BİR BİLENLE GEZİYORUZ: HERGELE MEYDANI – YAHUDİ MAHALLESİ

Her ay Ali Vedat OYGÜR Hocamızın derin bilgileri eşliğinde Ankara’ nın farklı rotalarında yaptığımız Ankara Kültür Rotaları: Bir Bilenle Geziyoruz fotoğraf gezisi etkinliğimizin kapsamında bu ayki rotamız Hergele Meydanı ve Yahudi Mahallesi civarı oldu. Yazdan kalma güneşli bir günde Gençlik Parkının karşısındaki Melike Hatun Camii’ nin önünde başlayan gezimiz, yine yoğun bir katılım, güzel anılar ve hocamızın engin bilgileri eşliğinde son buldu. 

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Gezimizin başladığı Melike Hatun Camii’ nin de önünde bulunan meydan Hergele Meydanı veya her gelenin uğradığı yer anlamına gelen Hergelen Meydanı olarak da anılır. Doğrusu Ali Vedat Hocamızın da belirttiği üzere İncesu deresine kadar uzanan bu alanın eskiden geniş bir çayırlık ve bataklık olması sebebi ile atların ve büyük baş hayvanların otlatıldığı bir alan olması sebebi ile Hergele Meydanı’ dır.

Bu ayki rotamızda bulunan 12 durağımızı kalabalık bir grup halinde gezmeye başladığımızda esnafın ve civardaki halkın ilgisini çekmeyi de başarıyoruz. 

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Kar Yağdı Hatun Türbesi’ nde yatan hanımefendi; Ankara’ nın ileri gelen ailelerinden Eskiciler ailesinden Selahattin Ağa’ nın kızıdır. Bahadırzadelerin oğlu Bahadır ile evlenir. 1577 yılında hamile kaldığında Ağustos ayında eşinden kar ister. Eşi atına atlayıp Elmadağ’ a kar getirmeye gittiğinde, o kadar çok kar isteyip Allah’ a yalvarır ki Ağustos ayında kar yağmaya başlar ve sevinç ile karda oynayıp doyana kadar kar yer. Sonuç olarak da üşüterek birkaç gün içinde vefat eder. Bu türbe de onun adına yapılır ve Kar Yağdı Hatun olarak anılır.

Fotoğraf: Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

Melike Hatun Türbesi’ nin görüntüsünün restorasyondan sonra biraz bozulduğunu ve doğallıktan uzaklaştığını öğreniyoruz. Ali Vedat Hocamıza göre, Melike Hatun isminin Selçuklu’ da sultanlara Melik denildiği için Ankara halkı tarafından kendisinin Melike Sultan adı ile anıldığını düşünmektedir. Melike Sultan; Ahilik topluluğuna mensup iş kadını ve tüccardır. Ahilikte kadın ve erkek arasında hiçbir fark olmadığını da Ali Vedat Hocamızdan öğreniyoruz ve günümüzde var olmayan toplumsal cinsiyet eşitliğinin 1300’ lü yıllarda toplumumuzun köklerinde var olmasına şaşırmadan edemiyoruz doğrusu. Melike Sultan, türbesinin bulunduğu yerin hemen yanındaki alanda Ankara’ nın ilk gelişmiş medresesi olan Sevdaviye Medresesi’ ni inşa ediyor. Siyah bazalt taşlarından yapılan bu medrese Ankara halkı tarafından Kara Medrese olarak anılır. Hacı Bayram’ da bu medresede 1392 yılına kadar müderrislik yapıyor. Türbenin karşısındaki boşluk alana da Melike Hatun tarafından Hatuniye Camii inşa edilir. Bu cami öğlenleri etraftaki esnaf tarından kullanıldığı için de Öğlen Camisi olarak da anılır. Ancak maalesef ki bu değerin de yıkılarak yok edildiğini üzülerek öğreniyoruz. Melike Hatun 1393 yılında vefat etmiştir.

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Eyne Bey Hamamı; inşaatı sırasında yapımı yarım kalır ve bir iş kadını olan Melike Hatun hamamın gelirinin yarısı karşılığında inşaatın tamamlanması için gerekli finansmanı sağlar. Hamamın sahipliği de Melike Hatun’ a geçer. Aslında Hamam 1. Murat’ ın Subaşısı tarafından inşaa edilir. Asıl adı İne Bey Hamamıdır. Sadece erkekler için olan tekli bir hamamdır. Hamamın içinde 4 tane Roma Sütunu bulunur. 

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Gazi Lisesi; Eyne Bey Hamamı’ nın tam karşısında yer alan tarihi bir okuldur. Okul, 1934 yılında maarif mimarı Ernst Arnold Egli tarafından yapılır. Okulu yapmak için Karacabey ailesine ait, tarihi ve büyük bir konak olan Karacabey Konağı yıkılır. O devirde muhtemelen arsa konusunda hiçbir sıkıntı yokken neden güzel bir konak yıkılarak o alana başka bir şey inşaa edilir bunu anlamakta gerçekten güçlük çekiyoruz.

Fotoğraf: Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

Denizciler Caddesine doğru ilerlediğimizde; buraya neden Denizciler Caddesi denildiğinin hikayesini de öğreniyoruz. Yokuşun başında cumhuriyetin ilk dönemlerinde Deniz Komutanlığı yer alırmış, deniz subayları da sürekli bu caddeyi kullandıkları için buraya halk tarafından Denizciler Caddesi denilmiş. Cadde üzerinde yer alan ve Ankaralı aile Leblebiler ailesine ait olan Leblebicioğlu Camii’ ni Ankara Müftüsü Kantarzade Mustafa Efendi’ nin çocukları tarafından 1713 yılında babaları için yaptırıldığını öğreniyoruz. Leblebiler ailesinin önemi de ailenin Hacı Bayram’ ın torunu Şeyh İnayatullah Baba’ nın yürüttüğü koldan geliyor olmasından kaynaklanıyor. Bir semte adını veren Saime Kadının da aslında Şeyh İnayatullah Baba’ nın kızı olduğunu da öğrenmiş oluyoruz.

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Bit pazarından kalabalıklar içinden yürüyerek, Yahudi Mahallesine geldiğimizde ilk olarak Eskicioğlu Camii ile karşılaşıyoruz. Caminin tarihinin 1521 yılına dayandığını ve Osmanlı zamanında adı Öksüz Mahallesi olan bu mahallenin Mahalle Mescidi olarak yapıldığını öğreniyoruz.

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Ankara’ daki Yahudiler’ in tarihinin de çok eskiye dayandığını anlıyoruz. Şöyle ki; Selefki Kralı 3. Antiyokus M.Ö. 220 ile 186 arasındaki bir dönemde ordusundaki 2000 tane Galatya’ lı askeri aileleri ile birlikte Ankara’ da yeni kurulan Galat Krallığı’ na yolluyor. Bu Filistin ve Mezopotamya tarafından gelen askerler aslında Yahudi olduğundan M.Ö. 180 – 200 arasında Ankara’ ya ilk Yahudi’ ler gelmiş oluyor. Bu Yahudilere Romanyot Yahudileri adı veriliyor. Daha sonrasında; 1350’ de Orta ve Doğu Avrupa’ da baş gösteren çok büyük bir veba salgınının faturası Hıristiyanlar tarafından Yahudilere kesildiğinden, bütün Yahudiler Anadolu’ ya sürülüyor ve bu gelen Yahudilere de Aşkenaz Yahudileri adı veriliyor. Sonrasında 1492’ de İspanya’ da Endülüs Emevi Devleti yıkılınca oradaki Yahudiler de sürülüyor, bunlara da Sefarad Yahudileri deniliyor. Bundan 5 sene sonra da Portekiz Yahudileri geliyor Ankara’ ya. 1853’ teki Kırım Savaşından sonra da Kırım’ dan Karakaş Yahudileri de Ankara’ ya geliyor. Şimdilerde Ankara’ da pek fazla bir Yahudi cemaati kalmamakla beraber, Ankara’ da tarih boyunca Yahudi cemaatleri özgürce ve sorunsuz bir şekilde yaşamışlardır. Yahudi Mahallesinde yer alan Yahudilerden kalma eski evlerin çoğunluğu bakımsız ve yıkılmaya terk edilmiş olsa da yine de güzellikleri ile bütün fotoğrafçıları büyülüyor doğrusu.

Fotoğraflar: Cengiz PAMUK

Mahallenin içlerine doğru ikinci el eşyaların satıldığı ilginç bir pazarın hemen yanında kendi halinde terk edilmiş bir hamam kalıntısına rastlıyoruz, bu kalıntıların da Öksüz Mahallesi Hamamına ait kalıntılar olduğunu öğreniyoruz. Biraz ileride de zihinsel engelli bir ressam olan Muhammed Yalçın’ ın duvarlarını rengarenk boyadığı evini görüyoruz. Şüphesiz ki bu ev de mahalleye değer katan bir ev olarak yerini koruyor her zaman.

Fotoğraf: Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

Örtmeli Hundi Hoca Mescidi’ nin de 14. yy. ‘ da yapıldığı tahmin ediliyor. İçerisinde birinde iyon başlığı diğerinde korent olan iki adet ahşap sütün yer alıyor.

Mahallede yer alan ve kullanılmayan Sinagog’ un 14. yy.’ dan daha eski bir tarihte yapılmış olabileceğini düşünüyoruz. Nedeni ise mahallede yer alan Hundi Hoca Mescidi’ nin 14. yy’ da yapılması ve mescidin yakınında Sinagog yapılmasına izin verilmeyecek olması bu Sinagog’ un tarihinin çok daha eski olabileceğini düşündürüyor.

    

Fotoğraf: Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

Mahalleyi gezerken, civarda yaklaşık 5 tane okulun çoğunun yerleri boş kalmakla birlikte Yahudiler ve Rumlar tarafından açılmış olduğunu görüyoruz.  Eski Anafartalar Lisesi de bu tarihi okullar arasında yer alıyor.

Gezimizi tarihi Şengül Hamamında noktalıyoruz. Daha çok kadınların özel eğlenceler düzenleyebilecekleri şekilde yapılmış olan Şengül Hamamı hala kullanılmaya devam ediyor.

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Ekip olarak Gençlik Parkına tekrar inerek bu güzel havada çay bahçesinde oturup, çaylarımızı yudumlarken yorgunluğumuzu unutup keyifli bir günün mutluluğunu yüzlerimizdeki ifadelerden hissedebiliyoruz.

Ali Vedat OYGÜR hocamıza ve gezimize katılan herkese çok teşekkür ederken bir dahaki gezilerimizde görüşmek üzere diyerek ayrılıyoruz.

Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

Şubat 2024

GEZGİN KADRAJ: BEYPAZARI, ABANT VE GÖLCÜK GEZİSİ

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Fotoğraf Sanatı Kurumu’nun 18 Şubat 2024 tarihinde düzenlediği unutulmaz Abant gezisi, şehir hayatının karmaşasını, trafik sıkıntılarını ve günlük dertleri bir kenara bırakarak, doğanın büyüleyici kucaklamasıyla adeta nefes aldığımız harika bir mola oldu. 

Rotamız, Beypazarı’nın tarihi sokaklarından başlayıp, Nallıhan Kuş Cenneti’ni ziyaret ettikten sonra Abant ve Gölcük tabiat parklarının eşsiz doğal güzelliklerine uzanıyordu. Sabahın erken saatlerinde başlayan yolculuğumuz, tarihi Beypazarı’nda taş sokakların arasında bir kahvaltı molasıyla başladı. Burada, tarihi Beypazarı Evlerinin arasında keyifli bir çarşı turu attık, yöresel lezzetlerle tanıştık ve fotoğraf karelerimize renk kattık. Muhteşem bir miras olan tarihi evlerin sıralandığı sokaklarda gezinmek, Beypazarı’nın benzersiz atmosferinde tezgahlarını kurma çabasındaki esnafın telaşını fotoğraflamak bize ayrı bir keyif verdi. Sonrasında ise Nallıhan Kuş Cenneti’ne doğru yola çıktık. Burada bizi sıcak bir ilgiyle karşılayan görevli personelin rehberliğinde, doğanın sessiz ritmine kulak verdik. Kız Tepesi’nin büyüleyici manzarası, sabahın tazeliğiyle birleşince adeta ruhumuzu dinlendirdi. Arka plandaki Kız Tepesinin renk geçişleri eşliğinde göletteki neredeyse tüm karabatakların aynı anda kanatlarını açarak güneşi ve bizi kucaklamaları eşsiz bir gösteriydi. 

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Abant Gölü çevresinde az da olsa karla kaplı çam ormanında yürüyüş yaparak iyice acıkmıştık ve öğle yemeği için piknik alanında buluştuk. Fotoğraf gezilerinde böyle zamanlarda hiç değişmeyen bir sohbet olur; bazıları takdir edilmek istercesine çocuksu bir gururla fotoğraflarını birbirlerine gösterirken, bazıları da ketum bir şekilde gösterisi için doğru zamanı bekler. Ama her iki grubun da fotoğraf tutkusu ile dolu olduğunu bilirsiniz. İşte yemek bahane, konu fotoğraf olunca zamanın nasıl geçtiğini unuttuk biz de. 

Fotoğraf: Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

Acele ile toparlanarak son durağımız olan Gölcük’e vardığımızda ışığın kaybolacağından endişe ederek yola koyulduk. Güneş batmamıştı ama kapalı hava tam olarak hayal edilen görüntüyü vermiyordu. Grup dağılarak göl kenarında yürüyüşe başladı. Zaman biraz ilerledikçe dağlardaki sis aşağıya göle inerek farklı bir görsel şölen yarattı. Göldeki yansımalar, tüm ihtişamı ile göl kenarındaki Devlet Konukevi binası, ulu çam ağaçları, kuş cıvıltıları, kurumuş dallar, yosunlarla kaplı ağaçlar derken havanın kararması ile bizim de dönüş yolculuğumuz başladı. Dönüş yolunda araç içinde dönen fotoğraf sohbetleri, bir sonraki gezi heyecanını daha da büyüttü. Fotoğraf Sanatı Kurumu’nun değerli üyelerinin birlikte paylaştığı bu deneyim, doğanın bize sunduğu eşsiz güzelliklerin izinde her anıyla dolu, her karesiyle büyüleyici bir maceraydı. Gelecek seyahatlerde buluşmak, doğanın bize sunduğu bu eşsiz güzellikleri daha nice fotoğraf karelerine taşımak dileğiyle…

Fotoğraf: Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

   

Güray KASAPOĞLU

Şubat 2024

ANKARA KÜLTÜR ROTALARI-BİR BİLENLE GEZİYORUZ: CUMHURİYETİN ULUS’ U 2. KISIM

2024 yılının ilk “Ankara Kültür Rotaları-Bir Bilenle Geziyoruz” etkinliği kapsamında sevgili Dr.Ali Vedat OYGÜR Hocamızın rehberliğinde yağmura rağmen çok keyifli bir gün geçirdik. Cumhuriyetin Ulus’u gezilerimizin bu ikinci bölümünü çok değerli bilgiler eşliğinde tamamladık.

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

İlk durağımız Ulus‘taki İstiklal Caddesi üzerinde bulunan, Mimar Kemaleddin tarafından tasarlanan ve 1930 yılında inşaatı tamamlanan yapıydı. Günümüzde Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü binası olarak kullanılmakta ve Ankara Devlet Tiyatrosu‘na bağlı olarak hizmet veren sahnelerden Küçük Tiyatro ve Oda Tiyatrosu‘na da ev sahipliği yapmaktadır.

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Rotamız boyunca bizi Anafartalar Mahallesinde bulunan Eski Osmanlı Bankası Binası beklemekteydi. Atatürk Bulvarı üzerinde Ulus meydanına çok yakın bir konumda olan bina 1926 yılında İtalyan Mimar Giulio Mongeri tarafından yaptırılmıştır.

Sanayi ve Yatırım Bankası olarak Sami Aysel tarafından yapılmış olan, şimdilerde Kültür Bakanlığı’na ait olan bina ve hemen yanında bulunan köşedeki eski Osmanlı Bankası Binalarını görüyoruz.

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Türkiye’nin ilk bankacılık müzesi unvanına sahip olan Ziraat Bankası Müzesi 1981’de açılmıştır.

Mongeri’nin bir diğer eseri olan bu yapı Ziraat Bankası olarak hizmet vermiştir. Ziraat Bankasının temeli; 1863 yılında Mithat Paşanın fakir halkı tefecilerin elinden kurtarmak için Bulgaristan’ın Prod kasabasında kurduğu ve halk tarafından işlenen devlet arazilerinin gelirlerinin biriktirildiği memleket sandıkları ile başlar. Karşılıklı yardımlaşma esasına dayanan Türk imece geleneğinden esinlenmiş olup sandıkta toplanan paranın ihtiyaç sahiplerine düşük faiz ile dağıtıldığı bu sistem daha sonra modern finans kuruluşu olan Ziraat Bankasına dönüştürülmüştür.

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Eskiden Kızıl Bey Türbesi’nin olduğu, Düyun-u Umumiye binasının bulunduğu yere 1931 yılında Avusturyalı mimar Clemens Holzmeister tarafından tasarlanan Merkez Bankası binası inşa edilmiştir.

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Meydandan Kızılay istikametine doğru yöneldiğimizde yol üzerinde eski Merkez Bankası Binası, Duyun-i Umumiye Binası, Ankara Merkez Postanesi (Bugünkü PTT Binası) bulunmaktadır. Yolun solunda kalan ve bugün Anadolu Meslek ve Teknik Lisesi olan bina, Abdülhamid’in Ankara’da yaptırdığı okullardan olan Hamidiye Sanayi Mektebi olarak 1905’te açılmıştır. 1923 yılından itibaren Özel İdare tarafından yönetilen okul binası Cumhuriyetin ilk yıllarında Milli Müdafaa Vekâletine ev sahipliği yapmış, 1954-1960 yılları arasında Birinci Sanat Enstitüsü olarak faaliyet göstermiş olup bir dönem de hapishane olarak kullanılmıştır.

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Yine Mimar Giulio Mongeri’nin 1928 yılında inşa edilen eseri olan bu bina günümüzde Yunus Emre Vakfına ait olup bir dönem Tekel Genel Müdürlüğü binasıydı. Biraz daha ileride Alman-Avusturya tarzı PTT Pul Müzesi binası yer almaktadır.

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Avusturyalı mimar Clemens Holzmeister tarafından neo-klasik tarzda çizilmiş ve yapımı 1934 yılında tamamlanmıştır. 5 katlı olan ve 6500 metrekarelik kullanım alanı sunan binayı ilk yıllarda Emlak ve Eytam Bankası kullanmış fakat sonraki yıllarda bina uzun bir süre boyunca boş kalmıştır. Nihayetinde PTT tarafından alınan bina, restore edildikten sonra 2013 yılında müze olarak hizmete açılmıştır.

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Mustafa Kemal Atatürk ve Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt’un büyük çabaları sonucunda; savcı, yargıç ve hukuk memuru gibi hukuk adamı yetiştirmek üzere İstanbul dışında bir Adliye Mektebinin oluşturulması düşünülmüş ve yüksek okul düzeyinde Hukuk Mektebinin kurulmasına karar verilmiştir. Böylece 1925 yılında Ankara’da ilk defa yüksek öğrenim alanında Adliye Hukuk Mektebi açılmıştır. 5 Kasım 1925 yılında Atatürk’ün bir nutku ile açılan Ankara Hukuk Mektebi önceleri bu adla anılmış, daha sonra Ankara Üniversitesinin temeli olacak olan Hukuk Fakültesi adını 1940 yılında almıştır.

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Hariciye Vekaleti Kütüphanesi Ulus’ta bugün Kültür Bakanlığı’na ait binada 1927-1952 yılları arasında faaliyet göstermiştir. İlk kütüphanenin çekirdeğini Bab-ı Ali’deki Umur-i Hariciye Nezaretinin çeşitli dairelerindeki kitap koleksiyonları oluşturmuştur. 1956 yılında Milli Kütüphane Müdürü Sayın Adnan Ötüken, Hariciye Vekaleti Kütüphanesi’nin modern kütüphanecilik yöntemlerine uygun olarak düzenlenmesini sağlamıştır.

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Gençlik parkının yanında bulunan Opera Binası aslında 1933-1934’te Şevki Balmumcu tarafından sergi binası olarak inşaa edilmiştir. Ancak 1947-1948 yıllarında opera binası yapmak üzere görevlendirilen Alman Mimar Paul Bonatz ilaveler yaparak bugünkü haline gelmesini sağlamıştır.     

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Gezimizi yolun karşısındaki Gençlik parkında bitiriyoruz. Parkın her dönem farklı haline şahit olmuş Ali Vedat OYGÜR Hocamızı dinleyerek anılara dalıyoruz.

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Gezimize katılan tüm dostlarımıza ve Ali Vedat OYGÜR hocamıza teşekkür ederiz. Bir daha ki gezimizde görüşmek üzere…

Cengiz PAMUK

24 Ocak 2024

ANKARA KÜLTÜR ROTALARI-BİR BİLENLE GEZİYORUZ: CUMHURİYETİN ULUS’ U

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

BİRİNCİ MESLİS

Birinci Meclis binası İttihat ve Terakkinin kulüp binasıdır… Enver Paşa 1875’te Ankara’ya geliyor; “Bize yakışan güzel bir kulüp yapılmalı.” diyor. Binanın yapımı için 1916’ da mimar Hasip bey görevlendiriliyor. 1917’de bitiğinde savaş yüzünden İttihat Terakki’nin gücü de kalmamıştır , ülkede maddi sıkıntılar hat safhada olduğu için binanın çatısı kapatılamamıştır. Mustafa Kemal Paşa Filistin cephesindeyken, Ankara’yı  ta o zamanlardan Mücadelenin merkezi ve başkenti yapmayı kafasına koymuştur. Harp Okulundan arkadaşı Ali Fuat Paşa ile 20. Kolorduyu Konya’dan Ankara’ya tayin ettirme konusunda anlaşıyor.  Albay İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak Paşa da bu konuya destek veriyor. Ali Fuat Paşa komutasındaki 20. Kolordu  geliyor fakat o sırada Ankara İngilizler ve Fransız birlikleri tarafından işgal altında. Ve işgalciler tutuklanıp hapse atılıyor.  İşgal birlikleri gittikten sonra 27 Aralık 1919’ da Mustafa Kemal Ankara’ya geliyor. Mustafa Kemal Ankara’ya gelindiğinde binanın çatısı hala kapatılmamış durumdadır. Ulucanlar’ da bir okul için yapılan kiremitler buraya geliyor, çatı tamamen kapanmayınca Ankara halkı kucak kucak ellerinde kiremit taşıyorlar. Milletvekillerinin oturacakları sıralar Abdülhamit zamanında yapılan erkek öğretmen okulundan getiriliyor. Başkanlık kürsüsünü divan katiplerinin oturacakları yerleri Ankaralı marangozlar ücret almadan yapıyorlar. Tavana kahvehaneden gazlı bir avize asılıyor, odalara saçtan yapılmış sobalar kuruluyor. Milletvekillerinin su içmeleri için koridora 3 tane su ve yanında maşrapalar konuluyor.

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

16 Mart 1919’da İstanbul İngilizler tarafından işgal ediliyor. Mustafa Kemal milletvekillerine İstanbul’dan ayrılmalarını, işgal altında devlet yönetimi olamayacağını ve Ankara’ya gelmelerini öneriyor. Bu öneriye uymayan pek çok milletvekili tutuklanıyor.  

Mustafa Kemal Paşa sancaklara, kolordulara telgrafla tamim yolluyor. Tamimde: “Meclis Ankara’da açılacaktır, Son Osmanlı Meclisi’nin üyeleri katılacak ve her sancaktan da ayrıca 5 kişi seçilecektir.” diyor.

Bunun üzerine halk illerden 5’er kişi seçiyor ve seçilenler Ankara’ya gelmeye başlıyorlar.

İlk Meclis; Hacı Atıf Efendi, Beypazarlı tüccarlardan Çayırlızade Hilmi Bey, Ömer Mümtaz Tambi (Mustafa Kemal’i Ankara’ya davet eden kişi), Osmanlı’nın son Washington büyükelçisi Rüstem Bey, Ali Fuat Paşa, Ankara’lı tüccar Kınacızade Şakir Bey, Beynamlı Hacı Mustafa Efendi ve son üyesi de Bayrami Tarikatının Şeyhi Şemsettin Efendi gibi çok değerli vatansever şahsiyetlerin de olduğu 385 kişiden oluşmaktadır.

O günlerde Ankara’da milletvekilleri için yatacak yer yoktur ve düşman çok yaklaşmıştır. Bu sebeple Erkek öğretmen okulununun öğrencileri Konya’ya nakledilmiştir ve lojmanları boş durumdadır. Bu lojmanlar milletvekillerine tahsis ediliyor.

Aynı günlerde İstanbul’da şeyhülislam da Mustafa Kemal ve ona katılanları vatan haini ilan ediyor ve ölüm fermanını yayınlıyor.  

23 Nisan 1920 günü bütün milletvekilleri Hacı Bayram’da Cuma namazını kılıyorlar.  Oradaki kutsal sancağı alıp dualarla ilahilerle binaya geliyor ve Kurban kesiyorlar. Bütün milletvekilleri yemin ediyorlar, seçimle ve oybirliğiyle Mustafa Kemal Paşa reis olarak seçiliyor. 30 Nisan’da telgrafla bütün dünyaya yeni millet meclisinin açıldığını ve yeni Türk Devletinin kurulduğunu bildiriyorlar.

Fotoğraflar: Cengiz PAMUK

1925 yılına kadar bu bina meclis olarak görevini sürdürüyor ve daha sonra Halk Fırkasının Mebus kulübü oluyor. Binada Atatürk’e, milletvekillerine ait özel eşyaların sergilendiği odaların yanında çok ilgi çeken bir oda daha var ortasında büyükçe bir masa ve metal ibarede şöyle yazıyor; “Lozan Barış Anlaşmasının İmzalandığı Masa /24 Temmuz 1923”.

İKİNCİ MESLİS

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Birinci Meclis binası zamanın gelişmeleriyle yeterli kalmıyor bu sebeple yeni bir meclis binası yapılması ihtiyacı doğuyor. 

1923’te İstanbul’dan çağrılan Mimar Vedat bey ile inşaat başlıyor. Vedat bey aynı zamanda Çankaya Cumhurbaşkanlığı köşkünü yenileyip geliştiriyor. 1925’te Ankara Palas inşaatına başladığı sıralar dünyada ve ülkede ekonomik bunalım oluşmuştur. Vedat bey ödemelerini alamadığı için işi bırakıyor. Bıraktığında bina bitmiş oluyor ve sadece kapısı eksik durumda kalıyor. Meclisin kapısını Mimar Kemalettin bey yapıyor ve bina tamamlanmış oluyor. Bina 1. Mimari döneminin özel unsurlarından olan gösterişli ön cephe, süslü saçaklar gibi özellikler taşıyor.

Fotoğraflar: Cengiz PAMUK

1925’te İkinci Meclis binası yeni yasama dönemine başlıyor. Atatürk bu binadan günde 6 saat emek vermek suretiyle Nutuk’u okuyor.

Binaya karşılıklı duvara asılmış muhteşem ahşap el işçiliği olan çok büyük 2 portmantonun arasından giriyoruz. Meclis salonu ve diğer kabul salonları çok etkileyici, buram buram tarih kokuyor.

27 Mayıs 1960 darbesine kadar bu binada hükümet yönetiliyor daha sonra mimar Holzmeister’in yaptığı 3. Meclis binasına geçiliyor. 

Meclisin arkasında çok güzel bir bahçesi, uzunca bir havuz ve etrafında çardaklar vardır. Bahçedeki odeonda hafta sonları halka açık olarak, Cumhurbaşkanlığı Senfoni orkestrası konser verirmiş.

ANKARA PALAS

Milletvekillerinin kalabilecekleri bir yer olmadığı için bir otel yapılmak isteniyor. 1. Mimari örneği olarak Mimar Vedat Tek projeye başlıyor ama başlangıcında ödeneklerini alamadığından dolayı bırakıp gittiği için Mimar Kemalettin görevlendiriliyor. Mimar Kemalettin aynı zamanda şimdiki Küçük Tiyatronun olduğu Vakıf Apartmanı başta olmak üzere 7 adet villa yapıyor. Mimar Kemalettin Bey 1927 yılında, Ankara Palas’ın şantiyesinde hastalanıp vefat ediyor.    

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Binanın üst katında 60 oda, alt katta balo salonu ve yemek salonu bulunuyor. Balo salonu bir balkon ile bahçeye açılıyor.  1975 yılına kadar otel olarak işletilmiş, ileriki yıllarda devlet konukevi olarak hizmet etmiştir. 2018’de Saraylar Dairesi’ne bağlanmıştır.

MİLLET BAHÇESİ

Vali Abidin Paşa, bozkır olan Ankara’ya güzel bir millet bahçesi yapmak istiyor. O sene 10.000 ağaç diktiği nakledilir.  Elmadağ’dan Ankara’ya kadar uzanan Roma su kanallarını tamir ettiriyor ve evlere içme suyu getiriyor.

Millet bahçesi yeşillikler içinde bir alan, bahçenin ortasında Sinema ve bir han var. Hanın alt katında lokanta üst katlarda yatak odaları mevcut.

Bahçenin içinde şehir çarşısı, sinema ve Ankara’nın yabancı müzik çalan ilk barı olan Fresko Bar açılıyor.  Taşhan’ın önüne de Karpiç Lokantası açılıyor.

SAYIŞTAY BİNASI

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

1925 yılında I. Ulusal Mimarlık Üslubunda inşa edilen binanın mimarı Nazım Bey’dir. 1928 Yılından itibaren ulusal mimari tarzı terkediliyor. Avrupa mimari tarzı başlıyor. Atatürk’ün emriyle Bina 1930 yılında mimar Ernst Arnold Egli tarafından değişikliklerle modernize edilmiştir. Ön taraftaki dış cephe olduğu gibi yıkılıyor ve cepheye şimdi gördüğümüz Viyana kübik mimari denilen modern bir tarz uygulanıyor. Bu bina ulusal mimari döneminden Avrupa mimari dönemine geçişin binasıdır.

VEKAM BİNASI

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Vehbi Koç 1931 yılında Almanya’ya gidiyor ve genel mağaza fikrine hayran kalıyor, gelince yaptığı mağazadır. Vehbi Koç’un 3.ncü mağazasıdır. O yıllarda makine parçaları imalatı ve satışına başlamıştır.

SÜMERBANK (TAŞHAN)

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Taşhan 1888 Ankara Valisi Abidin Paşa’nın mektupçusu İsmail Hakkı Bey tarafından yapılmıştır. İçinde sıcak suyun olduğu, dönemine göre çok lüks bir binadır. Ankara’ya tren gelince binanın adı Agora Otel olarak değiştiriliyor. Kurtuluş Savaşı sırasında şehrin tek hastanesi Gurebe Hastanesi yetersiz kaldığı için otelin bir bölümünü hastaneye çeviriyorlar. 1928 yılında Taşhan’ın önünde Karpiç Lokantası açılıyor. Avrupa tarzında hizmet veren, dünya mutfağından güzel örnekler sergilendiği bir mekandır. Milletvekillerinin, yüksek bürokratların prestij mekanı ve yarı resmi buluşma noktasıdır.

1933 yılında Taşhan’ı devlet istimlak edip yıkıyor.  O zamanlar Ankara imar planını yapan Profesör Hermann Jansen: “Yıkılması büyük hatadır, şehrin bir dokusunun parçasıdır.” deyip karşı çıksa da yıkımı durduramıyor. 1936’da Mimarı Martin Elsaesser, binanın yerine Sümerbank’ı yapıyor..

TÜRKİYE İŞ BANKASI İKTİSADİ BAĞIMSIZLIK MÜZESİ

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

1. Ulusal mimari tarzında olan bina, 1929 Yılında İtalyan asıllı mimar Giulio Mongeri tarafından yapılmıştır. İş Bankası’nın Genel Müdürlüğü İstanbul’a taşınınca, bina müze olarak hizmet vermeye başlamıştır.  Ankaralının mimarisini hayranlıkla gezdiği, ülkenin iktisadi gelişim sürecinin de anlatıldığı güzel bir müzedir.

ANKARA VİLAYET KONAĞI

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Osmanlı döneminde kamu binası kavramı yoktur. O zamanlarda sadrazam kendi konağının girişini daire gibi kullanır, yönetim hizmetlerini oradan gerçekleştirir. Abidin Paşa Ankara’ya gelince Bab-ı Ali’ye devlete yakışacak bir binanın gerekliliğini anlatan bir yazı yazar. Fakat Ankara’nın devlet eliyle yapılmış ilk resmi binasına kavuşması Abidin Paşa’nın vefatından sonraki dönemde gerçekleşecektir. Bina 1897’de Müşir Tevfik Paşa tarafından yapılıyor. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra bakanlıklara bu bölgedeki binalar ev sahipliği yapıyor, Ankara Vilayet Konağının da her odası bir bakanlığa tahsis ediliyor.      

MALİYE BAKANLIĞI BİNASI

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

Bu bina 1925 yılında Maliye Bakanlığı binası olarak yapılmıştır. Bina çok beğenildiği için sonradan iki kenarındaki iki bölüm de yapılarak bina büyütülmüştür. Bina bitince Başbakanlık binayı alıyor ve şimdiki Bakanlıklardaki binası yapılana kadar bu binada kalıyor, daha sonra gerçek yapılış amacına uygun Maliye Bakanlığı olarak kullanılmıştır. 

HAMİDİYE ÇEŞMESİ

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

1912 yılında, Sultan Abdülhamit’in Balkan göçmenlerini bu bölgeye yerleştirmesiyle Valiliğin arkasındaki bu mahallenin ismi Hamidiye mahallesi olmuştur. Çeşmeyi de Abdülhamit yaptırmıştır. Ankara taşından, çiçek motifli işlemeli güzel bir çeşmedir.

ZAFER ANITI

Fotoğraf: Cengiz PAMUK

1924 yılında milletvekili ve Yenigün gazetesinin sahibi Yunus Nadi bey; “Bize bir zafer anıtı lazım!.” diyor. Karar verip bir millet komitesi kurup Ankara halkına duyuruyorlar ve halk bu anıt için para toplamaya başlıyor… 1925 yılında proje yarışmasını Viyanalı heykeltıraş Heinrich Krippel kazanıyor. Çok büyük bir törenle Zafer Anıtı açılıyor. Buradaki güzel detay bu heykelin devletin dışında halkın kendi parasıyla yapılıyor olmasıdır.

Krippel’in çalışması 4 aşamalı bir projedir. Birincisi Mustafa Kemal’in İstanbul’da Bandırma Vapuruna bindiği yerdedir. İkincisi Samsun’da karaya çıktığı yerdedir. Üçüncüsü Başkomutanlık Meydan Muharebesinin kazanıldığı Afyon’dadır ve sonuncusu Ulus’taki Zafer Anıtı’dır. Heykelde Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal’i bindiği atı Sakarya ile üzerinde mareşal üniforması ile düşmanın geldiği yöne batıya bakar halde duruyor. Askerlerden birisi düşmanı gözetliyor diğeri de arkadaşlarına sesleniyor hadi diyor geride kalmayın. Ve cephede fedakarca yer alan, sırtında büyük top mermisi taşıyan Türk Kadınına yer verilmiştir.

Selma ÜNAL

Aralık 2023

ANKARA KÜLTÜR ROTALARI-BİR BİLENLE GEZİYORUZ: HAMAMÖNÜ

FSK’ nın artık gelenekselleşen gezileri Ankara Kültür Rotaları Bir Bilenle Geziyoruz kapsamında bu ay Hamam önü, Hamam arkası, Hacet Tepesi rotasını Dr Ali Vedat OYGÜR hocamızın rehberliğinde aşağıdaki haritada yer alan güzergahlar üzerinden giderek keyifli bir şekilde tamamladık.

Geziye Hacettepe Onkoloji Hastanesi önünde buluşarak başladık. Buluşma noktamızda kafamızı kaldırıp karşıya baktığımızda bayrak direği bulunan bir tepe görünür. Bu tepenin adı Hacet Tepedir. Hacet dilek, ihtiyaç demektir. Ankaralı, Tanrı’ ya dileğini iki yolla iletirmiş bir zamanlar: Birincisi kağıda yazıp Akköprü’ nün ayağından Çubuk suyuna bırakırmış. Diğeri de Hacet Tepesine çıkıp rüzgara üflermiş. 1970’li yılların başına kadar tepe park olarak kullanılmış. Parkta bulunan havuzun içinde meşhur su perileri heykeli bulunuyormuş. Superileri heykeli 30’ lu yıllara kadar Kızılay’ da imiş. Hacettepe üniversitesi yapılırken Tandoğan’a taşınıyor. Günümüzde ise Cermodern’in bahçesinde bulunmaktadır.

Hamamönüne doğru ilerlediğimizde, ilk ziyaret ettiğimiz eser Mimarzade (Sarıkadı) Camii oldu.

Aslında bu yapılara camii yerine mescit demek daha doğru olacaktır. Erken Osmanlı döneminde camilerin minaresi yoktur. Gerileme döneminde, 1600’ den itibaren Osmanlı Ordu’nun ana gelir kaynağı olan Tımarsistemini bırakıp, İltizam sistemine geçiyor. Ali Vedat OYGÜR hocamız o dönemi blog yazılarında şu şekilde özetliyor:

“xvııı inci yüzyılın başından itibaren Osmanlı’da sancak beyliği artık “arpalık” (iltizam) olarak verilmektedir (çadırcı, 2000). Beyliği alan kişi de Sancak’tan toplanacak vergi gelirlerinin karşılığı olarak peşin para ile yerine mütesellim tayin etmektedir. Mimar zade ailesi, bu düzen içinde, yolsuzluk yaptıkları için görevden alınan müderris zadelerin ardından Ankara’ya ayan ve mütesellim olan ikinci önemli ailedir. Mimar zade Mehmed şakir efendi, 1769-1774 arasında ayanlık yapmış fakat haksız yere fazla vergi toplaması ve yolsuzluk nedeniyle şikâyet edilince paraları vermemek için oluşturduğu birkaç yüz kişilik çeteyle Niğde’ye kaçmıştır. Sarayla arasına aracılar koyarak kendisini affettirmiş ve 1777 yılında Ankara’ya dönerek ayanlığa devam etmiştir. Ölünce, yerine oğulları ayanlık sistemini sürdürmüş ve yolsuzluklarla baş edilemeyince mimar zade Mehmed emin efendi, 1807’de Kastamonu’ya sürgün edilmiştir.”

Camiinin bahçesinde Osmanlı mezarları da yer almaktadır. Bu mezarlar camiiyi yaptırmış olan Mimar Zade’nin ailesine aittir.

Bir sonraki ziyaretimiz Karacabey Külliyesine oldu.

Karacabey Külliyesi

KARACABEY CAMİİ VE TÜRBESİ:

Karacabey Camiini Anadolu beyler beyi Karaca Celalettin bey yaptırıyor. Ten rengi biraz koyu olduğu için kara lakabıyla anılıyor. Osmanlının kurucusunun adı da belgelerde Kara Osman diye geçermiş. Burası bir yapı komleksi. Osmanlının erken döneminde yapı komleksine imaret denilirdi. Bu nedenle İmaret camii de denir. Karacabey ailesi Ankara’nın önde gelen ailelerindendir. Kompleksin içerisinde İki tane medrese, mutfak depolar ve çeşme bulunmaktadır. Bu camii Osmanlı erken döneminin tipik bir örneğidir. Cami kapısının ikitarafında misafir odaları vardır. Gündüzleri din eğitimi verilirken geceleri de Ankara’ ya gelen misafirler konaklamaktadır. Taç kapısı vardır. Ahşap giriş kapıları orijinaldir. Kurtuluş Savaşı yıllarında, camii askeri kışla olarak da kullanılmıştır.

Celalettin Karacabey 1444 Varna savaşında şehit olunca eniştesi 2. Murat tarafından buradaki türbeye defnedilmiştir.

TACETTİN SULTAN CAMİİ:

Celveti Tarikatı Hacıbayram’ın kurduğu Bayramiliğin bir koludur. Celvet yerini yurdunu terk eden demektir. Tacettin Ankara’ da Akmedrese’ de müderristir. Aynı zamanda Osmanlı’da özel kalemde çalışmaktadır. O da Celveti tarikatına girerek buradaki dergahı kurmuştur. Şeyh Tacettin vefat ettikten sonra oğlu bu cami ve türbeyi yaptırmıştır. Dergah binası şu anda Mehmet Akif Ersoy Müzesi olarak kullanılmaktadır.

Müzenin önündeki geniş alanın adı Hamit tarlası olup, burası aslında toplu olarak etkinliklerin yapıldığı bayram yeridir.

HACI MUSA CAMİİ:

Hacı Musa Camii’ nin minaresi, mihrabı ve ana kapısı özgündür. Yakınındaki çeşme ise Ankara’ nın en eski sokak çeşmesi olarak bilinmektedir.

BEYNAMLIZADE KONAĞI:

Hacı Mustafa Efendi Ankara’da bir müderristir. Aynı zamanda son Osmanlı Mebusan Meclisinde de Ankara mebusudur. Börekçizade Rıfat Efendi ile Milli Mücadelede birlikte çalışmışlardır. 5 Ekim 1919 günü, bugün Etnoğrafya müzesinin olduğu Namazgah Tepede Ankara halkı toplanarak Cuma namazı kılarlar. HutbeyiBeynamlı Mustafa Efendi okur ve Ankara halkını savaşa çağırır. Bunun üzerine Ankara milli alayı kurulur. Sancaktarı Börekçizade Rıfat Efendi olur. Komutan da Beynamlı Mustafa Efendi olur. Atatürk geldiğinde de ona katılırlar.

KARACABEY HAMAMI:

Karacabey hamamı kadın ve erkek bölümleriyle çifte hamamdır. Hamamönü, adını bu hamamdan almıştır.

Ankara valisi, Abidin Paşa 1890’ da borularla Ankara’ ya su getirmiştir. Su 3 ayrı hattan gelir. Elmadağ suyu kale tarafına getirilir, Kayaş’ta Roma galerisinin yanındaki Hanımpınarı suyu ve Cebecinin arkasındaki sırttan gelen Öksüzce suyu. Bu şekilde hamamlara, çeşmelere su eriştirilmiştir.

ST. PETERSBURG MEYDANI:

Ve merak ettiğimiz St. Petersburg meydanına geliyoruz. Rus elçiliği 1927’ de bulvardaki bina yapılana kadar Petersburg meydanındaki binada yer almıştır. Meydanın ismi buradan gelmektedir.

HACI İVAZ CAMİİ:

Hacı İvaz mimardır. Bursa’daki Yeşil Cami ve Yeşil Türbe’yi de inşa eden kişidir. Caminin aslında minaresiyoktur. Sonradan eklenmiştir.

Gezi rotamızda ilerlediğimiz Ulucanlar Caddesi Selçuklu ile Osmanlı’ nın sınırıdır diyebiliriz.

Ağaçayakzade (Ağaçoğlu) Camii’ nin minaresi de sonradan eklenmiştir.

CENABİ AHMET PAŞA CAMİİ:

Bu gezimizin belki de en görkemli mimarisi Cenabi Ahmet Camiidir. Mimar Sinan’ın Ankara’da tek eseri olan Cenabi Ahmet Paşa Camii, Ulucanlar Semti’nde yer almaktadır. Tezkiret-ül Ebniye (Yapılar Tezkeresi, Mimar Sinan’ın Otobiyografyası Yazarı Şair Nakkaş Sai Mustafa Çelebi) ve Tuhfetü’l Mimarin adlı eserlerde bu caminin Mimar Sinan tarafından inşa edildiği belirtilmektedir. Camii 1565 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri ve Anadolu Beylerbeyi Cenabi Ahmet Paşa’nın ölümünden sonra yaptırılmıştır.

Fotoğraf: Cenabi Ahmet Paşa Camii

Tezkiret-ül Ebniye Ali Vedat hocamızın arşivinde dijital ortamda PDF olarak mevcuttur. Bu kitap Mimar Sinan’ın 366 tane eserini anlatan yapılar kitabıdır. Camiyi Mimar Sinan’ın yetiştirdiği mimarlar yapsa da kendisi kontrol için Ankara’ ya gelmiştir. Hacıbayram’ın kapısında 1574 yazar. Bu tarihte Mimar Sinan Hacıbayram’ın kapısına ekleme yapmıştır. Cami kontrollerini de bu tarihte yaptığı düşünülmektedir.

 YÖRÜK DEDE TÜRBESİ:

Dönüş yolumuzda son olarak Ankara’daki tek kümbet tipi türbe olan Yörük Dede Türbesini ve Öksüzce çeşmesini görüyoruz. Daha önce bahsettiğimiz Öksüzce suyunun sonlandığı, depolandığı çeşmedir. Su buradan halka ulaştırılmaktadır. Yörük Dede adını halk tarafından geceleri gezdiğine inanıldığı için almıştır.

Oldukça yoğun bir programla tamamladığımız bu gezi sonrasında daha detaylı okuyup bir kez daha gezmek gerektiğini düşünüyorum. Bir dahaki gezimizde görüşmek dileğiyle güneşli bir sonbahar gününden keyifli anılar biriktirerek ayrılıyoruz.

Cengiz PAMUK

22 Ekim 2023

ANKARA KÜLTÜR ROTALARI-BİR BİLENLE GEZİYORUZ: ANKARA KALESİ

Haziran Ayı Bir Bilenle Geziyoruz etkinliğimizin üçüncüsünde Dr. Ali Vedat Oygür eşliğinde Kaleyi ve civarını gezdik. Hocamız; Ankara’nın tarihinin çok eski olduğunu, kazılarda cilalı taş devrinden bir taş balta bulunduğunu, aynı baltadan Roma tiyatrosunun kazılarında da bulunduğunu ve her iki adreste de küçük idol denilen dinsel heykeller bulunduğunu bize aktararak gezimizi başlattı.

Kazılarda Hitit dönemine ait bulunan aletler, tam o zamanlar da kale olarak da tabir edilebilecek bir askeri birliğin bu noktada olduğunun göstergesidir.

Hititlerden sonra Frig yerleşimi izleri görülmektedir. Tarihi kayıtlarda Ankara Kentinin kurucusu Kral Midas olarak geçmektedir.

Hitit ve Friglerin kaleleri zemin taş üzeri kerpiç olduğu için coğrafi şartlara dayanamayıp yok olmuşlardır.

Bölgeye Friglerden sonra Galatlar yerleşmiştir. Ünlü tarihçi Strabon Galatların Ankara kalesini kitabında detaylı bir şekilde anlatmıştır. Bir diğer ünlü tarihçi Heredot M.Ö. 480’ de Ankara Kalesi ile ilgili şu bilgiyi verir; “Batıdan Doğuya giden bir kişi Kızılırmak nehrini ve bölgeyi kontrol altında tutan dik Ankara Kalesinin önünden geçmek zorundadır, tabii ki Kaleden izin çıkarsa.”

Kalenin jeopolitik, askeri önemini Bizans tarihçileri de şu cümle ile vurgular; “Bizans’ın İstanbul’u kaybetmesinin nedeni Ankara’yı kaybetmesidir.”

Galatlardan sonra Roma dönemi başlar. Roma zayıflayınca güvenlik için yapılan meşhur M.S. 3 ncü yüzyıl surlarının küçük bir parçasını Ulus Rüzgarlı Sokak’ta görebiliriz.

Fotoğraf: Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU Kale Surlarından Bir Detay

Gezi için ekibin toplanarak geziye başladığımız nokta Genç Kapı olarak bilinir. Ancak ekipçe o kapıdan yukarı çıkmayı tercih etmeyerek, kalenin etrafını dolanma kararı aldık. Bu kapı, adından da anlaşılacağı üzere genç, çok güçlü askerlerin kullandığı bir kapı olarak anılır. Kale surlarının etrafından dolaşarak çıkarken, surlarda tadilat için Pagan-Roma döneminden taş-mermer parçalarının surlara eklendiğini gördük. Surların içerisinde tadilatta kullanılan sütun tamburları, heykel kaideleri, heykeller, lahit kapakları, desenli taş kaideler, tiyatro maskları, hatta roma su kanalların olduğu taş bloklar bile vardı. Hocamız, Kale sürekli taaruz altında olduğu için çarçabuk ne buldularsa etraftan, dönemin tapınaklarından, yapılarından bulunan taşların sürekli kalenin yıkılan duvarlarının tadilatında kullanıldığını belirtti. Surlarda kullanılan heykel, yazı vs. malzemenin özellikle tepetaklak yerleştirilmesinin anlamı; o kültürü, dini yendik manasına gelmesinden dolayıdır.

Kalenin eski Batı kapısı güvenlik sebebiyle örülmüş olup, Osmanlı Kayıtlarında ismi “Ala Kapı” olarak geçmektedir.

Fotoğraf: Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU / Ala Kapısı

Herkes tarafından en çok bilinen ve en tepede yer alan ana giriş kapısının önünde, surlarda yer alan çatlakları belki de ilk defa fark ettik ve bu görüntü geziye katılan tüm katılımcıları bir hayli üzdü. Sultan Abdülhamit’in ülkedeki büyük şehirlerin hepsine saat yaptırma zincirinde Ankara Kalesinin girişine de bu saati yaptırmış olduğu bilgisine de burada vakıf olduk. 

Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Kalenin iki giriş kapısının var olduğundan bahseder ve kendi abartılı anlatımı ile, “Kalenin bir demir kapısı var demirleri benim bacak pazularım gibi” cümlesini kullanır.

Ankara Kalesi surları, askerlerin ok attığı yerleri, geniş Ankara manzarası ve tarih kokusu ile, dışarıdan çok güzel olduğu gibi içerisinde de gezmek bir o kadar keyiflidir.

Gezimiz sırasında; Kalenin altında bulunan ve her zaman kaleye çıkarken yanından geçtiğimiz gösterişli taş binanın aslında Ankara’ nın ilk bankası Banka Osmani binası olduğunu, daha sonrasında binanın Fransız elçiliği tarafından kullanıldığını öğrendik. Bütün katılımcılar bu bilgiden sonra şaşkınlık ile; burada düzenlenen dillere destan kitaplara konu olan baloların, özel günlerin Cumhuriyetin o şık, zarif bakımlı kadınlarını, takım elbiseli beyefendilerini arabalarından veya faytonlarından inip içeri girerken hayal edip, her zaman gördüğümüz bu binaya farklı bir göz ile bakıp kaldı bir süre.

ANKARA HANLAR BÖLGESİ

Kurşunlu Han, Fatih’in sadrazamı Rum Mehmet Paşa’nın yaptırdığı handır. Tapu kayıtlarına göre Ankara’nın ilk hanı, Kurşunlu Han imiş. Günümüzde Anadolu Medeniyetleri Müzesi olan binadır.

Safran Han ve Çengel Han Rahmi Koç tarafından satın alınıp restore edilip müzeye dönüştürülmüş hanlardır.

Çukurhan milli mücadele zamanında ordumuza karargah olma görevini yerine getiren handır. 1925’e kadar cezaevi olarak kullanılır. Günümüzde, Divan Otel olarak hizmet vermektedir. 

Pilavoğlu Han yine kale bölgesinde yer alan ve acilen restorasyon görmesi gereken çok değerli bir yapıdır.

TARİHİ CAMİLERİMİZ

AHİ ELVAN CAMİİ

Camiyi Ahi Şerafettin’in kardeşi, Ahi Elvan yaptırmıştır. Duvarlarının alt kısmı taş, üst kısmı kerpiç, iç yapısı ahşap sade bir camidir. Selçuklu ahşap direkli camilerinden olup, ahşap sütunların üzerine yöredeki Bizans ve Roma yapılarından toplanan, Dor ve Korint üslubunda, sütun başlıkları yerleştirilmiştir. Orjinalliğinden ödün vermemiş çok kıymetli bir yapıdır. Caminin ceviz minberi diğer Arslanhane Cami ve Sultan Alaattin Cami minberleri gibi işçilikli ve orijinalliğini günümüze kadar korumuştur. Mihrap alçı bezeme işçiliğidir.

HACI ARAP CAMİİ

Hacı Arap Ahi Elvan’ın katibidir. Ahi Elvan, camisinden artan malzemeleri katibine verir ve o da kendi adına bu camiyi yaptırır. Kare planlı zemini taş duvarı kerpiç ve ahşap direkli sade bir camidir. Caminin minaresi yoktur. Yol çalışması sebebiyle cami küçültülmüş ve bir sıra ahşap sütununu kaybetmiştir.

AHİ ŞERAFETTİN CAMİİ (ARSLANHANE CAMİİ)

Ahilerin Ankara’ya geldiğinde iki ahi kardeş Hüsamettin ve Hasanettin’ in birlikte yaptırdığı bir camidir. Moğolların Anadolu’yu istila ettiği dönemde, Ahi Şerafettin Moğollara vergisini öder ve karşılığında Moğolların Ankara’ ya girip zarar vermesini harika bir politik anlaşma ile önler.

Cami adını hemen yanındaki zaviyesinin duvarında devşirme kullanılmış olan aslan heykellerinden almaktadır, caminin Sultan kapısının önündeki aslanlar da Etnografya Müzesine götürülmüştür.

Selçukluların o dönemde bayram namazlarının ve Cuma namazlarının kılındığı Ulu yani ana camisidir. Caminin 3 kapısı vardır. Kuzeydeki kapısı Taç Kapı ya da Sultan Kapı diye adlandırılmıştır. Selçuklunun ahşap direkli cami geleneğiyle yapılmış ve ahşap direklerin tepesinde de Roma korint başlıkları kondurulmuştur.

Caminin mihrabında çini ve alçı birlikte kullanılmıştır. Selçuklunun renkleri olan patlıcan moru, firuze mavisi, siyah çiniler bitkisel bezemeler, ayetler göz alıcı  bir hat sanatı ile kuşatır.

Mihrabın yukarısındaki ejderha motifi Türkler’in Orta Asya’dan getirdiği bir kültür olup nefsi temsil etmektedir.

Minber ceviz ağacından yapılmış, sekiz kollu Selçuklu yıldızlarıyla, bitkisel desenlerle dolu göz alıcı bir kündekari şaheseridir. Minberde ne bir çivi ne başka bir alet hepsi puzzle gibi tek tek geçme tekniğiyle yapılmış olup, lügattaki emek-sabır kelimesinin karşılığı gibidir.

Caminin bir çok yerinde, özellikle minarenin alt gövdesinde bolca devşirme malzeme kullanılmıştır. Minare duvarında Roma Tiyatrosundan desenli balkon korkuluğu, lahit kapağı, heykel kaidesi ve en hoş detay da camin dışındaki musalla taşı büyük ihtimalle Pagan döneminden bir tapınaktan alınma büyük bir taş parçası olmasıdır.

Aralarında Arslanhane Camiinin de yer aldığı, Anadoluda buna benzer yapıda ahşap sütunlu camilerin 5 tanesinin UNESCO Dünya Mirası Listesine geçtiğimiz günlerde alınmış olması hepimizi gururlandırdı.

SULTAN ALAADDİN CAMİİ

Selçuklular bölgeyi fethettiklerinde Muhittin Mesut tarafından yaptırılan Ankara’nın ilk camiidir. Sultan Kalenin içine kendisine bir saray yaptırıp, camiden saraya bir tünel ile gidiş gelişini sağlıyordu… Caminin içindeki Tünel kapısına giriş yasak olsa da en azından açılıp görülebiliyor. Cami kilise üzerine yapıldığı için arkada kilise duvarları görülmektedir.

Fotoğraf: Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU Sultan Alaaddin Camii Tünel Kapısı

Kesme ve yığma taştan yapılmış bir caminin kapısı, pencereleri orijinal ve hepsinden de güzeli üzerinde kitabesiyle bilgisi verilen ve camiden de 1 yıl önce yapılan muhteşem bir ceviz ağacı minberi vardır. Caminin tavanında Selçuklu yıldızlarından oluşan kündekari bir tavan göbeği yer almakta olup, kalem işi boyama rengarenk bir şaheserdir. Yıldızlar çiçek motifleri, ortada güneş, kenarlarında 12 gezegenin işlendiği minberin muhteşem taç kapısının üstünde camiyle ilgili çok geniş tarihi bilgiyi içeren kitabesi vardır.

Caminin mihrabı alçıdan yapılmıştır, orijinal ahşap mihrabı Etnografya müzesinde korumada altındadır.

Caminin ilk mihrabı restorasyon sırasında bulunmuştur ve dışarıda bahçede görülebilmektedir. Caminin önünde son cemaat yeri denilen kısımda çok kalın sanat eseri granit sütunlar yer almaktadır. Bu sütunların Zeus tapınağından gelmiş olabileceği düşünülmektedir. Caminin bahçesi de antik dönem ve Roma döneminden mermer sütun başlıkları, heykel kaideleri,  mezar taşı başları, hat sanatıyla süslenmiş islami mezar taşları ile bir açık hava müzesi gibidir.

Selma ÜNAL

Haziran 2023 Ankara

ANKARA KÜLTÜR ROTALARI: ROMA KALINTILARI VE HACI BAYRAM

2023 Mayıs ayı Ankara Kültür Rotaları: Bir Bilenle Geziyoruz etkinliğimizin ikincisini Roma Hamamı- Hacı Bayram rotasında Dr. Ali Vedat OYGÜR hocamızın rehberliğinde onun belirlediği güzergahı izleyerek gerçekleştirdik. Roma Hamamı’nda başlayan gezimiz Hacı Bayram, Augustos Tapınağı ve Şeyh İzzeddin Türbesi’nde son buldu. Güzergahta 19 farklı tarihi eser hakkında Dr. Ali Vedat Oygür Hocamıza bize verdiği kıymetli bilgiler için çok teşekkür ediyoruz.

1-Roma Hamamı: Tarihi kalıntılarda yeni restorasyon çalışmaları yapılmıştı. Sütunlu yol, hamama yan taraftan giriş ve Cardo Maximus Roma dönemi caddesi, hamamın soğukluk bölümünde bulunan büyük havuz görülmesi gereken bölümlerden bazıları.

2-Hamidiye (Telgrafhane) Çeşmesi: Cardo Maximusu takip etmek üzere Sosyal Bilimler Üniversitesinin yanından yukarı doğru çıkıp Ankara’nın ilk resmi yapısı olan eski Ankara Valiliği binasının bulunduğu meydana doğru yürüdük. Yürüyüş yolumuz üzerinde bulunan bu Hamidiye çeşmesi binanın duvarına bitişik halde bulunmaktadır.

3-Valilik binasının bahçesinde üzeri cam ile kaplanmış bir bölmede Roma yolu kalıntıları, sütun ve su kanallarının olduğunu biliyor muydunuz? Tarihi binanın restorasyon çalışmaları devam ederken aynı zamanda bahçesinde Roma yolu kazı çalışmaları yürütülmüş, bundan önce de bilindiği üzere Ulus şehir çarşısı inşaatı sırasında Roma dönemi Ankara’sının ana caddelerinden biri olan bu caddenin devamına rastlanmıştı. Burayı da görmeden geçmedik.

4-Başbakanlık (Maliye) Binası: Cumhuriyet’in ilk bakanlık binası olarak inşa edilen yapı Vilâyet Meydanı’na bakmaktadır. Maliye Bakanlığı, sağdaki Gümrük ve Tekel Bakanlığı ve 1950’lere kadar ortadaki bölüm Başbakanlık olarak kullanılmıştır.

5- Julianus Sütunu: Defterdarlık ve valilik binası arasındaki havuzun kenarında bulunmaktadır. Hiçbir yazıtı yoktur. Gövdesinde birçok halka olup, yüksekliği on beş metre kadardır. Sütunun İmparator Julianus’ un (M.S. 361-363) Ankara’dan geçtiğinde şerefine dikildiği söylenir. IV. yüzyılda yapıldığı sanılan esere halk arasında Belkıs Minaresi de denilmektedir.

6- Zincirli Cami: Yürüyüş yolumuz üzerinde bulunan Zincirli Cami Taş kaideli, tuğla gövdeli, üzeri kiremit çatılı bir yapıdır. Kasetleme işçiliği ile yapılmış ahşap tavanı, minberi, mihrabı ve cephe düzeni nedeni ile caminin yapılış tarihinin 17′ inci yüzyıl ortaları veya sonu olduğu tahmin edilmektedir. Kuzeyde tek kapı ile girilen Cami içinde asılı bulunan bir levhadan 1879–1880 yılları arasında tamir edildiği öğrenilmiştir. Bu levhada “Şeyhülislam Ankaralı Mehmet Emin Efendi’ nin mamuresini 1879–1880 yıllarında Ankara Valisi Hurşit Paşa tamir ettirdi “denilmektedir.

7- AynıSokakta başka bir tarihi bina çıkıyor karşımıza. Bina önce Efkaf İdaresi yani Vakıflar daha sonra Şer’iye ve Efkaf Vekaletine veriliyor. Şimdi altında haç malzemeleri satılan dükkânın yerinde Tan gazetesi varmış. 1. Katta adliye vekaleti, 2. Dönem istiklal mahkemesi, üst katta da Şer’iye ve Evkaf Vekaleti bulunuyormuş. 1940’ ta bina Emniyet 2. Şube Müdürlüğü olarak kullanılmış. Bir süre sonra da Anafartalar Polis Karakolu olmuş. 1984’ten sonra Ulus oteli olmuş.

Başbakanlık Binası

8-Berlitz Oteli: Otel, 30’lu yıllarda aynı isimle aynı yerinde bulunuyor. Altındaki Ruşen pastanesi de öyle. Macar Avusturyalı mimarların eseri.

9-Augustus Tapınağı: Ankara’da Roma Dönemi’ nin en önemli yapılarından biri olan Augustus-Roma Tapınağı, Galatia eyaletinin İmparator Augustus (MÖ 27-MS. 14) tarafından Roma İmparatorluğu’na katılmasından sonra, yeni eyalet merkezi olan Ankyra’da (Ankara) İmparator Augustus ve kentin yerel tanrıçası Roma’ya ithaf edilerek inşa edilmiştir. Hacı Bayram Camisinin yanında bulunmaktadır.

10-Hacı Bayram Veli Camii ve Türbesi: Hacı Bayram-ı Veli, (d. 1352, Ankara – ö. 1430, Ankara), Türk mutasavvıf ve şair. Safevî Tarikâtı büyüklerinden Hoca Alâ ad-Dîn Ali Erdebil’inin öğrencilerinden olan Şeyh Hamid-i Veli’nin öğrencisi ve Bayramîyye Tarikatı’nın kurucusudur. Türbesi, Ankara’da Hacı Bayram Camii’nin bitişiğinde bulunmaktadır.

11-A. İzzet Ulvi Aykurt Evi (Hacı Bayram Veli Mahallesi) Macar ustalar tarafından yapılmıştır. Tarih: 1924-1931

12-Şeyh İzzettin Türbesi 1930’ lu yıllarda yıkılarak evlerin arasında kalmış, daha sonra bölgenin yıkılarak komple restorasyonu sırasında temelleri ortaya çıkarılmış ve yeniden inşa edilmiştir. Günümüzdeki türbe kare planlı, kümbet biçiminde Selçuklu tarzındadır. Türbe kitabesi günümüzde Etnografya Müzesine kaldırılmıştır. Bu kitabeye göre türbe 1306 yılında inşa edilmiştir.

FOTOĞRAF SANATI KURUMU DERNEĞİ Grubuyla bir dahaki gezilerde buluşmak ümidiyle tüm katılımcılara ve hocamıza çok teşekkür ediyoruz.

Cengiz PAMUK

21.05.2023 ANKARA

ANKARA KÜLTÜR ROTALARI: ULUCANLAR

Bu ay ilkini gerçekleştirdiğimiz Ankara Kültür Rotaları: Bir Bilenle Geziyoruz etkinlikleri kapsamındaçok kıymetli hocamız Dr. Ali Vedat OYGÜR ile Ulucanlar Rotasında 16 Nisan 2023 tarihinde güneşli ve sonlarına doğru da yağmurlu bir Pazar gününde yürüyerek pek çok kez yanından geçtiğimiz ancak fark etmediğimiz ne kadar da çok eser olduğunu idrak etme şansına nail olduk.

Otuz kişilik bir katılımın olduğu grubumuz Sat 13:00 gibi Ulucanlar Cezaevi’ nin kapısında toplandı. Ali Vedat OYGÜR hocamızın da mekana gelmesinin ardından gezimiz ilk olarak Ulucanlar Cezaevi Müzesinden başladı. Dr. Ali Vedat OYGÜR; 1950 yılında Üsküdar’ da dünyaya gelmiş olup; 1974 yılında Ankara Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği bölümünden mezun olmuştur. Uzun yıllardır, hayatın ona kattığı bilgi birikimini bu tür gezilerde rehberlik yaparak Ankara’ yı hemşehrilerine tanıtmaya adamıştır kendisini. Ayrıca kendisine ait web sayfasında da (https://alivedatoygur.wordpress.com) yazdığı yazılar ile çok kıymetli bilgiler vermeye devam etmektedir.

Ulucanlar Cezaevi Müzesinde başlayan gezimizde ilk olarak; bu binaların Osmanlı zamanında da var olduğu ve askeri kışla olarak kullanıldığını 1925 yılında cezaevine dönüştürüldüğünü öğrendik. Cezaevinin koğuşlarında gezerken (Hilton Koğuşu, Ağalar Koğuşu, Sübyan Koğuşu …) buralarda yaşanan hayatları düşünerek hüzünlendik. Cezaevi turumuzu en son aralarında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ ın da yer aldığı pek çok idamın infaz edildiği Dar Ağacının olduğu yerde tamamlayarak, biraz buruk bir şekilde oradan ayrıldık.

Cezaevinin hemen dışında Sanat Sokağının başında; belki de şimdiye kadar hiç fark etmediğimiz 1804 yılında Ankara Taşından (Andezit) yapılmış Hanifi Rum Çeşmesi ile karşılaştık. Cezaevinin hemen önündeki caddede ise 1924 yılında yapılan henüz Ankara’ nın musluklarından su akmazken halkın su ihtiyacını karşılayan çeşmelerden biri olan Derçatoğlu Mustafa Bey Çeşmesi’ ni fark ettik. Ulucanlar Göz Hastanesinin olduğu yerde eskiden Ankara Mevlevihanesi’ nin olduğunu öğrendikten sonra, Ankara’nın arka mahallerine doğru ilerleyerek rengarenk evlerin arasından gezimize devam ettik. Şu anda restorasyon olduğu için içini göremesek de Ankara’ da lahit mezarların olduğu Kadılar (Kırklar) Mezarlığı olduğunu öğrendik. Geçmişi 800 yıl öncesine dayanan bu mezarlar, Osmanlı ve Selçuklu dönemlerinden kalma olup, Kadılara ait mezarlardır.

Renkli evlerin arasında mütevazi bir görüntüsü olan, 17. yy. sonu ile 18. yy. başında yapıldığı tahmin edilen Direkli Camii’ nden sonra, mahalleye doğru ilerlediğimizde 14. yy.’ dan kalma Nazım Bey Çeşmesi bizi karşıladı.

Nazım Bey Çeşmesi

Biraz daha yukarılara doğru ilerledikçe, muhteşem bir kale manzarası, 1901 yılında inşaa edilen Zehra Hanım Çeşmesi ve Molla Büyük Camii ile karşılaştık. Osmanlı eseri olan, Molla Büyük Cami’nin içerisinde mimberinde yer alan çiniler hepimizi adeta büyüledi.

Ankara’ nın efsane valisi Abidin Paşa tarafından ilk defa 1889 yılında kullanılarak Elmadağ suyunu Ankara’ ya taşıyan Roma Su Kanalları ve su deposu da oldukça ilgi çekiciydi. Kanalları geçtikten sonra, 1288 yılından kalma Saraç Sinan Mescidi ve Türbesi bizi bekliyordu. 1907 yılında Mehmet Şevket Efendi tarafından yaptırılan Altı Ayaklı Çeşme de görülmesi gerekli bir çeşme olarak hafızalarımızda yer etti. Neden iki şerefeli olarak yapıldığını kimsenin bilmediği 1674 tarihli İki Şerefeli Camii (Resul Efendi Camii) ve Halveti şeyhi Tiridzade Hüseyin Efendi Türbesini de gördükten sonra ara sokaklardan aşağıya doğru ilerledik. Dönüş yolumuz üzerinde Halvetilerin Alemdarı Seyyit Ali Türbesi (14.yy) ve 1443 tarihinde Hacı İsmail’ in kızı Azize Gecik Hanım tarafından yaptırılan Gecik Mescidi’ ni de farketmiş olduk. Ayrıca Gecik kelimesinin güzel giyinen, zarif, hoş hanım anlamına geldiği bilgisini de edindik.

Aynı yerde bulunan çeşmenin üzerinde Gecik Çeşmesi yazmasına rağmen aslında çeşmenin Azize Gecik Hanım ile bir ilgisi olmadığını yaklaşık 500 yıl sonra 1891 yılında Beşe Ağazade Hacı Hanım tarafından yaptırılan Hacı Hanım Çeşmesi olduğunu da Ali Vedat hocamızdan öğrendik. Gezimizi büyük usta Mimar Sinan’ ın Ankara’ daki tek eseri olan Cenabi Ahmet Paşa Camii ve Türbesinde tamamlayarak, yaşadığımız şehre olan farkındalığımız ve bilgimiz artmış bir şekilde evlerimizin yolunu tuttuk. Bize bu güzel bilgileri kıymetli vaktini ayırarak aktaran değerli hocamız Ali Vedat OYGÜR’ e ve bu gezide bizimle birlikte olan bütün dostlarımıza sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

Nisan 2023

Cenabi Ahmet Paşa Camii

UMUDUNU YİTİRME, GERİ DÖNECEĞİZ HATAY

Bu cümle, asrın en büyük felaketinin yaşandığı 11 ilimizi yerle yeksan eden 6 Şubat depreminden sonra Hatay’da ayakta kalmaya çalışan bir duvara yazılmıştı. Ekranlara yansıyan ilk görüntüler felaketin boyutunu evimize kadar taşıyordu. Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde 6 Şubat Pazartesi günü yaşanan depremden en fazla etkilenen şehirlerden biri Hatay oldu.

Hatay, bugün dünyada en çok eksikliği hissedilen “barış”ın simgesidir. Medeniyetlerin beşiği;  dinlerin buluştuğu, ezan sesine hazan ve çan sesinin karıştığı şehirdir Hatay. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şahsi meselesi olarak gördüğü ve ağır hastalığına rağmen kalan gücünü akıttığı yerdir Hatay. Dil, din, mezhep gözetmeden yüzyıllardır barış ve huzur içerisinde yaşayan bir kenttir Hatay. Birbirlerine neredeyse birkaç adım ötede konumlanan üç semavi dinin sadece ibadet değil, bu dinlere mensup insanların ebedi mekânlarını da yan yana barındıran bir şehirdir Hatay…

İnsanı sadece insan olarak gören bu kentlinin duygularını, eski milli futbolcu Gökhan Zan’ın sosyal medyada rastladığım şu paylaşımı ne güzel dile getiriyor: “Ben Hatay’da doğdum. Evet ben Alevi doğdum. Arkadaşımın başı derde girdi, Sünni oldum. Ninem gibi sevdiğim komşum öldü, cenazesine kiliseye gittim, Hristiyan oldum. Evimize misafir geldi, yemeğimi yedi, onlarla Yahudi oldum. Kürtçe şarkılar söyledim. Sünnice halaylar çektim. Hristiyanca dualara ortak oldum. Aslında ben sadece insan oldum. Çünkü ben Hatay’da doğdum.”

Şimdi bu kentte yaşayan insanların, ne yazık ki yıkıntılar arasından yükselen acı ağıtları da ortak… Onlar orada göçük altında kalarak, biz burada çaresiz kaldığımız için öldük. Fotoğrafçı dostum Tahir Özgür’ün yine sosyal medyadaki paylaşımı içimizi acıtıyor: “Biz Hatay’lılar mahallemizde yaşayanları “Kardeş”, şehrimizde yaşayanları “hısım” sayarız. Ve herkesle kim olduğunu sormadan paylaşa paylaşa büyürüz… Önce bunu öğretirler bize. O yüzden feryadımız göklere ulaşıyor, gözyaşlarımız dinmiyor. Yüreklerimiz ağlıyor… Kardeşlerimizi, hısımlarımızı kaybettik. Bize bunları öğreten memleketimizi kaybettik.”

MS 115 yılında dünyanın bilinen en sarsıcı depremi ile yıkılan Antakya için Roma kayıtlarında “Ölülerini çıkaranlar hayatta kaldıklarına sevinemediler” diye yazılır. Bu coğrafyanın acı dolu tarihinde aradan geçen onca zamana rağmen aynı cümlenin kuruluyor olması ne acı! Yıkıntıların arasında yakınlarını, anılarını arayan bir kadın bağırıyor. “Onlar bir kere öldü kurtuldu, biz kalanlar her gün ölüyoruz”

Tüm bu yaşananların ardından Hatay’nın binlerce yıllık tarihi gözümün önünden bir bir geçiyor sanki… Bu kadim kent; bir yandan hem baharat hem İpek Yolu’nun geçtiği çok değerli ticari bir kavşak; bir yandan Mezopotamya’dan Akdeniz’e açılan denizyolu kapısı, bir yandan da Kudüs’e inerken dinler tarihi açısından kilit nokta. İmparatorların gözdesi, antik çağın en önemli üç kentinden biri… Depremlerle, yangınlarla, istilalarla defalarca yıkılsa da yeniden kurulmuş. Öyle ki dünya üzerinde bilinen 26 medeniyetin yarısı bu topraklarda yeşermiş. Bu zenginlik Hatay’a çok sayıda birinci ve biricik olma özelliği kazandırmış.

Anadolu’nun ilk camisi olan Habib-i Neccar Camisi, Hristiyanlığın ilk doğduğu ve haç mekânı olarak kabul gören St. Pierre Kilisesi, dünyanın ikinci mozaik koleksiyonuna sahip Hatay Arkeoloji Müzesi burada yer alıyor. Yine dünyanın aydınlatılmış ilk yolu Kurtuluş Caddesi, mimari açıdan ülkenin en önemli kiliseleri arasında yer alan Rum Ortodoks kilisesi,  dünyanın bilinen en eski Yahudi cemaatlerinden olan Antakya Musevi Cemaatinin kesintisiz olarak yaşadığı Antakya Sinegogu, keşişlerin ibadet yeri olarak yapılan ilk dönem Hristiyan mabedi Barlaam Manastırı da bu şehirde… Türkiye’deki  tamamı Ermeni vatandaşların yaşadığı tek köyü olan Vakıflı Köyü,  ülkenin büyük kapalı çarşılarından biri olan Uzun Çarşı, Antik Çağın mimari harikası, boyutları bakımından dünyanın ilk tüneli olarak kabul gören Titus Tüneli bu topraklarda… Kesintisiz 14 km uzunluğuyla Türkiye’nin en uzun plajı olan Samandağ Plajı, tarihinde ilk olimpiyatların gerçekleştirildiği, mitolojik efsanelere konu olan Harbiye (Defne) ve çok daha fazlası, Hatay’ı ilk yapan değer burada yer alıyor. Ayrıca farklı inanç ve kültürlerden beslenen kent mutfağı UNESCO tarafından yaratıcı şehirler ağına dâhil edilerek taçlandırılmış.

Şimdi bu değerlerin birçoğunun, mazinin hatıralarıyla yüklü daracık taş sokakların, kent kimliğini oluşturan avlulu evlerin, bu kıymetleri yaratan insan hazinesiyle birlikte yok olduğunu yazmaya yüreğim dayanmıyor. Defalarca fotoğraf için gittiğim, her gittiğimde fotoğraftan çok, dost edindiğim Hatay’ın fotoğraflarını arşivden çıkarıp bakmak bile ıstırap veriyor. Benim kelimelerimin kifayetsiz kaldığı yerde araştırmacı yazar kent sevdalısı dostum Ünal Kahraman’ın aşağıdaki dizeleri Hatay’a adeta ağıt yakıyor…

Bu şehri yaşadım.

Gecesini ayrı, gündüzünü ayrı.

Aydınlık günlerini gözlerime doldurdum,

Sevinçlerim, üzüntülerim, beklentilerim de oldu benim.

Ama hiç bu kadar yalnız olmadım ve bu kadar kimsesiz.

Habib-i Neccar’ın duvarına RS15 yazmışlar,

Anlamını bilmediğim.

Şehrin tam orta yerindeydim,

Gelenim gidenim olurdu benim,

Arayanım soranım olurdu.

Bir güneş saati vardı avlusunda Neccar’ın.

Güneşin ve asırların ötesinden haberler verirdi bana.

Güneşli günleri ben bu yüzden severdim.

Şimdi şehir büyük bir mezarlık ve sessiz.

Kimilerim öldü, tutamadım yaslarını.

Toz duman içinde herkes ve yürüyen ölüler var bugün caddelerinde.

Ve binaların öldüremediği ölüleri gördüm caddelerde bugün.

Seni içime gömdüm ey sevgili Antakya.

Bütün sevdiklerimle birlikte.

Kemancı Nadir, Bulgurcu Mahmut

Ve onların sesleri gece gündüz kulaklarımda.

Şimdi sessiz, şimdi mahzun Antakya.

Ardında hiçbir eser bırakmadan gider mi bir şehir, ey şehir,

Olanları da alıp götürdün benden.

Dağlar, sıradağlar kadar mahzunum.

Ve kederli ve üzgün.

Işıkların yanar mı yeniden,

Telâşlı insanların dolar mı caddelerine yine bir gün,

Meçhule gidenler döner mi?

Ey âlemi mahzun bırakan en mahzun şehir,

– Senin sokakların dar,

Senin sokakların iki kişilik

Sen giderken ben gelemem..

Antakya sokakları dar. Benim yüreğim kan ağlar…

Tesellin çok zor Hatay, ama başaracağız sonunda… Gönlü güzel, yüreği büyük insanların inancıyla, çabasıyla, iyilikle başaracağız. Çok eksildin, eksildik ama “Umudunu Yitirme, Geri Döneceğiz Hatay”

Gülcan ACAR

Mart 2023

KUZEYİN VENEDİK’İ STOCKHOLM

Dünyanın en güzel başkentlerinden biri olan Stockholm Avrupa’nın en büyük ve en iyi korunmuş Orta Çağ şehir merkezlerinden birinin etrafındaki 14 ada üzerine kurulmuş, Baltık Denizi kıyısında büyüleyici bir konuma sahiptir. Tatlı göl suyu ve tuzlu deniz suyunun buluştuğu takımadaların ortasında bulunan Stockholm mavi ve yeşilin göz kamaştırdığı doğal adaları, uçsuz bucaksız çam ormanları ve büyüleyici kuzey ışıkları ile hem İskandinav kültürünü hem de modern şehir hayatını aynı anda yaşatan eşsiz bir şehirdir.

Dünya Mutluluk Raporu (2019)’na göre dünyanın en mutlu 7.ülkesi olma unvanını taşıyan İsveç’in başkenti Stockholm’de kış aylarında sıcaklık -40°C ‘ye kadar düştüğünden ziyaret etmek için en uygun dönem Mart ve Ekim ayları arasıdır.

Stockholm denince aklınıza ilk “Stockholm Sendromu” geliyorsa şehir turunda rehberler tarafından da anlatılan hikayeden bahsetmeden geçmek olmaz: 23 Ağustos 1973 günü Stockholm’de soyguncular bir bankayı basarlar ve 4 banka görevlisini 6 gün boyunca 131 saat rehin alırlar. Soyguncular rehinelere iyi davranır aralarında iyi ilişkiler oluşur. Öyle ki polisin bankaya operasyon düzenleyeceğini fark eden rehineler soyguncuları uyarırlar, sonrasında soyguncular aleyhine ifade vermekten kaçındıkları gibi soyguncuların avukatlık ve savunma giderlerini karşılamak için aralarında para toplarlar. Günün gazeteleri bu olay üzerine “soyguncular bankadan para çalamadılar ama bazı insanların kalbini çaldılar” diye manşet atar. Hatta rehinelerden biri serbest kaldıktan sonra nişanlısını terk ederek, olay sırasında bankada ilgi duyduğu soyguncunun hapisten çıkmasını bekler ve onunla evlenir.

Stockholm’e yolunuz düşerse halkın oylarıyla şehrin en güzel binası seçilen Stockholm Belediye Binasını görmeden dönmeyin. Şehrin sembolü haline gelmiş Nobel Ödül Törenlerine ev sahipliği yapan binanın inşasına 1911 yılında başlanmış. Yapımında tamı tamına 8 milyon tuğla kullanılan bina 1923 yılında tamamlanmış. Bu anıtsal yapı Stockholm Kent Konseyinin toplantı mekanı olmaktan çok ülke için önemli sosyal olaylar, resepsiyonlar, ziyafetler için kullanılıyor.

Stockholm’ün 1252’de kurulduğu yer olan eski şehir Gamla Stan’ı, bugün hala aktif olarak kullanılan en büyük kraliyet saraylarından biri olan Kungliga Slottet’i, ülkenin dört bir yanından getirilmiş yaklaşık 150 tarihi İsveç evinden oluşan etkileyici bir koleksiyona sahip Skansen Açık Hava Müzesini, İskandinavya’nın en çok ziyaret edilen 1628’de ilk seferine başladıktan birkaç dakika sonra batan ve 1961 yılına kadar su altında kalan devasa savaş gemisinin sergilendiği Vasa Müzesini, dünyanın en iyi fotoğrafçılarının sergilerini bulabileceğiniz Fotografiska’yı da ziyaret etmeden dönmeyin ve tabi İsveç kurabiyesi fikayı tatmadan, İsveç köftesinin tadına varmadan…

İsveç köftesi demişken İsveç mutfağının en bilinen lezzetlerinden biri olan İsveç köftesinin aslında geleneksel bir Anadolu tarifi olduğunu biliyor muydunuz? İsveç ‘in resmi Twitter hesabı “Sweden. se”den yapılan bir paylaşımda, İsveç köftesinin aslında 18. yüzyılda Kral 12. Karl’ın Türkiye’den getirdiği tarife göre hazırlandığı ve yapıldığı yazıldı. Bu arada İsveç’in resmi twitter hesabı 2011 yılının Aralık ayından bu yana her hafta farklı bir İsveç vatandaşı tarafından yönetiliyor. Dünyada twitter kontrolünü ilk kez vatandaşlarına veren ülke olan İsveç farklı becerilerin tecrübelerin fikirlerin diğer insanlarla paylaşılmasını hedeflemiş.

Uppsala Üniversitesi Edebiyat Bölümü Araştırmacısı Annie Mattson, AA muhabirine yaptığı açıklamada Türkiye’de “Demirbaş Şarl” olarak tanınan İsveç Kralı 12. Karl’ın, Rusya’ya karşı mağlup olduğu bir savaşın ardından Osmanlı topraklarına sığınarak 5 yıla yakın Osmanlı topraklarında yaşadığını söyledi. Bu süre zarfında Karl, hem Osmanlı kültürünü hem de Osmanlı mutfağını tanıma şansı buldu. Daha sonra ülkesine geri dönerken yanında kahve ve köfte (köttbullar), lahana dolması (kaldomar) gibi yemeklerin tariflerini de götürerek bu lezzetlerin ün kazanmalarını sağladı. İsveççe ‘kalabaliken’ sözcüğünün kökeni de Türkçedir ve ‘kalabalık’ anlamına gelir. Ayrıca hayran kaldığı Türk gemilerinin birer çizimini yapıp ülkesine yollayan Karl, bu gemilerin birer örneğinin İsveç’te yapılmasını istemiş ve gemilere ‘Jarramaz (Yaramaz)’ ve ‘Jilderem (Yıldırım)’ isimlerini vermiştir.

Yaramaz ve Yıldırım, 1716 yılında suya indirilir, savaşlara katılır ve nice olaylara tanık olurlar. Yıldırım İngilizlerle yapılan Yedi Yıl Savaşları’nda batırılırken Yaramaz, uzun yıllar ülkeye hizmet eder. Bu geminin bir örneği 1944 yılından beri İsveç Kraliyet Deniz Müzesi iskelesinde demirli olarak sergilenmektedir. Yaramaz adlı gemi ayrıca Türk denizcilerine ait tekne geleneğinin de son örneğidir. Geminin Karl imzalı ilk çizimleri ise bugün hâlâ Stockholm Savaş Müzesi’nde sergilenmektedir.

Serpil K. DALGIN

Aralık 2022