Karşılaştırmalı Fotoğrafçı Okumaları

Jeff Wall ve Antoine D’agata

Jeff Wall

Jeff Wall, 29 Eylül 1946 yılında Kanada, Vancouver’da doğdu.1964-1970 yıllarında lisans ve yüksek lisansını British Columbia Üniversitesi, Sanat Tarihi Bölümü’nde tamamladı. Bir medya teorisyeni olarak sosyolojik, felsefi ve estetik metinleri incelediği dersler verdi. Düsseldorf Sanatları Akademisi’nde de çalışan Wall, 1999’da emekli olana kadar British Columbia Üniversitesi’nde profesörlük yaptı. Fotoğrafçılık kariyerinin yanı sıra sanat üzerine teorik metinleri olan bir akademisyendir.

1970’lerin sonlarından beri Wall sinema ve reklamın gösterim yöntemlerinden ve sanat tarihi birikiminden faydalanarak büyük ölçekli fotoğraflar oluşturdu. Resim, fotoğraf ve sinema estetiğini birleştirdi ve belgesele yakın kurmaca fotoğraflar üretti.

Wall’un imzası niteliğini taşıyan ışık kutularıyla sergileme tekniğinin sinema perdesini hatırlatan bir görünümü vardır. Işık kutuları sokak reklamcılığı için kullanılan bir çerçevedir. Bu sayede Wall hem sokağın ruhunu sanatı ile birleştirmiş hem de beyaz perdede izlediğimiz bir film sahnesini andıran görselleriyle sinematografik bir ekti yakalamıştır.

Fotoğraflarında aradığı görsel etkiyi yakalamak için her detayı incelikli bir şekilde tasarlar. Ön hazırlık aşamasında mekanın kurgulanması, kostümlerin belirlenmesi, oyuncuların seçimi, ışık, dekor gibi bir film sahnesi için gerekli hazırlıklara benzer çoğu aşamayı tasarlar ve bir set kurar. Fotoğrafların son hali genellikle samimi ve kendiliğinden gelişmiş bir an gibi görünse de bütün süreç uzun uğraşlar sonucu elde edilmiş ve oldukça zaman alan işlerdir.

Konularının çoğu, sanatçının kendi hayatında tanık olduğu, okuduğu veya duyduğu anlardan gelir. Ancak, bu anları tam olarak kopyalamaktan ziyade, bu sahneleri bir olayın ortasında donmuş anlar olarak görüp tasvir ettiği gibi, görsel ve fiziksel unsurları değiştirerek kendi beğenisini çeken yönleriyle yeniden yaratır. Fotoğraflarıyla Wall, sanatın estetikten uzak, her günkü görsel ve anlatı şeklini ortaya çıkarırken, gündelik görüntüleri fotoğraf alanına katar. (Tuncer,2019, s.20)

Wall fotoğraflarında sokak fotoğrafçılığının anı yakalama ruhunu yansıtır. Fotoğraflarındaki kompozisyonları sanat tarihinin anıtsal tablolarından ilhamla düzenler ve işlerinin arka planında referans aldığı resimlere gönderme yapar.  Birçok fotoğrafı sanat tarihinden uyarlamadır ancak düzenlemeyi kendi hatıralarındaki imgeleri kullanarak yapar. Bu durum uyarlama tabloyu değil Wall’ın imgesini ön plana çıkartmayı sağlar.

Wall gerçekliğin kopyasını ortaya koymak amacıyla sanatsal sahnelerini kurguladığı görsellerini tanımlamak için ‘neredeyse belgesel’ terimini kullanmayı öne sürer. Sanatçının bu alandaki eserleri, sahnelenen fotoğrafın nasıl dönüştüğünü; sanatçıların izleyicilerini etkilemek için nasıl yeni keşifleri sürdürdüklerini bizlere gösterir. (Tuncer,2019, s.70)

Fotoğraf ile hikaye anlatmakta akla gelen ilk isimlerden biri Jeff Wall’dur. Büyük uğraşlar sonucu kurguladığı fotoğrafları bize gündelik hayatın içinden karşılaşabileceğimiz bir kare hissini uyandırır.  Oyuncular genellikle hareket halindeyken fotoğrafa yakalanmışlar gibi görünür, yüzlerindeki mikro mimikler, tavır ve davranışları bize olay hakkında ipuçları verir. Bu sayede izleyici kolaylıkla fotoğrafın gerçekçiliğine ikna olur ve hikayeyi kendi içinde tahmin yürüterek düşünmeye başlar.

Wall, ‘gerçekliği temsil etmek’ yerine gerçekliği tam da kurguyu işin içine katarak ‘yeniden kurmakta’, ‘yeniden inşa etmek’tedir. Gerçekliğin yeniden kurulması sadece kurgusal gerçeklik olarak inşa edilmesiyle olanaklıdır. Gerçekliği ‘ayraç içine alan’ Wall, gerçekliğe ilişkin kendi deneyimini yeniden inşa eder. Her yeniden inşa kuşkusuz ancak kurgusallık ile ilişkili olabilir. Diğer taraftan kurgusallık ile olanaklı her yeni inşa ancak ve ancak gerçekliğin yeniden kurulmasıdır. (Mocan, 2017, s.61)

jeff wall, dead troops talk, 1992
jeff wall, mimic,1982
jeff wall, passerby, 1996
Jeff Wall – A Sudden Gust of Wind (after Hokusai), 1993
Jeff Wall, A View from an Apartment

Antoine D’agata

“Önemli olan bir fotoğrafçının dünyaya nasıl baktığı değil, onunla olan yakın ilişkisidir.”

Antoine d’Agata, 1961’de Marsilya’da doğdu. 1983’te Fransa’dan ayrıldı ve çeşitli ülkelere yolculuk yaptı. 1990 yılında New York da Larry Clark ve Nan Goldin’den dersler aldı ve onların fotoğraf üslubundan etkilendi.

1991-92 yıllarında New York’ta bulunduğu süre içerisinde Magnum’un yazı işleri bölümünde stajyer olarak çalışan d’Agata, ABD’deki deneyimlerine ve eğitimine rağmen 1993’te Fransa’ya döndükten sonra dört yıllık bir eğitim aldı. İlk fotoğraf kitapları De Mala Muerte ve Mala Noche 1998’de yayınlandı ve ertesi yıl Galerie Vu çalışmalarını dağıtmaya başladı. 2001’de Memleketi’ni yayınladı ve genç fotoğrafçılar için Niépce Ödülü’nü kazandı. Düzenli olarak yayın yapmaya devam etti: Eylül ayında Paris’te açılan 1001 Nuits sergisine eşlik eden Vortex ve Insomnia 2003’te çıktı; Stigma 2004 yılında yayınlandı ve Manifeste2005 yılında.

Antoine d’Agat. Tijuana,Meksika. 2000.

D’Agata fotoğraflarında bireysel gerçekliği yakalar. Kendi gerçekliği üzerinden dünyayı anlama ve anlamlandırma çabasını sunar izleyiciye. O fotoğrafladığı dünyanın bir parçasıdır ve bize hayatından parçaları tüm çıplaklığı ile ortaya koyar. Fotoğrafları bilinç dışının bir ürünüdür.

Çekeceğim şeyi önceden belirlemekten kaçınmaya çalışıyorum. En azından elimden geldiğince bilinçsiz davranmaya çalışıyorum. Ve sonunda fotoğraflarımın konusu seks, ölüm gibi varoluşun en temel meselelerinden oluşuyor.” (Öztürk, 2003, s. 35).

Bağımlılık, alkol, uyuşturucu, sex ve fahişlerle dolu fotoğraflarını madde kullanarak, en yüksek zevke ulaştığı ve bilinçsizlik halini yaşadığı anlarda çeker.

Antoine d’Agata, Insomnia, İstanbul 2003

D’Agata’nın fotoğrafları çoğunlukla amorf görüntülerdir; yüksek kontrastlı, odak dışı bulanıklıklar ve şekilsizleşen bedenler; ancak bunun nedeni bilinçli olarak uygulanan bir deformasyon değil; içinde bulunduğu bilinçli olmama halinin yarattığı koşullardır. Teknik unsurları göz ardı ederek; fotografik görünen anları önemsemeden, sadece yaşadığı deneyim anının, başka bir deyişle o anki durumun, onun normal olma durumunun fotoğraf makinesiyle kaydedilmesidir.(Akkaya, 2015, s.333)

Antoine d’Agata, Las Palmas, Kanarya Adaları 2004

D’Agata’nın fotoğrafları klasik belgesele daha yakın duran bir anlatım içerir. Ancak Magnum’da geçirdiği süre boyunca tipik bir fotojurnalist olmak istemediğini fark ederek; kendi yolunu bulmanın önemini keşfeder. Kolay anlaşılabilir semboller aracılığıyla mesaj veren klasik belgesel fotoğrafın aksine; kendi bulunduğu durumu içerden aktaran bir fotoğrafçı olmayı seçen D’Agata, var oluşunun içsel anlamını dışa vuran deneyimlerle, dar bir bakış açısı bile olsa, dünyayı kendi gördüğü şekliyle fotoğraflarına yansıtmayı tercih eder.(Akkaya, 2015, s.329)

Antoine d’Agata, Bangkok, Tayland 2007
Antoine d’Agata, Phnom Penh, Kamboçya 2008

KAYNAKÇA

Akkaya, Şahinde. Mahremiyet, Melankoli ve İktidar Bağlamında Antoine D’Agata. Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Kültürel Çalışmalar Dergisi. 2015, 2(1): 315-337

Tuncer, Selin. Jeff Wall: Sanat Tarihi Referanslı Çağdaş Uyarlamalar. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul Teknik Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Mocan, Ahmet Can. (2017). Jeff Wall Fotoğraflarında Gerçekçilik ve Kurgusallık İlişkisi Üzerine Bir İnceleme, Yüksek Lisans Derecesi, Işık Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Öztürk, R.(2003). D’Agata’nın Gece Notları. Geniş Açı Fotoğraf Sanatı Dergisi. Sayı: 27.

S.34-37

Ayşe Beyza TÜRKER

Mart 2022

BİR FOTOĞRAFÇININ GÖZ YAŞLARI

Tek amacı Fotoğraf olan bir derneğin çıkardığı bir bültende duyduğumda beni çok etkileyen bu anının yer alması gerektiğini düşündüğüm için Atatürk ve bir fotoğrafçı ile arasındaki bağı ve çok bilindik bir fotoğrafın hikayesini anlatan bu özel anıyı burada yazmaya ve FSK okurları ile paylaşmaya karar verdim.

Ben burada Atatürk’ün özel fotoğrafçısı Ali Rıza Tuncay namı diğer Sarı ve onun çok bilinen fotoğrafı olan meclis fotoğrafının çekiliş hikayesinden bahsedeceğim.

Ama önce Atatürk ve Ali Rıza Tuncay’ın tanışma hikayesini anlatayım: Atatürk Ali Rıza Tuncay’ı ilk kez Fevzi Çakmak Paşa’nın kızının düğününde fotoğraf çekmeye çalışırken görmüştür. Ali Rıza Tuncay’ın kendisi tarafından anlatıldığı şekli ile; Atatürk fotoğraf çekmeye çalışan bu gence “Adın ne senin çocuk?” der. Ali Rıza Tuncay kekeleyerek “Ali Rıza Paşam” der. Atatürk’ün yüzü bulutlanır çünkü babasının adıdır bu. Daha sonra nereli olduğunu sorar Ali Rıza “Üsküp’lüyüm efendim” der. Atatürk’ün bu gence kanı kaynamıştır. Sebebi babasının adını taşıyor olması mı yoksa doğduğu topraklardan gelmiş olması mıdır bilinmez ama sevmiştir işte. Atatürk ona hiçbir zaman Ali Rıza diye hitap etmez her zaman Sarı diye hitap eder. O günden sora Sarı Atatürk’ün özel fotoğrafçısı olur ve yüzlerce fotoğrafını çekme şansına erişir.

Gelelim o meşhur meclis fotoğrafının hikayesine: Bu fotoğraf Cumhuriyetin 6. Yıl dönümünde yani 29 Ekim 1929 yılında mecliste yapılan törenin ardından çekilmiştir. Tören bitimi Atatürk ve Devlet Erkanını meclis çıkışında görüntülemek üzere bütün fotoğrafçılar meclisin tam karşısında bulunan Ankara Palas’ın önünde yerlerini alırlar. O sırada elim bir kaza olur ve birisi Sarı’ya çarpar ve fotoğraf makinesi yere düşer. Bütün fotoğrafçılar çekmiştir ancak Sarı o tarihi fotoğrafı çekememiştir. Buna çok üzülen Sarı bir köşede ağlamaya başlar, tabi Atatürk’ün gözünden kaçmaz. Yanına gelip “Neden üzülüyorsun Sarı?” der. Sarı da fotoğrafı çekemediği için üzüldüğünden bahseder. Atatürk gülümseyerek “Canını sıktığın şeye bak bre çocuk!” der ve yanındakilere dönerek, “Arkadaşlar tekrar içeri girip yeniden çıkacağız. Sarı bizim fotoğrafımızı çekecek!”  diye seslenir. İşte o meşhur fotoğraf böyle çekilmiştir. Bir fotoğrafçının göz yaşlarına kıyamayan Atatürk’ün o yüce gönlü sayesinde koskoca Bakanlar, Mebuslar Meclisin önüne tekrar giderek o tarihi pozu vermişlerdir. Aslında Fotoğrafa dikkatle bakarsanız herkes tek bir objektife yani Sarı’nın objektifine bakmaktadır. Daha sonraları bu fotoğraf Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk adımlarını simgeleyen önemli bir ikon haline gelmiştir.

Sarı’nın anlattığı başka bir anıda yine meclisin önünde beklerken Atatürk ve yanındakiler ona poz verirler. Sonra Atatürk şu tarihi sözü söyler: “Biz bütün orduları karşımıza diziyoruz, ama gelin görün ki Sarı da bizi karşısına diziyor.”

Ali Rıza Tuncay namı diğer Sarı 15.02.2000 yılında 97 yaşında iken yaklaşık 800 fotoğraftan oluşan bir Atatürk fotoğrafları arşivini geride kalanlara miras bırakarak vefat etmiştir.

Son söz olarak şunu söylemek istiyorum: Ne kadar şanslıyız ki Fotoğrafa, Fotoğrafçıya ve her şeyden önemlisi insana bu kadar değer veren bir lider Türk Milletine nasip olmuştur.

Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

Kaynaklar:

A.Bilgetay Kaya Twitter @BilgetayKaya

Atatürk Fotoğraflarının Hikayesi (Ciltli), Tuna Yılmaz, Tayfun Gönüllü, Burçak Evren, Kültür A.Ş.

www.isteataturk.com

Tolga Aydoğan Twitter @tolgaaydogan

Can Osman Aksoy https://youtu.be/619R7tvWZ_4

KanalD Haber https://youtu.be/hqMucaRcFkw

BELGESEL FOTOĞRAF USTASI, MEHMET UÇAR


Geride bıraktığımız son on-on beş yıllık zaman dilimi dikkate alındığında, foto-grafik düzlemde en fazla ilgi gören konulardan birinin, meşe odunundan kömür yapımı (‘Torak’) işçiliği olduğunu söylemek mümkündür. Belli bir dönem foto-graf ortamında muazzam bir torakçı rüzgarı esti. Bu nedenle çok sayıda foto-grafçının arşivinde ‘torakçı’lara dair görüntü bulunması şaşırtıcı değildir.

Deneyimlerimiz gösteriyor ki belli dönemler bazı şeyler kolayca moda haline gelebiliyor. Herkes modaya uymasa bile, baskın çoğunluk modaya uymaktan kendisini maalesef alamıyor. Foto-grafik geçmişi otuz yılı aşanlar hatırlayacaklardır; bir dönem  rüzgârı, bir dönem deneysel rüzgarı esmişti. Sonra soyut rüzgarı esti.

‘Torakçılar’ ve ‘mevsimlik tarım işçileri’ gibi sosyal içerikli konular da geride bıraktığımız yakın dönem itibariyle ciddi anlamda rüzgar oluşturdu, moda ile tanımlanacak hale geldi. Neredeyse hepsi saman alevi gibi parladı ve hızla söndü. Bir şeyin üzerine herkes çullanır ve büyük bir rüzgar oluşmasına yol açarsa, o şeyin modaya dönüşmesi kaçınılmaz olur. 

Moda ise, anlamı üzerinde, gelip geçici olanı ifade eder. Başka bir furya başlar, bu kez herkes onun üzerine çullanır ve önceki terk edilir.

Oradan parlak bir görüntü kopartıp almak gibi tamamen kendisine dönük istem yerine, meseleye samimi şekilde yaklaşıp uzun soluklu bir çalışma düşünen ve hangi sosyal kesimle ilgiliyse, o kesimin haklarını korumaya ve geliştirmeye (lütfen dikkat buyurun; ‘çıkar’ değil, ‘hak’) matuf bir kaygı ile foto-grafik kayıt gerçekleştiren için hiçbir şey moda değildir, olmaz. Gerçek anlamda bir sosyal belgeselci, eğildiği meseleye böyle yaklaşır. Orada ve onların arasında bizatihi yer alır, orada yaşar, yerinde tanık olur, her şeyi derinden hisseder, içselleştirir ve sonra görüntü kayıtlarına geçer. Doğa belgeseli için de üç aşağı beş yukarı aynı şeyler geçerlidir. Kavramsal, soyut, kurgu vb ile ifade edilen alanlara dair foto-graf da herhangi bir meseleye dair duygu ve düşünce ifade etme yolu/yöntemi olarak ele alındığında katiyen moda olmaz. Böyle yaklaşan foto-grafçı her zaman nü ile bir soruna işaret eder, soyut ile dert anlatır, kurgu ile önemli bir meseleye parmak basar.

Bu noktada akla, “foto-graf bir şey anlatmak zorunda değildir” yolundaki söylem geliyor. Doğrusu bu söylem pek gerçekçi görünmüyor. İlki, sergi, gösteri vs yapılıp paylaşılması, bu söylemi büyük oranda geçersiz kılar ya da en azından kuşkulu hale getirir; ikincisi, bir an için hakikaten bir şey anlatmak zorunda olmadığı inancı yerleşmiş olsun ve ilgili açıklama güvenilir sayılsın, o takdirde bile söz konusu foto-graf, sergi veya gösteri bir şey anlatmak zorunda olmadığını anlatır, ister istemez; ve üçüncüsü, salt bir görüntü olarak hoşa gitmesi, göz okşaması, duyuları ve/ya zihni harekete geçirmesi mümkün iken, kendiliğinden bir şey anlatan konumuna erişecektir.      

Gerek belgesel çalışmalar bağlamında, gerekse sanatsal bağlamda kendini değil, ele aldığı meseleyi önceleyen ve ona göre davranan bir foto-grafçı için hiçbir şey gelip geçici bir esinti, bir moda olmaz; Torakçıları da, maden işçilerini de, mevsimlik işçileri de, balıkçıları da, zanaatkârları da, çarşı pazarı da, sokakları da, doğayı da yaşadığı her dönem çalışır ve yaptığı her çalışma bir anlam taşır, bir değer üretir. Aynı şekilde nü, portre, kurgusal, kavramsal, still life, soyut (sizce adı her ne ise) foto-graf yapan insan bir meseleyle ilgili içerisinde derinden bir sızı hissediyor ve foto-grafik çalışmalarını bunu dillendirmek üzerine kuruyorsa, entelektüel birikiminin elverdiği ölçüde derinlik içeren bir anlam ve değer üretir.

Dolayısıyla, kendisini önceleyen yaklaşım saman alevi gibi parlayıp sönecek (muhtemelen sonraki zamanlar hiç hatırlanmayacak), buna karşın ele aldığı veya eğildiği meseleyi ve o meseleyle bağı olan şeyleri önceleyen yaklaşım, anlatım gücü veya derinliği ölçüsünde zamana direnecek, eskimeyecek, kalıcı hale gelecektir.

Bu bağlamda olmak üzere Mehmet Uçar’ın uzun soluklu çalışmalarından birini irdelemek isteriz. Çok sayıda örneğini görüp onlarca sergi ve gösteri izlediğimiz, sosyal medyada binlercesi paylaşılan torakçılar konusunu usta foto-grafçı sayın Uçar da çalıştı. Ancak, yol kenarında rastladığı vaziyetten üç-beş görüntü kopartıp almadı, belli zaman aralıklarıyla yaklaşık üç yıl boyunca onlarla aynı ortamda yaşadı, aynı havayı teneffüs etti, aynı sofrada yedi, aynı çayı içti, aynı çadırda uyudu. Dost oldu, aile bireyi gibi görülmeye başlandı. Mehmet Uçar, belli bir zamandan sonra onlardan biriydi artık. Onların gereksinimlerini kendi gereksinimi gibi düşündü, çağdaş bir ebeveyn gibi sorumluluk üstlendi. Her şeyi paylaştı. İşte o zaman gönül rahatlığıyla kamerasını çıkarttı ve sahada varlığından hiç rahatsızlık duyulmadan hareket edebildi. Çalışması uzun solukluydu, kurduğu dostluk da uzun soluklu oldu. Aradan on yıla yakın zaman geçmiş olmasına karşın, Mehmet Uçar maaile torak işi yapan o insanlarla hâlâ diyalogunu sürdürüyor. ‘Dayı’ diye hitap ediyorlar sayın Uçar’a ve kendi aile büyüklerine gösterdikleri ölçüde saygı gösteriyorlar. Bazen Ankara’dan Mardin’e gidip ziyaret ediyor, düğünlerine katılıyor. Yaptığı bütün foto-grafları onlarla paylaştı, seçtiği görüntülerden albüm hazırlayıp hediye etti. Torak işi meşakkatlidir, zordur. Solunan is ve duman nedeniyle sağlık çabuk bozulur. Ortamda hijyen, hak getire. Ne ki insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için buna katlanmak zorundadır. Çocuklar da aynı ortamda yaşamaya mecbur oldukları için eğitim-öğretim meselesi can yakıcıdır. Bu vaziyette olan ama okuyup öğretmen olmak isteyen bir kız çocuğunun dileğinin gerçekleşmesinde Mehmet Uçar’ın çok ciddi rolü bulunduğunu bilmek bile foto-grafın özünde bir araç olduğuna dair dolaylı ve son derece önemli bir örnektir.

Uzun soluklu bir çalışma ve ele aldığı meseleyi, o meseleyle bağı bulunan toplumsal kesimi önceleyen yaklaşım bu şekilde sonuçlanırken, zor koşullarda çalışan-üreten insanların üzerine büyük kalabalıklar halinde adeta çullanıp görüntü kapıp götürmeye çalışmanın ve kaptığı güzel (‘güzel’ ile ‘iyi’ her zaman örtüşmez) görüntüyü sosyal medyada paylaşmanın, gösteri haline getirip çeşitli platformlarda sunmanın, kısacası bu yoğun foto-grafik bombardımanın bazı hallerde torakçılara zarar verebileceği ihtimalini gözden uzak tutmamak lazım.

Torak işi yapanlar için en önemli şeylerden biri meşelik alanlara yakın olmakla birlikte, olmazsa olmaz şey ‘su’ dur. Bir dere kenarında, bolca suyun bulunduğu bir yerde olmaları gerekir. Hazırladıkları yığın kontrolden çıkıp tamamen yanarak yok olma riski taşır. O nedenle bol su bulunmalı ki gereğinde yangını kontrol altına alabilsinler. Öte yandan su hayati önemdedir. İçmek için, temizlik için su elzemdir. Dolayısıyla suyun az olduğu veya uzak olduğu bir alanda torak işi yapmak, çekilen sıkıntıyı birkaç kat artırır.

Soru şu: Bir dönem gidip kısa süre için görüntülerini kaydettiği torakçıların sonraki yıl yahut daha sonra aynı yerde olup olmadığını merak eden oldu mu? Gidip kontrol eden var mı? Kontrol ettiğinde, onların yerinde yeller estiğini farkeden oldu mu? Daha önce yeterli ölçüde su bulunan bir yerde iken, bütün bu foto-graf bombardımandan sonra, daha uzak-kuytu ve suyun yeterli olmadığı başka bir alana geçmek zorunda kalmış olabilecekleri düşünüldü mü? Tekrar iletişim kurup onları dinleyen oldu mu? Ya, ‘ekmeğimizden oluyoruz, ne olur çekmeyin’ serzenişiyle içi sızlayan?..

Asıl belgeseli yapılması gereken belki de budur: Foto-grafçıların ilgisinden önce, foto-grafçıların yoğun ilgisi altında ve o ilginin bitmesinden (tüketilmesinden) sonra ‘Torakçılar’.

İlk gençlik dönemlerimizden, liseli yıllardan itibaren tanıdığımız kadim dostumuz değerli usta Mehmet Uçar foto-grafinin belgesel düzleminde hayatı ve doğayı tanımlamaya, anlatmaya çalışır. Uzun süredir FSK (Fotograf Sanatı Kurumu) ortamında pek çok etkinliğe imza atmış, önemli sorumluluklar üstlenmiş, Yönetim Kurulu Üyeliği ve Başkanlık yapmış, özellikle FSK için hayata geçirdiği ‘Uygulama Atölyesi’yle Temel Eğitim Seminerleri sonrası katılımcıların sahada pratik yaparak kendilerini hızla geliştirmelerini sağlamış ve aynı zamanda öğrencileriyle birlikte Ankara civarındaki bazı ilçe, köy ve kasabaların belgeselini yapmış, bunları hem FSK arşivine, hem de ilgili köy, kasaba ve ilçelerin yerel yönetimleriyle mülki idarelerine kazandırmış son derece özverili bir insandır. Pandemi öncesi devam eden benzer çalışmaları vardı, pandemiden kaynaklı olağandışı dışı koşullar normale erdiğinde o çalışmaları kaldıkları yerden tekrar başlatacağını umuyoruz. Onu yakından tanıyanlar bilirler, sayın Uçar aynı zamanda kuş foto-grafçısıdır. Selami Oral ve Murat Toru ile birlikte kuşlarla ilgili bir albüme imza atmışlardı. Ancak bazı kuş türleriyle ilgili yıllardır süren ve daha devam edecek olan uzun soluklu çalışmalar yaptığını biliyoruz. Dileğimiz o ki zamana yayarak ve sindirerek büyük bir sabırla yürüttüğü sosyal belgesel ve doğa belgeseli çalışmalarını kitap/albüm haline getirsin, kalıcılaştırsın. Beklentimiz ise uzak olmayan bir gelecekte (küresel salgın sonrası) bu kıymetli çalışmaların sergi ve albümlerinin yapıldığına tanık olmaktır. Sayın Uçar’ın beklentimiz yönünde hazırlık içinde olduğunu bilmek kendi adımıza sevindiricidir.

Mehmet Uçar’ın, bulunduğu ortamda gönülleri fethetmesi boş yere değildir. Özverisi, yardımseverliği ve hoşgörüsüyle, beklentisiz şekilde ortaya koyduğu çaba ve emekle hakikaten örnek bir şahsiyettir. Nezaketi ve samimi dostluğu cabasıdır. Değerli bir amatör foto-graf ortamı olan dernek koşullarında bulunmaktan ve bir sivil toplum kuruluşu içinde yer almaktan ötürü üzerine düşen ne varsa fazlasıyla yapmanın yol açtığı ilgi, sevgi ve dostluğa tanığız. Dernek ortamı paylaşım, dayanışma ve yardımlaşma ortamlarıdır. Uçar bu olguya ilişkin hakkı tam anlamıyla teslim ederken, aynı zamanda belgesel düzlemdeki deneyimini, bilgisini, birikimini tartışılmaz bir seviyeye taşımıştır.               

Ustaya saygıyla,

Tekin ERTUĞ

(Aralık 2020)  

DIANE ARBUS – ÖTEKİ FOTOĞRAFÇI

“Hiç kimse derisinden kurtulup başka biri haline gelemez.

Nihayetinde hepimiz dünyaya kendi trajedilerimizi yaşamak üzere doğuyoruz.”

Diane Arbus

Çağdaş belgesel fotoğrafçılığın ya da bireysel belgeselcilik akımının önemli temsilcilerinden Arbus, 1923 yılında varlıklı bir ailenin kızı olarak doğar. Babası David Nemerov Rus bir göçmen, annesi Gertrude ise Fifth Avenue’da(Beşinci Cadde – New York) yer alan Russek Kürk Dükkanı’nın sahiplerinin kızıydı.

Sonrasında babasının dükkanında çalışan Allan Arbus ile ailesinin karşı çıkmasına ve yaşının küçük olmasına rağmen evlenir. Böylece fotoğrafla tanışmış olur.

Allan Arbus ile beraber bir süre moda fotoğrafçılığı yaptıktan sonra, kocasından boşanmaya ve Vogue, Harper’s Bazaar, Esquire gibi dergilere çekim yapmak yerine fotoğraf anlamında başka ufuklar aramaya karar verir.

Moda fotoğraflarının tek düzeliği ve gerçekte varolmayan bir dünyaya ait olduğu hissiyle beraber, güzellik kavramını oluşturan, uyum, düzen, denge, soyluluk ve bunun gibi şeylerin antitezi, sanatta farklı bir anlatım tarzı olarak bir nevi grotesk ya da irrasyonel fotoğrafçılık onun anlayışının temelini oluşturuyor. İdealize edilen bedenlerin, güzel ya da iyiyi temsil eden estetik algı bileşenlerinin karşısında Diane Arbus; objektifini hep akıl hastalarına, cücelere-devlere, travmatik kişiliklere, zihinsel engellilere, eşcinsellere, hayat kadınlarına, çirkinlere, şişmanlara, sirk insanlarına, yaralılara, ezik, dışlanmış, kopuk tiplere ve “olağan dışı” temalara çeviren antiestetist bir fotoğraf sanatçısıdır.

Bununla birlikte fotoğraflarına özne olan insanlarla uzun zaman geçirerek, genel değer yargılarınca “acayip” görülen, fiziksel ve/veya zihinsel açıdan ”freak” (ucube) olarak adlandırılan, uzaklaştırılan ve farklı oldukları varsayılan insanları fotoğraflayarak, adeta onların içerisinde kendini var ederek/bularak çalışmalarını yürüten Arbus için önemli olan, çekeceği karelerden ziyade yaşadığı/deneyimlediği gerçekliktir. Fotoğrafladığı insanların poz vermekten daha çok işbirliği içindeymiş gibi görünmesi de bundandır.

Arbus fotoğraf tekniği anlamında kompozisyondan çok konuyu öne çıkarmayı sağlayan kare formatı, fotoğraflarına teatral ve sürrealist bir boyut kazandıran flaşı kullanmıştır. 

Arbus sadece göstermekten fazlasını yapmış/yaşamıştır.

Onur AYDIN