtiyacını karşılamak, onlara yurt dışına gidip okuyabilecek şekilde burs sağlamak ve yabancı dilde eğitim yapacak okul kurmaktır.
1937′ de buradaki binaları yapılır ve hemen ilkokul ve ortaokul açılır. 1946′ da adı derneğin adı artık Türk Eğitim Derneği olur. Okuldaki eğitim 1953′ te İngilizce olarak verilmeye başlar. 2003 yılında da okul buradan da taşınarak İncek’ e gider.
Kurtuluş Parkı
Park’ın bulunduğu yer Osmanlı döneminde boş bir arazi imiş. Bu arazide 1931’de Ankara’nın ağaçlandırılması için fidanlık oluşturulmuştur. Fidanlık 180 dönüm büyüklüğündeydi. Kamulaştırılan alan, bugünkü Kurtuluş Parkı’nın yanı sıra Kâzım Özalp Caddesi (günümüzdeki adı Ziya Gökalp Caddesi) ile Servi Sokak arasındaki araziyi de kapsamaktaydı. 1935 de fidanlığın ortasında bir park yapılır.
Fotoğraf: İlter AKINOĞLUve Cengiz PAMUK
Fidanlık, 1950’lerde doğu-batı aksında uzanan Ziya Gökalp Caddesi ile bölündü ve küçük bir parçası yok oldu. O kısım imara açıldı. Kalan bölüm 110 dönümdür. Yine fidanlık ve park olarak devam eder. 1963 yıllarında fidanlık kaldırılır sadece park kalır. Park, adını o zamanlar bağlı olduğu Kurtuluş Mahallesinden almıştır.
Sarıkız Heykeli
Sonra parkın içinde sosyal yapılar, buz pateni tesisi, nikah salonu açılır. Parkın çıkışında da Sarıkız heykeli vardır.
Fotoğraf:Cengiz PAMUK
Sarıkız heykeli, Selim Turan’ ın 1993 yılında yaptığı, hareketli bir heykeldir.
Sarıkız Heykeli, sanatçının Kaz Dağları etrafında anlatılan Sarıkız efsanesinden esinlenerek meydana getirdiği bir eserdir. Türkiye’deki ilk mobil heykellerden birisidir. Gezimiz, güzel bir İlk bahar havasında tarihin içine bir yolculuk olarak gerçekleşti. Ramazan olduğu için mutad gezi sonrası çay keyfimizi yapamadık. Sayın Vedat Oygür Hocamıza bilgilendirmeleri için Teşekkür ediyoruz.
Neden kapalı mekânlarda yaşadığımızı ya da çalıştığımızı hiç merak ettiniz mi? Acaba bu korunma içgüdümüzün bir refleksi mi? Kuşkusuz öyle… Çünkü insanoğlu daha ilk başlarda korunma içgüdüsünden dolayı mağaraları ya da ağaç kavuklarını yaşam yerleri olarak seçti. Yüzyıllar ilerledikçe gelişen insan zekâsı ve yaşamı güçleştiren doğal koşullar, insanoğlunu hem daha sağlam bir barınma yeri yapmaya, hem de gelişen ihtiyaçlarla birlikte konut dışı yapılar (örneğin; Köprü, su kemeri, baraj, geçit, ibadet yeri vb.) yapmaya zorladı. Bugün, çok çeşitli dallarda gerek duyulan yapı yapma süreci de, bu şekilde başlamış oldu.
Çeşitli amaçlar için yapılması gereken yapıların, gerçekleştirilmesiyle birlikte mimarlık bir meslek dalı olarak ortaya çıktı. Önceleri usta çırak ilişkisiyle başlayan ve yüzyıllar boyunca da böyle devam eden mimarlık eğitimi, uygarlığın gelişimine paralellik göstererek büyük değişimlere uğradı. Günümüzde artık akademide eğitim almış uzmanlar tarafından yürütülen mimarlık mesleği, daha rasyonel ve daha kullanıma uygun yapıların yapılmasına olanak sağladı.
Çeşitli amaçlar için gerçekleştirilen yapıların yapımıyla birlikte, bunların işlevlerini ve amaçlarını, çeşitli araçlar kullanarak gerekli olan kanallara ya da geniş halk kitlelerine aktarmak gereği de ortaya çıktı. Bu araçların başında da hiç şüphesiz fotoğraf gelmektedir. Fotoğrafın bulunuşundan itibaren başlayan bu süreç, mimari fotoğrafçılığın da olgunlaşmasına imkân verdi. Başlangıçta elde edilen filmlerin duyarlılıklarının çok düşük olması ve daha çok sabit duran objelerin çekilmesine olanak vermesi, mimari fotoğrafçılığın öne çıkmasını sağladı. Bu nedenle Joseph N. Niepce tarafından çekilen ilk fotoğrafın bir mimari fotoğraf olması rastlantı değil, mecburiyetti.
Ancak 20. yüzyılın 2. çeyreğinde fotoğraf teknolojisinde yeni gelişmeler oldu. Birçok dalda teknolojik gelişimlerin yaşandığı bu yüzyılda, gelişen fotoğraf teknolojisi ile birlikte mimari amaçlı fotoğraf makinesi ve aksesuarlarının üretilmesine başlandı. Duyarlılığı daha yüksek filmlerin üretilmesi ile mimari çekimlerin daha kolay yapılması sağlandı. Teknik kameralar, net görüntü dairesi çapları özel olarak büyütülmüş objektifler, panorama fotoğraf makineleri ve perspektif düzeltici objektifler mimari fotoğraf çekimlerinde sıklıkla kullanılmaya başlandı. Bu gelişmelere ek olarak mimari fotoğrafçılıkta farklı üsluplar ve akımlar da birbiri ardına ortaya çıktı.
Bugün tüm dünyada gerek tanıtım fotoğrafçılığı, gerekse belgesel fotoğrafçılık içerisinde oldukça büyük bir yer kaplayan mimari fotoğrafçılık, onun doğru ekipman, doğru ışık, doğru bakış açısı ve doğru bir perspektifle çekilmesini gerektirmektedir.
Bunun yanında yapı konusunda bilgi sahibi olarak onun nasıl ve hangi teknikle fotoğrafa aktarılacağı da bir başka konudur. Bu konuda en doğru yol şu şekilde izlenmelidir;
Yapı hakkında; eğer eski bir yapıysa bir sanat tarihçisi ya da arkeologdan, eğer yeni yapıysa mimarından bilgi alınır,
Yapının hangi amaçla çekileceği eğer varsa işverenle/mimarıyla görüşüldükten sonra tespit edilir,
Yapının oturduğu topografya tespit edildikten sonra yapının çekilecek olan cephesine gelen ışığın açısı ve çekim saati tespit edilir,
Yapının ve gerekiyorsa çevresinin kadraja hangi perspektifte aktarılacağını saptanır,
Bu aşamadan sonra bakış noktası ve yüksekliği belirlenir.
Tüm bu aşamalardan sonra artık sıra objektif odak uzaklığının seçilmesine gelmiştir.
Objektif odak uzaklığı da seçildikten sonra yapılacak son işlem pozlandırmanın belirlenmesidir.
Alan derinliği isteğine göre gerekli olan diyafram ve buna göre pozometrenin vereceği örtücü hız da belirlendikten sonra tripod (mutlak) ile çekim tamamlanır.
Gerekiyorsa son ışık ve perspektif düzeltmeleri uygun bir görüntü işleme programı ile bilgisayar üzerinde yapılır.
Önemli Not: Prof. Dr. Özer KANBUROĞLU’nun, Say Yayınları’ndan basılan “TÜM YÖNLERİYLE MİMARİ FOTOĞRAF” adlı kitabından alıntılanmıştır.