UMUDUNU YİTİRME, GERİ DÖNECEĞİZ HATAY

Bu cümle, asrın en büyük felaketinin yaşandığı 11 ilimizi yerle yeksan eden 6 Şubat depreminden sonra Hatay’da ayakta kalmaya çalışan bir duvara yazılmıştı. Ekranlara yansıyan ilk görüntüler felaketin boyutunu evimize kadar taşıyordu. Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde 6 Şubat Pazartesi günü yaşanan depremden en fazla etkilenen şehirlerden biri Hatay oldu.

Hatay, bugün dünyada en çok eksikliği hissedilen “barış”ın simgesidir. Medeniyetlerin beşiği;  dinlerin buluştuğu, ezan sesine hazan ve çan sesinin karıştığı şehirdir Hatay. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şahsi meselesi olarak gördüğü ve ağır hastalığına rağmen kalan gücünü akıttığı yerdir Hatay. Dil, din, mezhep gözetmeden yüzyıllardır barış ve huzur içerisinde yaşayan bir kenttir Hatay. Birbirlerine neredeyse birkaç adım ötede konumlanan üç semavi dinin sadece ibadet değil, bu dinlere mensup insanların ebedi mekânlarını da yan yana barındıran bir şehirdir Hatay…

İnsanı sadece insan olarak gören bu kentlinin duygularını, eski milli futbolcu Gökhan Zan’ın sosyal medyada rastladığım şu paylaşımı ne güzel dile getiriyor: “Ben Hatay’da doğdum. Evet ben Alevi doğdum. Arkadaşımın başı derde girdi, Sünni oldum. Ninem gibi sevdiğim komşum öldü, cenazesine kiliseye gittim, Hristiyan oldum. Evimize misafir geldi, yemeğimi yedi, onlarla Yahudi oldum. Kürtçe şarkılar söyledim. Sünnice halaylar çektim. Hristiyanca dualara ortak oldum. Aslında ben sadece insan oldum. Çünkü ben Hatay’da doğdum.”

Şimdi bu kentte yaşayan insanların, ne yazık ki yıkıntılar arasından yükselen acı ağıtları da ortak… Onlar orada göçük altında kalarak, biz burada çaresiz kaldığımız için öldük. Fotoğrafçı dostum Tahir Özgür’ün yine sosyal medyadaki paylaşımı içimizi acıtıyor: “Biz Hatay’lılar mahallemizde yaşayanları “Kardeş”, şehrimizde yaşayanları “hısım” sayarız. Ve herkesle kim olduğunu sormadan paylaşa paylaşa büyürüz… Önce bunu öğretirler bize. O yüzden feryadımız göklere ulaşıyor, gözyaşlarımız dinmiyor. Yüreklerimiz ağlıyor… Kardeşlerimizi, hısımlarımızı kaybettik. Bize bunları öğreten memleketimizi kaybettik.”

MS 115 yılında dünyanın bilinen en sarsıcı depremi ile yıkılan Antakya için Roma kayıtlarında “Ölülerini çıkaranlar hayatta kaldıklarına sevinemediler” diye yazılır. Bu coğrafyanın acı dolu tarihinde aradan geçen onca zamana rağmen aynı cümlenin kuruluyor olması ne acı! Yıkıntıların arasında yakınlarını, anılarını arayan bir kadın bağırıyor. “Onlar bir kere öldü kurtuldu, biz kalanlar her gün ölüyoruz”

Tüm bu yaşananların ardından Hatay’nın binlerce yıllık tarihi gözümün önünden bir bir geçiyor sanki… Bu kadim kent; bir yandan hem baharat hem İpek Yolu’nun geçtiği çok değerli ticari bir kavşak; bir yandan Mezopotamya’dan Akdeniz’e açılan denizyolu kapısı, bir yandan da Kudüs’e inerken dinler tarihi açısından kilit nokta. İmparatorların gözdesi, antik çağın en önemli üç kentinden biri… Depremlerle, yangınlarla, istilalarla defalarca yıkılsa da yeniden kurulmuş. Öyle ki dünya üzerinde bilinen 26 medeniyetin yarısı bu topraklarda yeşermiş. Bu zenginlik Hatay’a çok sayıda birinci ve biricik olma özelliği kazandırmış.

Anadolu’nun ilk camisi olan Habib-i Neccar Camisi, Hristiyanlığın ilk doğduğu ve haç mekânı olarak kabul gören St. Pierre Kilisesi, dünyanın ikinci mozaik koleksiyonuna sahip Hatay Arkeoloji Müzesi burada yer alıyor. Yine dünyanın aydınlatılmış ilk yolu Kurtuluş Caddesi, mimari açıdan ülkenin en önemli kiliseleri arasında yer alan Rum Ortodoks kilisesi,  dünyanın bilinen en eski Yahudi cemaatlerinden olan Antakya Musevi Cemaatinin kesintisiz olarak yaşadığı Antakya Sinegogu, keşişlerin ibadet yeri olarak yapılan ilk dönem Hristiyan mabedi Barlaam Manastırı da bu şehirde… Türkiye’deki  tamamı Ermeni vatandaşların yaşadığı tek köyü olan Vakıflı Köyü,  ülkenin büyük kapalı çarşılarından biri olan Uzun Çarşı, Antik Çağın mimari harikası, boyutları bakımından dünyanın ilk tüneli olarak kabul gören Titus Tüneli bu topraklarda… Kesintisiz 14 km uzunluğuyla Türkiye’nin en uzun plajı olan Samandağ Plajı, tarihinde ilk olimpiyatların gerçekleştirildiği, mitolojik efsanelere konu olan Harbiye (Defne) ve çok daha fazlası, Hatay’ı ilk yapan değer burada yer alıyor. Ayrıca farklı inanç ve kültürlerden beslenen kent mutfağı UNESCO tarafından yaratıcı şehirler ağına dâhil edilerek taçlandırılmış.

Şimdi bu değerlerin birçoğunun, mazinin hatıralarıyla yüklü daracık taş sokakların, kent kimliğini oluşturan avlulu evlerin, bu kıymetleri yaratan insan hazinesiyle birlikte yok olduğunu yazmaya yüreğim dayanmıyor. Defalarca fotoğraf için gittiğim, her gittiğimde fotoğraftan çok, dost edindiğim Hatay’ın fotoğraflarını arşivden çıkarıp bakmak bile ıstırap veriyor. Benim kelimelerimin kifayetsiz kaldığı yerde araştırmacı yazar kent sevdalısı dostum Ünal Kahraman’ın aşağıdaki dizeleri Hatay’a adeta ağıt yakıyor…

Bu şehri yaşadım.

Gecesini ayrı, gündüzünü ayrı.

Aydınlık günlerini gözlerime doldurdum,

Sevinçlerim, üzüntülerim, beklentilerim de oldu benim.

Ama hiç bu kadar yalnız olmadım ve bu kadar kimsesiz.

Habib-i Neccar’ın duvarına RS15 yazmışlar,

Anlamını bilmediğim.

Şehrin tam orta yerindeydim,

Gelenim gidenim olurdu benim,

Arayanım soranım olurdu.

Bir güneş saati vardı avlusunda Neccar’ın.

Güneşin ve asırların ötesinden haberler verirdi bana.

Güneşli günleri ben bu yüzden severdim.

Şimdi şehir büyük bir mezarlık ve sessiz.

Kimilerim öldü, tutamadım yaslarını.

Toz duman içinde herkes ve yürüyen ölüler var bugün caddelerinde.

Ve binaların öldüremediği ölüleri gördüm caddelerde bugün.

Seni içime gömdüm ey sevgili Antakya.

Bütün sevdiklerimle birlikte.

Kemancı Nadir, Bulgurcu Mahmut

Ve onların sesleri gece gündüz kulaklarımda.

Şimdi sessiz, şimdi mahzun Antakya.

Ardında hiçbir eser bırakmadan gider mi bir şehir, ey şehir,

Olanları da alıp götürdün benden.

Dağlar, sıradağlar kadar mahzunum.

Ve kederli ve üzgün.

Işıkların yanar mı yeniden,

Telâşlı insanların dolar mı caddelerine yine bir gün,

Meçhule gidenler döner mi?

Ey âlemi mahzun bırakan en mahzun şehir,

– Senin sokakların dar,

Senin sokakların iki kişilik

Sen giderken ben gelemem..

Antakya sokakları dar. Benim yüreğim kan ağlar…

Tesellin çok zor Hatay, ama başaracağız sonunda… Gönlü güzel, yüreği büyük insanların inancıyla, çabasıyla, iyilikle başaracağız. Çok eksildin, eksildik ama “Umudunu Yitirme, Geri Döneceğiz Hatay”

Gülcan ACAR

Mart 2023

KAYBEDİNCE AĞLAMAMAK, VARKEN YAŞATMAK, GÜZELKEN SÜRDÜRMEK İÇİN

“Ankara’nın Yıkılan/Kaybolan Belleği”  resim sergisi hazırlıklarım 2018 yılında başladı ve 2021 yılına kadar aralıksız üç yıl devam etti. Başlangıçta, bu başlık altında bir sergi yapmak amacıyla yola çıkmış değildim. Bu çalışmaların/serinin ilki olan İller Bankası tablosunu yaptığımda Ankara’ya geldiğim tarihlerde varlığına tanık olduğum sonradan yıkılan diğer binalar aklıma geldi. Ankara’da var olan ve başkentimize değer katan ve bu nedenle belleklerde yer alan çok sayıda bina şu veya bu şekilde yıkılmıştı. 1979 yılında yıkılan Kızılay binası, yakın zamanlarda yıkılan Etibank ve İller Bankası binası ve var olduğunu bildiğim ve hiçbir zaman görmediğim Marmara Köşkü, ilk çalışmalarım arasında yer aldılar.

Marmara Köşkü Mustafa Kemal’in değer verdiği AOÇ içinde Cumhurbaşkanı Köşkü olarak mütevazı bir ölçekte sayılacak bir bina olarak mimar Ernst Arnold Egli tarafından tasarlanmıştı. Korunması için çok sayıda sebep sayılabilir. Ama yıkıldı.

Kent belleğinde yer alan nitelikli mimari eserlerin yıkılmamaları, dönem itibarıyla yani günümüzde şayet fonksiyonlarını yitirmişlerse, şu veya bu şekilde dönüştürülerek kentlilerin kullanımına sunulmaları gerekir. Yukarıda isimlerini saydığım yıkıma uğramış binaların, yapıldığı tarihleri ve mimarlarını araştırırken, karşıma benzer akıbeti yaşamış başka binalar da çıktı. Eski Ankara fotoğraflarından yakaladığım Taşhan ve St. Clements kilisesi, Kızılbey Türbesi ve Külliyesi gibi yapılar bunlardan birileriydi. Sonrasında başka diğer binalar bunları izledi. Bir ya da ikisi dışında çoğunun ortak özellikleri ise dönemin mimarlarının, seyyahlarının ve kanaat önderlerinin yıkılmamaları için çaba göstermiş olmalarıydı.

Yakın tarihte yıkılan binaların yıkılmaması yönünde hareket edenlerin de nedense tamamı mimarlar ve Başkent Dayanışması içinde yer alan bir grup entelektüel olmuştur. Bunu verili bir durum olarak ele aldığımızda, kentlilerin ya da hemşerilerin duyarsızlığı, yıkımın kalıcı bir kültür olarak karşımıza çıkmasının temelinde yer aldığı görülür. Bu durum; yıkımı planlayanların ve gerçekleştirenlerin/uygulayanların işini kolaylaştırmaktadır.

Bu düşüncemin elle tutulur örneği 16 Haziran 2017 tarihinde yıkılan İller Bankasıdır. Binanın yıkılacağı haberi üzerine, Mimarlar Odası ve Başkent Dayanışması olarak, bina önünde birden fazla basın açıklaması yapıldığı halde netice alınamamıştır. Bunun yegâne nedeni kent halkının duyarsızlığıdır. Katılımı yüksek olan protesto eylemlerinden sonuç alınacağına dair, yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda örnek vardır.

Resim çalışmalarım esnasında; binaların yapıldığı tarihler, yapılma nedenleri ve mimarlarını araştırırken ilk planda karşıma yirmi beş resme konu olacak materyal çıktı. Aynı akıbete uğramış başka değerli binaları bulup resim yoluyla topluma ulaştırma heyecanı yaşadığım tarihlerde ilk sergimin zamanı gelip çatmıştı. İlk sergi; Mustafa Kemal ve Heyeti Temsiliye’nin Ankara’ya geldiği gün olan 27 Aralık gününde, Mimarlar Odası Ankara Şubesi fuayesinde, yirmi beş tabloyla gerçekleşti. Geride tablosu yapılacak başka binalar da var.

Bu serginin ardından, Ankara çalışmalarıyla bilinen akademisyen arkadaşlarımın isteği üzerine, aynı eserler, Bilkent ve Çankaya üniversitelerinde öğrencilerle, daha sonra Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar merkezinde gerçekleşen sergiyle Ankaralılarla buluştu.  

Bir kısmının varlığına tanık olduğumuz, önünden defalarca geçtiğimiz, kiminde ise içine girdiğimiz ve bulunduğu mahal ile bütünleşmiş çok değerli yapılar yok edildi. Her birinin bir hikâyesi vardı. Bizde yönetimlerce yıkıma layık görülen; Kızılay, Maltepe Havagazı Fabrikası ve Çubuk Barajı gazinosu gibi birçok yapının mimarlarına ait başka ülkelerdeki eserlerin günümüze kadar hala korunduğunu görmek içimizi acıttı. Örneğin; yıkılan Maltepe Havagazı fabrikasının mimarı Werner İssel’in Almanya’daki yapıları günümüzde varlıklarını sürdürmektedir. Bizde tek olan ve sanat evleri, müze gibi yapılara dönüşebilecek yerleşke yok edildi.

Ulus meydanından başlayarak Kızılay’a kadar uzanan arter erken dönem açık bir Cumhuriyet Müzesidir. Aralarında; başta Kızılay Binası olmak üzere İller Bankası Etibank ve Toprak Mahsulleri Ofisi binası gibi yok edilen binalar vardır. Ancak bunun da çözüm yolu vardır. Birinci yol bundan sonra gelecek olan yıkımların karşısında durmak, engel olmak, yok edilenleri ise bir hafıza müzesinde gelecek kuşaklara aktarmaktır.

Tüm bu durumların özetinde üniversitelerde yaptığım sergilerde ayrıca bir görsel bir sunumla binaların eski fotoğrafları ve bende uyandırdığı duygularla yaptığım resimlerle sunum haline getirdim. Bu çabam; yukarıda bahsettiğim Ankara’ya ait bir hafıza ya da bellek müzesi için ateşleyici bir etki yaparsa gayeme ulaştığım için mutlu olurum.

Umudum yeni kuşakların yaşadıkları kentlere dair duyarlıklarının artacağı yönündedir.

Yıkılan Kızılay Binası ve bu binadan isim alan Kızılay Meydanı
Bentderesi ve Çakırlar Köprüsü

Kemal Mükremin BARUT

Mart 2023

KENT FOTOĞRAFLARI, DEPREM VE FOTOGRAFİK HAFIZA

1960, Malatya

Kent fotoğrafları, fotoğraf tarihimizde, fotoğrafın popülerleşmesi açısından portre fotoğrafları kadar önemli bir rol üstlenmiştir. Ülkemiz fotoğraf stokunda olduğu gibi, evlerimizde de, aile fotoğrafları dışında albümlerimizin önemli bir bölümünü kent fotoğrafları oluşturmaktadır.

Fotoğrafla tanışmamızın, ilgilenmemizin belki de sevmemizin önemli motiflerinden biri olmuştur bu kent fotoğrafları. Çoğunun fotoğrafçısını bilmeyiz, genellikle bayram tebrikleri, asker mektubu ve asker fotoğraflarının eklentileri, yaşanılan kentlerin tanıtımı veya özlemi gibi vesilelerle hayatımıza girmiştir. Posta Kartları gibi de kullanılmıştır. Bu fotoğraflardaki kentleri; evlerde misafir odasında duran bir büfenin camı arasında sıkıştırılmış dururken görmüş, ya da bir dükkanın duvarında asılı bir çerçevenin içinden izleyerek de tanımışızdır. Yine bu fotoğraflarla bu kentlerin içine girip, düşlerimizde gezmişizdir.

Hayat kendi seyrinde, hay-huyu, çelişkileri ve değişim ritmiyle devam ederken şairin dediği gibi bir tel kırılıyor, kopuyor ve ahenk tümüyle kesiliyor. Deprem gibi, 6 Şubat 2023 depreminde yok olan, enkaz olan kentlerimiz gibi. Fotoğraflarımız da öksüz kalıyor.

Artık; şimdiki göçüklerin altında yüzlerce yıl önceki gibi zamanın sırlarını saklayan mermer sütunlar, taş işlemeler, ahşap oymalar bulunmuyor. Ufalanmış betonlar, yassılaşmış, tanınmaz beyaz – kahverengi eşyalar ve belki de parçalanmış uzuvlar. Kepçelerle un ufak halde gözden ırak bir başka yere taşınan molozlarla, bundan böyle; coğrafyanın yeni enkaz dağları veya dolguları oluveriyor.

Kentler de yaşayan birer organizmadır; büyür, gelişir, değişir, savaşır, eğlenir. Bu süreçlerde kentler, biriktirdikleriyle birlikte dokusunu ruhunu oluşturur.

Depremler, yalnızca o kenti, insanlarını, halkını göçük altında bırakmaz. Kentin ritmini, kültürünü, ışığını, aurasını da birlikte göçük altında bırakır.

Her sanat alanında olduğu gibi, fotoğrafta da popülerleşen çalışmalar, önemi yeterince değerlendirilmeden; zaman zaman görmezden gelinebiliyor. Klasikleşme eğiliminde olan çalışmalar arasında dikkatten ilgiden uzak kalabiliyor. Geçen yüzyılın ilk yarısından itibaren yaygınlaşan kent fotoğrafçılığı nedeniyle neredeyse Anadolu’nun tüm kentleri ve büyük kasabaları fotoğraflanmıştır. Siyah-beyaz çeşitli boyutlarda baskılı bu fotoğraflarlar halkın yoğun ilgisini ve sevgisini kazanmıştır. Bu durum, Anadolu, taşra Fotoğrafhaneleri için de ayrıca ticari bir hareketliliğe neden olmuştur. Hatta ünlü İstanbul Fotoğrafhaneleri bile bu hareketliliğe daha özenli çekimler ve daha büyük baskılarla katılarak çok daha büyük paylar almışlardır.

Günümüzde, “kent fotoğrafları” artık popüler bir alanda değildir. Yerini, düğün fotoğrafları, instagram fotoğrafları gibi alanlara kaptırmış durumdadır. Ancak, artık daha farklı ve önemli bir avantaja sahiptir. Pek çok fotoğrafçının gözdesidir, özgürlük alanıdır “kent fotoğrafları”. Kendi özgün yorumları ve kadrajlarıyla çektikleri bu kent fotoğrafları; çoğunlukla fotoğrafçıların kendi arşivlerinde durur veya dar alanlarda paylaşılır ve izlenir. Bu değerli yastık altı “kent fotoğrafları” sayısının düşünemeyeceğim kadar çok olduğunu gözlüyorum.

İşte tam da bu yüzden, kentlerimizin depremlerle yok olduğu bu günlerde; “ kent fotoğrafları” konusuna dikkat çekmek istedim. Fotoğrafların hızla çoğalma ve yayılabilme yetisi ve üretim formatı onu pek çok çalışmada belge olarak kullanılabilir değerli bir görsel kılmaktadır.

Fotoğraf dernekleri, fotoğraf öğretirken, eğitirken genellikle ışık eksenli, kadraj eksenli olarak bile olsa bir plato olarak bulundukları kentleri bolca fotoğraflarlar. Balat gibi, Kale gibi şanslı bölgeleri vardır bazı kentlerin.

Ülkemiz; Fotoğraf Dernekleri, üyeleri ve örgütsüz fotoğrafçılarıyla birlikte geniş üretken bir ağa, ancak dağınık, sistemsiz, kütüphaneleşememiş ve korunamayan, fakat zengin bir “kent fotoğrafları” stokuna sahiptir. Çelişik, karmaşık, kırılgan ve güvensiz bu stok bir taraftan artarken, diğer taraftan erimekte bir başka enkazın altında kaybolup, yok olup gitmektedir. Elbette ki bu durum kamusal bir sorundur. Sahibi ve çözücüleri; öncelikle Fotoğraf Dernekleri, Belediyeler, Şehircilik ve Kültür Bakanlıkları gibi kuruluşlardır. Ve elbette bir tarafında da fotoğrafçılar vardır.

Ömer Zafer GÖKTÜRK

Mart 2023

ANNELİK

Merhabalar, ben Derya Yazar. Güzel Sanatlar Uzmanı ve EFIAP onur unvanlı fotoğraf eğitmeniyim. Nevşehir’de yaşıyorum.

Bu ayın fotoğraf teması olan ANNELİK benim de içinde bulunduğum bir alan. Ben de bir erkek evlat sahibiyim. Çekeceğiniz fotoğraf herhangi bir portre değildir. Fotoğrafçı için en zor konulardan biriyle karşınızdayız. Dünyaya “evlat” denen bir eser meydana getirmek zor zanaattır yani ustalık ve hüner gerektirir. Anne çocuğun örnek aldığı rol model ve ilk öğretmendir. Onun vatana millete faydalı olmasını, tüm canlıları sevmesini, çevreye duyarlı olmasını ve dürüstlükten ödün vermemesini sağlayandır. Bunu yapabilmesi için de tüm bu özellikleri öncelikle kendi bünyesinde barındırmak zorundadır.

Sizlere kendi fotoğraf tarzımda ilgili bazı bilgiler paylaşmak istiyorum. Yansıttığım fotoğraflarda samimiyeti çok önemserim. Kurgu dahi olsa modellerin beni unuttuğu anda denklaşöre basararak onların doğal hallerini izleyiciyle buluşturmayı tercih ederim.

Çekmek istediğim konunun, ilk kez gördüğüm bir sokakta çekim yapacak olsam bile, mutlaka kadraj içindeki ışık açısını, arka planını, ufuk çizgisini, grafiğini, renklerini, dengesini, sadeliğini, kritik anını ve altın kesiminin uygunluğunu doğru kurgulamaya özen gösteririm. Konunun kompozisyonu ve ışığın açısı benim için netleştikten sonra, çoklu pozlama yöntemiyle art arda birçok versiyonu RAW formatında, manuel modda diyafram, enstantane ve ISO’ yu her kare için -1 stop koyu pozlarım.

Gezi fotoğrafları haricinde, çekmek istediğim konuyu önceden belirleyip detaylı bir araştırma yaparım. Sanat tarihinde bu konuyla ilgili eserleri incelerim. Konunun uzmanlarıyla fikir alışverişinde bulunur, yol haritası belirler ve bir liste çıkartırım. Modelleri ve mekânı belirlerim. Farklı açılardan mekânın ışığını en verimli nasıl kullanırım bunu cep telefonu ile ön izleme yaparak belirlerim. Konu dış mekânda ise reflektör, iç mekânda ise harici aydınlatma desteğinden faydalanırım. Genellikle tripod kullanırım.

Fotoğrafın çekim işlemi tamamlandıktan sonra photoshop programında aydınlık oda çalışmalarına başlarım. Çoklu çekimin tamamını Camera-RAW’da açıp en doğal olanı seçerek onu büyük bir titizlikle işlerim. Kullanıma hazır hale gelen fotoğrafları konularına göre ayrı ayrı dosyalarda muhafaza ederim.

Klişedir ama doğrudur; iyi fotoğraf çekebilmenin temelinde belli bir birikimin ışığında yapılan seçimler yatar. Fotoğraf güzelse bu fotoğrafçının başarısıdır. O fotoğrafçı doğru yerde, doğru anda, doğru kompozisyonla, sabırla, netlik ayarı ve pozlamasını doğru yapmış demektir.

Bana göre fotoğrafçının en önemli meziyeti ışığı tanıma ve görme yetisini geliştirmesidir. Okuduğu kitapları, izlediği filmleri istediği zaman fotoğraf olarak üretebilmesidir.

Fotoğraflarınızda, annelik duygusunu en doğal haliyle yansıtabilmesi için modelinizle çok iyi iletişim kurmalısınız. Tüm katılımcılardan buram buram sevgi kokan, ANNELİK fotoğraflarınızı bekliyoruz. Sağlıkla, sevgiyle bol fotoğraflı umutlu günler diliyorum.

Derya YAZAR ATASEVER

Mart 2023

KUZEYİN VENEDİK’İ STOCKHOLM

Dünyanın en güzel başkentlerinden biri olan Stockholm Avrupa’nın en büyük ve en iyi korunmuş Orta Çağ şehir merkezlerinden birinin etrafındaki 14 ada üzerine kurulmuş, Baltık Denizi kıyısında büyüleyici bir konuma sahiptir. Tatlı göl suyu ve tuzlu deniz suyunun buluştuğu takımadaların ortasında bulunan Stockholm mavi ve yeşilin göz kamaştırdığı doğal adaları, uçsuz bucaksız çam ormanları ve büyüleyici kuzey ışıkları ile hem İskandinav kültürünü hem de modern şehir hayatını aynı anda yaşatan eşsiz bir şehirdir.

Dünya Mutluluk Raporu (2019)’na göre dünyanın en mutlu 7.ülkesi olma unvanını taşıyan İsveç’in başkenti Stockholm’de kış aylarında sıcaklık -40°C ‘ye kadar düştüğünden ziyaret etmek için en uygun dönem Mart ve Ekim ayları arasıdır.

Stockholm denince aklınıza ilk “Stockholm Sendromu” geliyorsa şehir turunda rehberler tarafından da anlatılan hikayeden bahsetmeden geçmek olmaz: 23 Ağustos 1973 günü Stockholm’de soyguncular bir bankayı basarlar ve 4 banka görevlisini 6 gün boyunca 131 saat rehin alırlar. Soyguncular rehinelere iyi davranır aralarında iyi ilişkiler oluşur. Öyle ki polisin bankaya operasyon düzenleyeceğini fark eden rehineler soyguncuları uyarırlar, sonrasında soyguncular aleyhine ifade vermekten kaçındıkları gibi soyguncuların avukatlık ve savunma giderlerini karşılamak için aralarında para toplarlar. Günün gazeteleri bu olay üzerine “soyguncular bankadan para çalamadılar ama bazı insanların kalbini çaldılar” diye manşet atar. Hatta rehinelerden biri serbest kaldıktan sonra nişanlısını terk ederek, olay sırasında bankada ilgi duyduğu soyguncunun hapisten çıkmasını bekler ve onunla evlenir.

Stockholm’e yolunuz düşerse halkın oylarıyla şehrin en güzel binası seçilen Stockholm Belediye Binasını görmeden dönmeyin. Şehrin sembolü haline gelmiş Nobel Ödül Törenlerine ev sahipliği yapan binanın inşasına 1911 yılında başlanmış. Yapımında tamı tamına 8 milyon tuğla kullanılan bina 1923 yılında tamamlanmış. Bu anıtsal yapı Stockholm Kent Konseyinin toplantı mekanı olmaktan çok ülke için önemli sosyal olaylar, resepsiyonlar, ziyafetler için kullanılıyor.

Stockholm’ün 1252’de kurulduğu yer olan eski şehir Gamla Stan’ı, bugün hala aktif olarak kullanılan en büyük kraliyet saraylarından biri olan Kungliga Slottet’i, ülkenin dört bir yanından getirilmiş yaklaşık 150 tarihi İsveç evinden oluşan etkileyici bir koleksiyona sahip Skansen Açık Hava Müzesini, İskandinavya’nın en çok ziyaret edilen 1628’de ilk seferine başladıktan birkaç dakika sonra batan ve 1961 yılına kadar su altında kalan devasa savaş gemisinin sergilendiği Vasa Müzesini, dünyanın en iyi fotoğrafçılarının sergilerini bulabileceğiniz Fotografiska’yı da ziyaret etmeden dönmeyin ve tabi İsveç kurabiyesi fikayı tatmadan, İsveç köftesinin tadına varmadan…

İsveç köftesi demişken İsveç mutfağının en bilinen lezzetlerinden biri olan İsveç köftesinin aslında geleneksel bir Anadolu tarifi olduğunu biliyor muydunuz? İsveç ‘in resmi Twitter hesabı “Sweden. se”den yapılan bir paylaşımda, İsveç köftesinin aslında 18. yüzyılda Kral 12. Karl’ın Türkiye’den getirdiği tarife göre hazırlandığı ve yapıldığı yazıldı. Bu arada İsveç’in resmi twitter hesabı 2011 yılının Aralık ayından bu yana her hafta farklı bir İsveç vatandaşı tarafından yönetiliyor. Dünyada twitter kontrolünü ilk kez vatandaşlarına veren ülke olan İsveç farklı becerilerin tecrübelerin fikirlerin diğer insanlarla paylaşılmasını hedeflemiş.

Uppsala Üniversitesi Edebiyat Bölümü Araştırmacısı Annie Mattson, AA muhabirine yaptığı açıklamada Türkiye’de “Demirbaş Şarl” olarak tanınan İsveç Kralı 12. Karl’ın, Rusya’ya karşı mağlup olduğu bir savaşın ardından Osmanlı topraklarına sığınarak 5 yıla yakın Osmanlı topraklarında yaşadığını söyledi. Bu süre zarfında Karl, hem Osmanlı kültürünü hem de Osmanlı mutfağını tanıma şansı buldu. Daha sonra ülkesine geri dönerken yanında kahve ve köfte (köttbullar), lahana dolması (kaldomar) gibi yemeklerin tariflerini de götürerek bu lezzetlerin ün kazanmalarını sağladı. İsveççe ‘kalabaliken’ sözcüğünün kökeni de Türkçedir ve ‘kalabalık’ anlamına gelir. Ayrıca hayran kaldığı Türk gemilerinin birer çizimini yapıp ülkesine yollayan Karl, bu gemilerin birer örneğinin İsveç’te yapılmasını istemiş ve gemilere ‘Jarramaz (Yaramaz)’ ve ‘Jilderem (Yıldırım)’ isimlerini vermiştir.

Yaramaz ve Yıldırım, 1716 yılında suya indirilir, savaşlara katılır ve nice olaylara tanık olurlar. Yıldırım İngilizlerle yapılan Yedi Yıl Savaşları’nda batırılırken Yaramaz, uzun yıllar ülkeye hizmet eder. Bu geminin bir örneği 1944 yılından beri İsveç Kraliyet Deniz Müzesi iskelesinde demirli olarak sergilenmektedir. Yaramaz adlı gemi ayrıca Türk denizcilerine ait tekne geleneğinin de son örneğidir. Geminin Karl imzalı ilk çizimleri ise bugün hâlâ Stockholm Savaş Müzesi’nde sergilenmektedir.

Serpil K. DALGIN

Aralık 2022

KALE’NİN ALTIN ÇOCUKLARI
FOTOĞRAF ÖĞRENİYOR

FSK (Fotoğraf Sanatı Kurumu) Derneği olarak Gaziosmanpaşa Soroptimist Kulübü ile ortaklaşa yürüttüğümüz ve eğitmenliğini derneğimizin yönetim kurulu üyesi, aynı zamanda eğitim birimi sorumlusu olan Sayın Murat Berkyürek’in yaptığı, Kale civarında yaşayan çocuklar için fotoğraf eğitimi projemiz 5 Kasım 2022 tarihinde başladı. 8-12 yaş aralığındaki 13 çocuğumuz ile ilk buluşmamız yine aynı gün çocukları bize ulaştıran Sayın Erkan Kaptan’ın Kale bölgesindeki mekanında gerçekleşti. Öncelikle birbirimizi tanıdık ve eğitim süresince neler yapacağımızı konuştuk. Her biri birbirinden heyecanlı ve meraklıydı. Belki de ilk kez fotoğraf ile tanışacaklardı ama sordukları sorularla daha ilk günden bizleri kendilerine hayran bırakmayı başarmışlardı.

6 haftalık eğitim programımızın ilk haftasında çocuklarımıza öncelikle temel fotoğraf üzerine teorik eğitim verdik. Sonraki haftalarda ise her birine Compact fotoğraf makinesi vererek sahada uygulama eğitimlerine başladık. Kale civarındaki sokakları dolaşarak fotoğraf makinesi nasıl tutulur, fotoğraf çekerken nelere dikkat edilir, doğru fotoğraf nasıl çekilir, kompozisyon kuralları nelerdir vb. gibi konuları anlatarak çekimler yaptık. Neticede her biri çok iyi fotoğraflar üreterek başarılı oldular.

6 hafta nasıl geçti anlamadık, dolu dolu aynı zamanda da eğlenceli anlar yaşadık. Çocukların her biri başka alanlarda da gösterdikleri yeteneklerini bizlere sergileyerek eğitim boyunca yüzlerimizde kocaman birer gülümseme ve kalplerimize sıcacık bir sevgi bırakarak her ders sonrasında bizleri uğurladılar.

Eğitimimiz 25 Aralık 2022 tarihinde, yeni yılın da yaklaşması sebebiyle eğlenceli bir parti ile nihayete erdi. O gün, çocuklarımızın çekmiş olduğu fotoğrafların sunumu eşliğinde bolca alkışın ardından her çocuğumuza katılım ve başarı sertifikası verildi. Onların meraklı bekleyişine ve heyecanlarına şahit olmak hepimiz için ayrı bir heyecan ve mutluluktu.

Sonrasında Soroptimist Kulübü’nün değerli üyelerinin kendi el emekleriyle hazırlamış olduğu birbirinden lezzetli yiyeceklerle donatılmış bir masa karşıladı bizleri. Ardından pasta kesilip çocuklara hediyer dağıtıldı. Müzikli, eğlenceli ve keyifli bir günden arda kalan, orada bulunan herkesin yüreğine dokunan 13 çocuğun gözlerindeki sevgi dolu ışıltı ve onların gurur verici başarısı oldu. Kendi deyimleriyle, Kale’nin Altın Çocukları’ nı tanımaktan ve onlara fotoğraf anlamında sağladığımız katkıdan dolayı derneğimiz adına mutluyuz. Onların da kalplerinde yeşeren fotoğraf sevgisinin devamı için her zaman destek olacağımızın da sözündeyiz.

Bu proje kapsamında; derneğimiz başkanı Sayın Sevgi Köylü Haliloğlu’na, GOP Soroptimist Kulübü başkanı Sayın Filiz İpek’e, Soroptimist Federasyonu Toplum Eğitim Merkezi başkanı Sayın Şule Çınar’a, eğitmenimiz Sayın Murat Berkyürek’ e, çocuklarımızın eğitim giderlerini karşılamak üzere açılan sergide fotoğraflarıyla yer alan derneğimiz üyelerine, her hafta çocuklarımız için kahvaltı hazırlayan emekçi Soroptimist Kulübü çalışanlarına ve üyelerine, gönüllü olarak çalışmalarımıza katkı sağlayan tüm fotoğraf dostlarına ve çocuklara ulaşmamıza vesile olan Erkan Kaptan’ a sonsuz teşekkürlerimizle…

Seda Felekoğlu

Aralık 2022

SPOR

Spor fotoğrafçıları, günümüzde bir endüstri haline gelen sporun, kitlelere ulaştırılmasında önemli bir paya sahiptirler. Hem anlık hem de estetik görüntüler yakalayarak bir hikaye anlatmaya çalışırlar. Dolayısıyla spor fotoğrafçıları, profesyonel bir gözle bakmak ve bir sanatçı gibi de düşünmek durumundadırlar. Spor fotoğrafçıları, özellikle bir branş üzerine yoğunlaşanlar, oyunun kurallarını da bilmelidir. O spor dalı ile ilgili her türlü bilgiyi ve gelişmelerle ilgili haberleri de takip etmelidir. Elbette oyuncuların karakterlerini ve davranış biçimlerini iyi bilen bir spor fotoğrafçısı daha başarılı olur. Sadece oyun içi çekimleri değil, oyun öncesi ve oyun sonrasını da çekime dahil etmelidir. Hem sporcuların, tem teknik heyetin, hem de seyircilerin üzüntülerini ve sevinçlerini de ihmal etmemesi gerekir.

Spor fotoğrafçısı, kritik bir anı yakalayabilmek için ne olacağını ne zaman olacağını ve nerede olacağını bilmesi gerekir. Spor tarihinden örnek vermek gerekirse; 1878 yılında dörtnala koşan bir atın ayaklarının yerden kesildiğini İngiliz fotoğrafçı Eadweard Muybridge bir dizi fotoğraflarla anlatmıştı.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı Eadweard-Muybridge.jpg

Dorando Pietri’nin 1908’deki ilk Olimpiyat maratonunda bitiş ipini geçerken yaptığı son hamle anının fotoğrafı, en popüler fotoğraflardan birisi olmuştu. 1920’de kadın tenisçi Suzanne Lenglen’in tenis topuna hamlesini gösteren fotoğraf, doğal ışık koşullarında gerçekleştirilen hareketli bir anın, doğru hızda pozlanmasına iyi bir örnektir.

John Dominis,1968

1968 yılında Mexico City’de yapılan Olimpiyat Oyunları’nın ikonik fotoğraflarından birisini John Dominis çekmişti. Bu fotoğrafı önemli yapan olay; 200 metre yarışında kürsüye çıkan üç sporcudan ikisi, siyah eldivenli yumruklarını havaya kaldırmasıydı. Siyahi sporcular gözleri yerde, ABD’ne ve oyunların protokolüne bir protesto göndermesi yapmışlardı. Böylece sporcuların güncel olaylara bakışı da görüntülere yansımaya başlamıştı. Spor fotoğrafçısının hisleri sonuna kadar açık olmalıdır. Kurallar dahilinde yapılan hareketler yanında, yaşanan talihsiz kazalar da dahil olmak üzere hemen her olay spor fotoğrafçısının zihninde canlanmalıdır. Birkaç örnek vermek gerekirse, kısa mesafe koşularında altı Olimpiyat Altın Madalyası kazanmış, tüm dünyanın tanıdığı bir atlet olan Jamaikalı Usain Bolt’un kendisine özel hareketi, Mesut Özil’in yeğeni doğduğunda baş parmağının ağzına götürmesi, dört yaşındayken babası gözleri önünde öldürülen Juan Cuadrado’nun işaret parmakları ve gözleri göğe bakarak, attığı tüm golleri babasına armağan etmesi, Andy Johnson’un işsizlere dikkat çekmek için parmaklarıyla yaptığı A harfi gibi birçok sembol ve kritik anlar fotoğrafçılar tarafından izleyiciye iletilir.

2023 yılının Ocak ayında ’’Spor’’ konulu Ayın Fotoğraf Etkinliği’ni değerlendireceğiz. Spor fotoğrafını değerlendirirken öteden beri bildiğimiz-öğrettiğimiz kriterleri esas alarak bir sonuca varmaya çalışacağız. Öncelikle bize ne anlatıyor? Yapılan spor eylemi ile ilgili ipuçları veriyor mu? Kritik an, ışık, kompozisyon, alan derinliği, ritm, dinamizm, ifade, fiziksel özellikler ve sunum dikkat edeceğim başlıca hususlardır.

Fikret ÖZKAPLAN

FOTO-GRAFTA AMATÖR İLE PROFESYONELİ AYIRAN ÇİZGİLER BELİRSİZLEŞME EĞİLİMİNDE

Ortalama bir hesapla yarım asır kadar evvel foto-graf büyük ölçüde profesyonel uğraştı. Baskın çoğunluktaki bireylerin foto-graf makinelerine, diğer ekipmanlara ulaşması öncelikle maddi olarak zordu. Büyük kentlerde hemen her caddede birkaç tane profesyonel foto-graf stüdyosu bulunurdu. Foto-graf, daha çok resmi evraka yapıştırılmak üzere gerekliydi. Buna dair gereksinimi karşılayanlar ise, profesyonel foto-graf stüdyolarıydı.

Profesyonel foto-grafa ilişkin verdiğimiz ortalama tarih seksenli yılların başlarına tekabül edecektir. O tarihte, ondan çok önceki tarihlerde amatör foto-grafçılar yok muydu? Elbette ki vardı. Hali vakti yerinde olanlar arasında foto-grafın büyüsüne kapılıp makine ve ekipman edinen insanlar vardı. Mamafih yaygın değildi. Çok az sayıda insanın ilgili alanına giren bir hobiydi.

Ölçü olarak belirlediğimiz tarih elbette ki kendi coğrafyamıza ilişkindir. Bu coğrafyayla sosyo-ekonomik bakımdan benzerlik gösteren Latin Amerika ülkeleri, Ortadoğu ülkeleri vb yerlerde de üç aşağı beş yukarı durum aynıydı (büyük olasılıkla). Fakat Amerika’da, Avrupa ülkelerinde, Japonya’da, Rusya’da (eski zamanda S.S.C.B.) gerek sosyo-ekonomik, gerek sosyo-politik, gerekse ekonomi-politik sebeplerden ötürü amatör foto-grafi elbette ki çok daha ilerideydi.

Teknolojiyi üreten ülkelerde durumun, teknolojiyi ithal eden ülkelere göre daha gelişmiş olması kaçınılmazdır. Bu yoldaki en temel gösterge, meselenin sosyo-ekonomik boyutudur. Amerika ve gelişmiş Avrupa ülkelerini bu bağlamda düşünmek gerekir. Sosyo-politik boyutu ise, bir zamanların Doğu Bloku’nun (Demirperde Ülkeleri’nin) merkezi konumundaki S.S.C.B.’de izlenen kültür-sanat politikalarında görmek mümkün. Her evde keman ya da piyano bulunması, her evde foto-graf makinesi bulunması vb düzenlemelerin neticesinde bir farklılık doğmuştur.

Japonya ise, uluslararası rekabet bağlamında hem çok önemli, hem de özgün bir örnektir. Kendi markalarını üreten Japonya, öncelikli pazar olarak ülkede foto-grafın yaygınlaşmasını sağlamıştır. İşte bu noktada önemli bir ekonomi-politik gösterge söz konusudur. Böyle bir ekonomi-politik yaklaşımın sonucunda markalar tutunmuş, gelişmiş, büyümüş ve dünya pazarlarına girmiştir.

Analog dönem olarak tabir edilen ve daha çok filmle anılan zamanların son demlerinde uluslararası rekabet dünya ölçeğinde yaygınlaşmayı gerektirmekteydi. Sürekli daha fazla satış zorunluydu. Hangi marka en fazla satışı gerçekleştirirse, pazardaki aslan payını da o alırdı. İş ulusal ölçeği aşıp uluslararası tekel olma istemine varınca, her insanın kolayca edinebileceği, kolayca kullanabileceği makine ve ekipman üretilmesi icap ederdi. Öyle de oldu. Foto-graf 70’li yıllardan sonra amatör bir uğraşı, bir hobi olarak giderek yaygınlaştı. Dikkatli bakarsak, amatör foto-graf derneklerinin oluşması da (çok doğal olarak) o zamandan itibaren daha ciddi boyutta başlar.

Doksanlı yıllarda büyük bir ivme kazanan amatör foto-grafideki gelişmeler bir yandan amatör hevesleri tatmin için gereken uygun ortamın seminerler, kurslar, yarışmalar, sergiler, gösteriler vb etkinliklerle oluşturulmasında, diğer yandan sosyal meselelere dair çabaları önceleyenlerin birarada olmasını sağlamak üzere foto-graf derneklerinin sayısındaki artışta gözlendi.

Dijital teknolojinin hayata girmesiyle birlikte hem amatör foto-graf alanında anormal bir yükseliş, hem de derneklerin sayısında beklenmedik bir artış ortaya çıktı.

Bütün bunların kentleşme süreciyle bağlantısını gözden kaçırmamak gerekir. Kentleşme olgusu aynı zamanda okur-yazar nüfusun artması sonucunu doğurur. Eğitimli insan sayısının artması, doğası gereği kültürel ihtiyaçların öne çıkmasına neden olur. Foto-graf teknolojisi, gerek okul dışında özel bir uğraşı, bir hobi arayışında olan genç insanlar, gerekse iş yaşamını tamamlayıp emekliye ayrılmış çeşitli mesleklerden insanlar için oldukça elverişli bir enstruman olma özelliğine haizdir. Nicelik bakımından foto-grafa ilginin temelinde yatan önemli faktörlerden biri de elbette ki nüfus artışıdır. Foto-graf teknolojisine erişmek yahut ekipman edinmek kolaylaştıkça, tabiatıyla artan nüfus nispetinde ekipman edinmedeki artış da buna paralel bir seyir izleyecektir.

İhmal edilmemesi gereken bir diğer husus, insan hayatına giren teknolojik gelişmelerin neredeyse birbiriyle eş zamanda gerçekleşme eğiliminde olmasıdır. Evlere giren sabit telefon, buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, fırın ve diğer elektronik eşyalar ile otomobil sahibi olma süreçlerini dikkatle gözden geçirdiğimizde, foto-graf makinesiyle neredeyse aynı evreye (yaygınlığı bakımından) tekabül ettiğini görürüz.

Yaşadığımız zaman içinde (2021’nin başlarındayız) nüfusun neredeyse yüzde doksanının bir foto-graf makinesi sahibi olduğu (cep telefondan ötürü) söylenebilir. Biraz da o yüzden güzel foto-grafik kayıtlardan öte gereksinimler baskın şekilde hissedilmeye başlandı. Foto-grafinin bir dil (yahut alt dil) oluşu, sanatlığı, diğer sanatlarla bağı, felsefeyle, sosyolojiyle, psikolojiyle bağı vb kuramsal meseleler her zaman gündemde olmakla birlikte, çok az sayıda insanın düşünme ve tartışma alanına giriyordu. Şimdilerde artık o da yaygınlaşma eğilimi göstermeye başladı.

Amatör ortamda foto-grafinin yaygınlaşması, geleneksel zamanın kurumsal yapıları olarak tanımlanabilecek stüdyoların iş yapamaz hale gelmesine, zayıf düşmesine, azalmasına yol açtı. Bütün teknolojik ilerlemeler pek tabiidir ki bazı iş kollarını tarihten siler, yeni iş kollarının ortaya çıkmasına yol açar.

Traktör, kağnıyı ve karasabanı sonlandırdı. Otomobil, at arabasını ve faytonu; kalorifer sistemi, odun-kömür sobasını sonlandırdı. Sabit telefon, telgrafı; cep telefonu, sabit telefonu insan hayatından çıkarttı. Daktilo, el yazmalarını sonlandırmıştı; bilgisayar, daktiloyu sonlandırdı. Elektronik posta, mektubu ve kartpostalı sonlandırdı. Hayatın akışı böyle devam ediyor. Artık basılı kitap (klasik anlamda önemini korusa bile) yerine sonraki kuşaklar e-kitap okuyacaklar (şayet okuma ihtiyacı devam ederse).

Tarihsel süreci kısaca irdeledikten sonra, şimdi mevcut duruma bakalım.

Somut vaziyeti özetle ortaya koyalım ki onun üzerine bir durum analizi yapabilelim. Okullar var, her şeyden önce. Gerek ortaöğrenim düzeyinde, gerekse yüksek öğrenim ve fakülte düzeyinde foto-graf eğitimi alınabilen bir zamanı idrak ediyoruz. Başka ülkelerde bunlar kırk sene önce vardı belki. Fakat bizde de en nihayet bu olanaklar var artık. Derneklerin sayısındaki artıştan söz etmiştik. Pandemi sürecinde her şeyin durmuş olması halini bir kenara koyarak ele aldığımızı da belirtelim. Bu süreçten ve ilerleyen zamanda geliştirilecek başka teknolojik olanaklardan sonra hayat bambaşka bir evreye geçecektir, buna kuşku yok. O da başka bir metnin konusu olmalıdır. Biz burada yaşadığımız zaman içinde amatör ve profesyonel foto-grafi alanında durumu irdelemeye, kavramaya, sonuç çıkartmaya çalışalım.

Vaktiyle stüdyolar profesyonel foto-graf alanı için örnek teşkil ediyorlardı. Doğal olarak stüdyo sahipleri ve çalışanları profesyonel foto-grafçılardı. Gazete-dergi ve benzeri medya organlarının foto-grafçıları, yani fotomuhabirleri profesyonel foto-grafçılardı. Bu iki önemli örneği elde tutup yaşadığımız koşullardaki vaziyete baktığımızda şunu görüyoruz: Stüdyolar yok olmak üzere. Fotomuhabirliğinin akibeti de pek farklı değil. Tanıtım ve reklam foto-grafı alanı çok mu parlak? Orada da eski ihtişamın olmadığı söylenebilir.

Bir vakitler profesyonel stüdyoların yaptığı düğün foto-grafı işini şimdilerde daha ziyade amatör kulvarda yetişen ve pıtrak gibi çoğalan kimseler yapıyor. Üstelik düğün foto-grafına ilaveten pek moda olan doğum foto-grafı işini de yürütmekteler. Doğum sırasındaki halleri görsel kayıtlara geçen bebekler büyüyüp serpildiklerinde o foto-graflara itiraz mı edecekler, yoksa memnuniyetlerini mi ifade edecekler? Şimdilik muamma. Sosyal medyada paylaşılacak foto-grafları iş edinenler de var. Stüdyolar, yönetmeliklerce tayin edilmiş koşullara uygun vesikalık çekmek, düğün dernek çekmek, sergi baskıları hazırlamak vb işlevleriyle hâlâ kısmen yaşamlarını devam ettiriyorlar. Ancak sayılarındaki azalma çok belirgin.

Teknolojik gelişmeler hayatın akışını öyle bir noktaya taşıdı ki, ‘Yurttaş Gazetecilik’, ‘Yurttaş Muhabirlik’ gibi kavramlar gelişti. Elbette ki hâlâ az sayıda profesyonel fotomuhabiri var. Ancak oldukça sancılı bir dönemden geçildiği ve meslek olarak çok önemli bir eşiğin aşıldığı da aşikâr. Bilim alanında bile ‘Citizen Science’ (Yurttaş Bilimi) kavramı kaçınılmaz olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla, iki önemli meslek alanı geçmiş zaman itibariyle bildiğimiz hallerinden veya geleneksel yapılarından uzağa düştüler, düşmekteler. Hayatın her alanının bu eğilimde olduğu unutulmamalı.

Ele aldığımız konu bağlamında hayatın diğer alanlarına değil, foto-grafa odaklanacağız elbette. Ancak diğer alanlarla birlikte düşünülmesi gerektiğini hatırlatmakta yarar görüyoruz. Çünkü hiçbiri diğerinden ayrı değildir.

İkibinlerin ilk çeyreğindeyken, bilgiye artık eskisi gibi binbir zorlukla ulaşılmıyor. Ömür tüketerek elde ettikleri bilgiyi sır gibi saklayan ustalar yok. Olsa da bir şey ifade etmeyeceği çok açık. Her konuda teknik bilgi yaygın olarak yeni medya koşullarında isteyen herkesin rahatça ulaşabileceği şekilde yer alıyor ve kolayca elde edilebiliyor. Yani işin zanaat boyutu eski zamanla kıyas kabul etmeyecek ölçüde kolaylaştı. Öte yandan foto-graf dernekleri temel ve ileri düzey eğitimlerle uzun zamandır çok ciddi işlev üstlendiler. Binlerce insan o süreçten geçti. Ortaöğrenimde ve yüksek öğrenimde foto-graf eğitimi veriliyor olması ise cabası. Özetle, zanaat bağlamında geleneksel anlamdaki usta-çırak ilişkisine gereksinim kalmadı.

Geldiğimiz noktada belki en önemli problem amatör-profesyonel ayırımındaki güçlüktür. Yaşadığımız zamanda her şey iç içe geçti, karmaşıklaştı, düğümlendi. Mevcut hali göz önüne alınca, kime amatör kime profesyonel deneceği şüphe götürür. Örneğin, düğün-doğum alanıyla iştigal eden çok sayıda amatör var. Hayatlarını büsbütün foto-graftan kazanmasalar da, maddi destek için ikinci iş olarak bunu yapan insanlar amatör müdür, profesyonel midir? Bildiğimiz amatör dernekler, çeşitli foto-grafik projeler üstleniyorlar. O projeleri hayata geçirirken kendi üyelerine (amatörlere) yaslanıyorlar. Bu bağlamdaki akçeli işleri yaparken, işi yapan foto-grafçılar amatör müdür, profesyonel midir? Ve yarışmalar. Para ödülü olan yarışmaları hayatının en önemli yerine koyan ve neredeyse yaşamını onunla idame ettiren foto-grafçılar amatör müdür, profesyonel midir? Oldukça önemli bir diğer kulvar ise stok foto-grafidir. Uluslararası düzlemde çok büyük bir stok foto-graf sektörü var. Bu sektöre en fazla foto-graf veren de amatör olarak tanımladığımız insanlardır. İnsanlar stok foto-graftan para kazanıyorlar. Bazı kimseler asıl mesleklerinden kazandıklarından daha fazlasını stok foto-grafiden kazanıyor olabilirler. Muhtemelen dünya ölçeğinde stok foto-grafiden para kazanan insan sayısı milyonları buluyordur. Onlara ne diyeceğiz; amatör mü, profesyonel mi?

Aynen alaylı-mektepli ayırımı gibi, amatör-profesyonel ayırımı da fazla uzun olmayan bir gelecekte tarihe karışacakmış gibi görünüyor.

Multidisipliner yeni hayatın başlangıç safhasında olsak da, yakın gelecekte çok yaygın şekilde birden fazla iş alanıyla iştigal ederek insanların hayatlarını kazanacaklarının işaretini bu günden görüyoruz. Modern öncesi toplum önemli ölçüde multidisiplinerdi. Bir insan birden fazla işi yeterince bilmek zorundaydı. Modernizm, Endüstri Devrimi; Yığın üretimi yapan fabrikalar tabiatı gereği işbölümü ve uzmanlaşmayı aşırılaştırdı. Sürecin içine doğup büyüyen insan durumu kanıksadığı için kendisinin makineye dönüştüğünü duyumsayamadı, kavrayamadı. Makineler sürekli geliştirilip süper otomasyonla insan devre dışı olmaya başladıktan sonra belli ölçülerde gerçekteki vaziyeti görür hale geldi. Uzun zaman otomasyonun parçası yahut çarkın dişlisi konumunda kalan insan özellikle dijital evrede bilgisayarların, yani yapay zekânın devreye sokulduğu aşamada yerini makinelerin kollarına bırakmak zorunda kaldı.

Her şey hem çok karmaşık, hem de çok yalın denebilecek enteresan bir hale büründü. Cebimizdeki telefona bakınca karmaşıklığı ve yalınlığı aynı anda görebiliyoruz. Telefon, mektup, takvim, saat, alarm, kronometre, metre, harita, gazete, dergi, kitap, radyo, televizyon, termometre, ayna, foto-graf makinesi, aydınlık oda, video kamera, uzaktan kumanda, …say say bitmez. Onlarca şey küçük bir cihazın içinde. Cep telefonu adı konmuş olsa da, bu kadar çok işlevden sonra artık başka bir isimle tanımlanması gereken bu küçük cihaz multidisipliner hayatın temel göstergesidir aslında.

Bir dolap, bir masa ya da sandalye sipariş ediyorsunuz. Kargoyla size ulaşıyor. Kutuda vidalar, şema, alyan anahtarı, tornavida vs bulunuyor. Size gelenler, eşyanın çeşitli parçaları. Zorlansanız da, terleyip yorulsanız da onu kendi ellerinizle monte ediyorsunuz. Alın size naif ölçülerde bir marangozluk.

Bir kitap hazırlıyorsunuz. Aylar süren metin yazımından sonra, ayrıca indizaynını, PDF’ini hazırlıyorsunuz. Kapak tasarımını yapıyorsunuz. Kayda değer olan, bir yazarın artık bütün bunları da yapabiliyor olmasıdır. Oysa geleneksel yayın hayatında bunların her birini başka bir insan yapardı. İlave olarak kitabınızın tanıtımını sosyal medya hesaplarınızdan kendiniz yapıyorsunuz. Tanıtım işi de başlıbaşına bir alandı ve başka insanlar yapardı. Alın size yazarlık, editörlük, dizgicilik, grafikerlik, tasarımcılık, tanıtım-reklam işi vs. Neredeyse tamamı bir insanda toplanma eğiliminde. Muhtemelen matbaa (basım) işi de kısa bir zaman sonra her evde bulunacak daha gelişmiş bir printerle yazarın kendisine kalacak. Ya da dijital versiyonunu satınalan birey dilerse kendisi için evde çıktı alıp kütüphanesine koyabilecek. Şu anda büyük ölçüde bunlar yapılıyor zaten. Sadece biraz daha geliştirilmiş, geleneksel kitap formuna uygun hallerini herkesin rahatça üretebilmesi için cihazların ucuzlamasını beklemek gerekiyor.

İnsanın fizyolojik (yani olmazsa olmaz) gereksinimleri dikkate alınarak düşünüldüğünde, otomotiv endüstrisi, tekstil gibi ilk anda akla gelen şeyleri bir yana bırakırsak, geldiğimiz zamanda köşe bucak her yerde olmasa bile genel ortalamada neredeyse dünyanın her yerinde konut sektöründe yığın üretimi yeterince hayat buldu ve öyle bir hal aldı ki ihtiyaç fazlası oluşmaya yüz tuttu. Tarım ve hayvancılık sektörlerinde, beslenme alanında yığın üretimi, hem de küresel ölçekte anormal seviyelere erişti. Hayatımıza adım adım girdikleri için yeterince farkedemediğimiz şeyler var. Örneğin, içme suyu. Dünya çapında her gün pet şişede satılan, damacana ile evlere giren suların hacmini ölçmek bile akla ziyan sonuçlar verebilir. Devasa havuzlarda (barajlarda) tutulan ve musluklardan akan, temizlik ve diğer şeyler için kullanılan suları, özellikle tarım için kullanılan suların stoklanmasını ve dağıtımını yığın üretimine dahil etmek ve aynı zamanda yığın üretiminin hayati önemdeki bir parçası olarak düşünmek yanlış olmasa gerektir. Binbir dereden, çaydan, ırmaktan gelen suların dev bir havuzda toplanması tabiatıyla yığına tekabül edecektir. Diğer yandan tarımda yığın üretiminin gerçekleşebilmesi için suların insan eliyle doğası dışında yığına dönüşmesi kaçınılmazdır.

Kabaca özetlersek; Endüstri Devriminin başlangıcındaki yığın üretimi çok geride kaldı. Yaşadığımız zamanda küresel ölçekte gerçekleşen yığın üretimi sürekli yenilenip değişerek insan yaşamının olmazsa olmaz alanlarını kapsayacak hale geldi. Her şeyin küresel ölçekte inşa edilmesi yahut üretilip dağıtılması süreci yükselen bir ivme ile devam ederken, gün gelecek insanın herhangi bir üretim etkinliğinde bulunmasına izin vermeyecek veya insan buna ihtiyaç duymayacaktır.

İşte o zaman uzmanlaşma veya multidisipliner olma meselesi tümüyle rafa kalkacak gibi görünmektedir. Gerek iyimser bakışla, gerekse karamsar bakışla uzun vadede olabilirliği en yüksek görünen insanlık hali böyle bir şey olsa gerektir. İnsanlığı taşıyan araç bu şekilde yol alırken veya çarklar böyle dönerken, amatör ile profesyoneli ayıran bildiğimiz belirgin kalın çizgiler giderek inceliyor, silikleşiyor. Bu gün görünen durum, esasen aradaki çizginin ciddi anlamda flulaştığıdır. Bu çizginin giderek daha fazla belirsizleşeceği ve en nihayet ortadan kalkacağı rahatlıkla söylenebilir.

Tekin ERTUĞ
Şubat 2021

TARİHİN PEŞİNDE AKDENİZ’DEN
EGE’YE MUHTEŞEM BİR ROTA:

Karia Yolu

“Denize dönmek istiyorum! Mavi aynasında suların: boy verip görünmek istiyorum! Denize dönmek istiyorum!” Nazım Hikmet Kulağınızda cır cır böceklerinin sesi, burnunuzda zeytin ve badem ağaçlarının kokusu, bir görünüp bir kaybolan eşsiz deniz manzarasıyla antik yollardan, patikalardan, orman yollarından geçen Karia Yolu Türkiye’nin en uzun mesafeli yürüyüş rotasıdır. Adını 3000 yıllık antik Karya uygarlığından alan, Aydın’ın Çine ilçesinden başlayıp Muğla’daki tüm yarımadaları kapsayan 850 km’lik yol sizi bilindik turistik merkezlerin arka bahçelerinden dolaştırıyor. Koyların mavisinden tepelerin yeşilliklerine, turistik sahil kasabalarından dağ köylerine, patikalardan taş döşeli kervan yollarına, Akdeniz’den Ege’ye, geçmişten günümüze kültürel, tarihi ve doğal güzelliklerle dolu bir yolculuğa çıkarıyor. Özgün mimarisi ile çok sayıda köyden, el değmemiş koylardan, zeytin ve badem ağaçları ile dolu tepelerden, irili ufaklı kimisi sadece yürünerek ulaşılabilen antik kentlerden geçiriyor. Uluslararası standartlara göre işaretlenmiş ve levhalandırılmış rotada M.Ö. 7000 yılına kadar uzanan kalıntılara rastlıyor, Knidos’tan Amos’a, Halikarnassos’tan Alinda’ya kadar sayısız antik şehir ve isimsiz harabeleri geziyor, Bafa Gölü’nün kuş çeşitliliğini, Yatağan’ın ören yerlerini, Muğla’nın tarihi evlerini görüyor, Gökova Körfezi kıyısında kano ve sörf yapma fırsatı buluyorsunuz.

46 etaptan oluşan rota Bozburun ve Datça Yarımadaları, Gökova Körfezi ve İç Karia olmak üzere 4 ana bölüm ve Muğla Çevresi olarak 1 ek bölümden oluşuyor: İçmeler’den başlayan “Bozburun Yarımadası” bölümünde yol tüm yarımadayı sahil tarafından dolanarak ilerliyor. Hisarönü’nde biten etap toplam 145 km sürüyor. “Datça Yarımadası” bölümünde Eski Datça’dan yola çıkıp yarımadanın burun kısmında bulunan Knidos Antik Kenti’ne ulaşıyorsunuz. Bir yanınızda Akdeniz, diğer yanınızda Ege Denizinin eşsiz manzarasıyla Knidos görülmeye değer. Knidos’tan yukarıya doğru devam eden rota yarımadanın üst kıyısından içeriye doğru ilerliyor ve Akyaka’da sona eriyor. Enfes körfez manzarası, ıssız koylar ve kıvrımlı yollara sahip “Gökova Körfezi” bölümü Akyaka’dan başlayıp sahil şeridini takip ederek Bodrum’a ulaşıyor. Muğla’da başlayıp Aydın’da sonlanan “İç Karia” bölümü ise Bafa Gölü’nün etrafından dolaştırıyor sizi. Karia Uygarlığı’nın başkenti Milas’tan geçen, Beşparmak Dağları manzaralı rota körfezin ortasından yukarı doğru ilerliyor. Ek bölüm olarak bilinen “Muğla ve Çevresi”nde ise rota Akyaka’dan başlayan eski bir kervan yolunun izlerini sürüyor. Bozburun Yarımadası ile benzer rotalara sahip olan bu yolda eski Muğla’dan izlere rastlıyorsunuz.

Ne diyordu “Yürümenin Felsefesi”nde Frederic Gross: “Yürüyüş, türlü ölçüsüzlüklere neden olabilir: Sersemleten aşırı yorgunluk, ruhu allak bullak eden sınırsız bir güzellik, bedenin sınırlarının zorlandığı zirvelerle yüksek geçitlerde yaşanan aşırı sarhoşluk gibi… Yürümek bizi alıp yaşamın düşey eksenine koyar; arzularımız ve dürtülerimiz ayaklarımızın hemen altındaki sele kapılıp gider.” Ruhunuzu allak bullak eden sınırsız güzellikleri yaşayabileceğiniz eşsiz bir rota Karya Yolu.

Serpil K. DALGIN
01 Aralık 2022

OKSİMORON

Oksimoron genelde iki zıt kelimeden oluşan ifade biçimi.
Türk dil kurumu sözlüğünde fransızca kökenli olduğu ‘’oxymoron’’ ‘’ zıt iki kelimenin
bir arada kullanılması’’ şeklinde açıklanmıştır.
• bir varmış bir yokmuş… gel zaman git zaman…
felaket eğlenceli… özel halk otobüsü… tek seçenek… orijinal kopya…
Genellikle okuyucu ya da dinleyicide şaşkınlık ve hayret uyandıran, mizahın ürünü
olup tamlama biçiminde anlatımı etkili kılmak için kullanılan edebî sanatlardan
biridir.


Başta şiir olmak üzere, okuyucu ve dinleyicide sarsıcı etki uyandırmayı amaçlayan
oksimoron sanatı, kaynağını mizah ve ironiden alır. Oksimoron sanatının
merkezinde yer alan mizah ve ironi, anlatılmak istenen sözün çarpıcı bir şekilde
söylenmesine aracılık eder.
Birbiriyle çelişen ya da zıt nitelik taşıyan ifadeleri gündelik yaşam içinde
kullanan bireyin bulunduğu ortamlarda konuşma sanatını gerçekleştirirken bu
tür ifadeler kullanması, “nasıl yani? ne demek istedi?” şeklinde karşıdaki bireyde
şaşkınlık yaratan aynı zamanda düşünme imkânı veren ortamlar sunar.
Görsel oksimoronu kullanan fotoğrafçı da bir edebiyatçı gibi farklılıklardan hareket
ederek benzerlikleri; uyumsuzluklardan hareketle de çelişkileri vurgulamayı
amaçlamaktadır.
Genelde iki zıt kelimeden oluştuğunu söylense de bence en güzel oksimoron
sözlerinden biri ‘’yalnızız’’ gelin hep beraber yalnız/ız olalım.


16.11.2022
Meral GÜLER