BİR SEZONU DAHA KAPATIYORUZ …

Derneğimiz 29. Yılında da yine kültür, sanat ve fotoğraf ile dolu geçen bir Etkinlik Sezonunun daha sonuna geldi. 2022-2023 Sezonu kapanışımızı geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Dernek Merkezimizin bahçesinde samimi bir kutlama ile noktalamayı planlıyoruz. Bütün FSK Dostlarını sezon kapanış etkinliğimizde görmekten onur duyarız.

Bu sezonda eler yaptık kısaca özetlemek gerekirse: Eğitim her şeyden daha önemlidir mantığı ile; Temel Eğitimlerimiz sayesinde Fotoğraf Dünyasına yeni insanlar kazanmaya devam ettik. Diğer Atölyelerimiz ile fotoğrafa farklı bakış açıları kazandırmaya ve fotoğrafın Türkiye’ de gelişmesine katkı sağlamaya çalıştık. Tabi ki de çalışmayı bırakmayarak yeni sezonda açmak istediğimiz farklı ve gelişimimize katkı sağlayacağını düşündüğümüz Atölyeler için girişimlerde bulunmaya hız kesmeden başladık. Bu noktada ihtiyaçlarınızı bizimle paylaşırsanız ve bizleri takip etmeye devam ederseniz her zaman değerlendirmeye hazır olduğumuzu da tekrar belirtmek istiyorum.

Proje bazlı çalışmaya verdiğimiz önemi her zaman vurgulayarak bu konuda ne kadar ciddi olduğumuzu bu sezonda ürettiğimiz projeler ile de gösterdiğimizi düşünüyorum. Önümüzdeki günlerde yepyeni projelerin duyurularını sizler ile paylaşacağımızı da burada belirtmek istiyorum. Proje konusunda da her türlü teklif ve öneriyi Yönetimimize sunabileceğinizi hatırlatmakta da fayda görüyorum.

Bu sezon ilk kez gerçekleştirdiğimiz ve her ay Ankara’ nın farklı bir rotasını bu kez de bir bilen ile gezdiğimiz fotoğraf gezisi programımızı başlattık. “Ankara Kültür Rotaları: Bir Bilenle Geziyoruz” etkinliğimiz siz Ankaralı fotoğraf severler tarafından çok sevildi ve yoğun ilgi gördü. Hem eğlenip hem de öğrendiğimiz ve tamamen ücretsiz olan bu gezi etkinliğimizde; kendisini Ankara’ nın tarihini tanıtmaya adamış olan Dr. Ali Vedat OYGÜR hocamızın anlatıları ile her zaman yanından geçtiğimiz ancak hiç fark etmediğimiz değerlerin farkındalığı oluştu hepimizde. Bu etkinliklerimize yeni sezonda da devam etmeyi planlıyoruz.

Dernek merkezimizde,bu sezon “Sanatçı Konuşmaları” etkinlik serisi kapsamında çok değerli sanatçılarımız ile keyifli sohbetler gerçekleştirdik. Bu etkinlik serisinin de çok faydalı ve doyurucu olduğunu düşündüğümüz için yeni sezonda da sanatçılarımız ile sohbetlere devam etmeyi ihmal etmeyeceğiz. Derneğimizde görmek ve sohbet etmek istediğiniz sanatçı önerilerine de her zaman açığız, sizlerden gelecek katkıların bizim için çok kıymetli olduğunu da bilmelisiniz.

Ayrıca bu sezon başladığımız, “Üyelerden Gösteriler Etkinlik Serisi” ile her ay 4 üyemizin gösterilerini Dernek Merkezimizde gerçekleştirerek, eski üyelerimiz ile yeni üyelerimizin kaynaşmasını, belki de uzun yıllardır fotoğraftan uzak kalan eski üyelerimizin tekrar fotoğrafa ve Derneğimize ısınmasını sağlamayı hedefledik. Gözlemlerime göre bu etkinliklerimizin de amacına ulaştığını düşünüyorum. Elbette ki bu etkinliklerimize de yeni sezonda da devam etmeyi planlıyoruz.

Geçen sezon olduğu gibi bu sezonda da bir Sivil Toplum Kuruluşu olmamızın bilinci ve sorumluluğu ile pek çok Kurum ve Kuruluşa fotoğraf desteği vermeyi de ihmal etmedik.

Geçen sezon başlayan ve bu sezon da devam eden, GOP Soroptimist Derneği ile ortak Projemiz olan Kale Civarındaki dezavantajlı çocuklara Fotoğraf Eğitimlerimiz; eğitmenlerimiz Murat BERKYÜREK (Proje Koordinatörü), Seda FELEKOĞLU, M. Kemal BAKIR ve M. Zahid KIRDAĞLI’ nın özverili çalışmaları ile ilk meyvelerini verdi ve Ankara Kalesinde çocukların çektiği muhteşem fotoğraflardan oluşan Sergi 23 Nisan Çocuk Bayramı haftasında izleyicileri ile buluştu. Bu projenin çocukların hayatına dokunan çok kıymetli bir Sosyal Sorumluluk çalışması olduğunu sergide çocukların gözlerinde net bir şekilde görebildik.

Etkinliklerimizi planlarken; pandeminin bize kattığı bir yöntem olan ve zaman zaman da olmasının gerekli olduğunu düşündüğümüz çevrimiçi etkinliklere de yer vermeye çalıştık. Bu noktada etkinliklerimizi hibrit bir şekilde (bazan Çevrimiçi, bazan da Dernek Merkezinde) sürdürmeyi planlıyoruz.

FSK’ nın gelenekselleşmiş diğer etkinliklerinin hepsini burada tek tek anlatma imkanım maalesef ki yok, ancak bizi takip etmeye devam eden bütün FSK Dostları ne kadar dolu bir sezon geçirdiğimizin muhakkak ki farkındadır. Yeni sezonda da yolumuza hız kesmeden devam edeceğimizi belirterek, bu sezonluk sözlerimi burada noktalıyorum.

01.06.2023

Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

FSK Yönetim Kurulu Başkanı

ANKARA KÜLTÜR ROTALARI: ULUCANLAR

Bu ay ilkini gerçekleştirdiğimiz Ankara Kültür Rotaları: Bir Bilenle Geziyoruz etkinlikleri kapsamındaçok kıymetli hocamız Dr. Ali Vedat OYGÜR ile Ulucanlar Rotasında 16 Nisan 2023 tarihinde güneşli ve sonlarına doğru da yağmurlu bir Pazar gününde yürüyerek pek çok kez yanından geçtiğimiz ancak fark etmediğimiz ne kadar da çok eser olduğunu idrak etme şansına nail olduk.

Otuz kişilik bir katılımın olduğu grubumuz Sat 13:00 gibi Ulucanlar Cezaevi’ nin kapısında toplandı. Ali Vedat OYGÜR hocamızın da mekana gelmesinin ardından gezimiz ilk olarak Ulucanlar Cezaevi Müzesinden başladı. Dr. Ali Vedat OYGÜR; 1950 yılında Üsküdar’ da dünyaya gelmiş olup; 1974 yılında Ankara Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği bölümünden mezun olmuştur. Uzun yıllardır, hayatın ona kattığı bilgi birikimini bu tür gezilerde rehberlik yaparak Ankara’ yı hemşehrilerine tanıtmaya adamıştır kendisini. Ayrıca kendisine ait web sayfasında da (https://alivedatoygur.wordpress.com) yazdığı yazılar ile çok kıymetli bilgiler vermeye devam etmektedir.

Ulucanlar Cezaevi Müzesinde başlayan gezimizde ilk olarak; bu binaların Osmanlı zamanında da var olduğu ve askeri kışla olarak kullanıldığını 1925 yılında cezaevine dönüştürüldüğünü öğrendik. Cezaevinin koğuşlarında gezerken (Hilton Koğuşu, Ağalar Koğuşu, Sübyan Koğuşu …) buralarda yaşanan hayatları düşünerek hüzünlendik. Cezaevi turumuzu en son aralarında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ ın da yer aldığı pek çok idamın infaz edildiği Dar Ağacının olduğu yerde tamamlayarak, biraz buruk bir şekilde oradan ayrıldık.

Cezaevinin hemen dışında Sanat Sokağının başında; belki de şimdiye kadar hiç fark etmediğimiz 1804 yılında Ankara Taşından (Andezit) yapılmış Hanifi Rum Çeşmesi ile karşılaştık. Cezaevinin hemen önündeki caddede ise 1924 yılında yapılan henüz Ankara’ nın musluklarından su akmazken halkın su ihtiyacını karşılayan çeşmelerden biri olan Derçatoğlu Mustafa Bey Çeşmesi’ ni fark ettik. Ulucanlar Göz Hastanesinin olduğu yerde eskiden Ankara Mevlevihanesi’ nin olduğunu öğrendikten sonra, Ankara’nın arka mahallerine doğru ilerleyerek rengarenk evlerin arasından gezimize devam ettik. Şu anda restorasyon olduğu için içini göremesek de Ankara’ da lahit mezarların olduğu Kadılar (Kırklar) Mezarlığı olduğunu öğrendik. Geçmişi 800 yıl öncesine dayanan bu mezarlar, Osmanlı ve Selçuklu dönemlerinden kalma olup, Kadılara ait mezarlardır.

Renkli evlerin arasında mütevazi bir görüntüsü olan, 17. yy. sonu ile 18. yy. başında yapıldığı tahmin edilen Direkli Camii’ nden sonra, mahalleye doğru ilerlediğimizde 14. yy.’ dan kalma Nazım Bey Çeşmesi bizi karşıladı.

Nazım Bey Çeşmesi

Biraz daha yukarılara doğru ilerledikçe, muhteşem bir kale manzarası, 1901 yılında inşaa edilen Zehra Hanım Çeşmesi ve Molla Büyük Camii ile karşılaştık. Osmanlı eseri olan, Molla Büyük Cami’nin içerisinde mimberinde yer alan çiniler hepimizi adeta büyüledi.

Ankara’ nın efsane valisi Abidin Paşa tarafından ilk defa 1889 yılında kullanılarak Elmadağ suyunu Ankara’ ya taşıyan Roma Su Kanalları ve su deposu da oldukça ilgi çekiciydi. Kanalları geçtikten sonra, 1288 yılından kalma Saraç Sinan Mescidi ve Türbesi bizi bekliyordu. 1907 yılında Mehmet Şevket Efendi tarafından yaptırılan Altı Ayaklı Çeşme de görülmesi gerekli bir çeşme olarak hafızalarımızda yer etti. Neden iki şerefeli olarak yapıldığını kimsenin bilmediği 1674 tarihli İki Şerefeli Camii (Resul Efendi Camii) ve Halveti şeyhi Tiridzade Hüseyin Efendi Türbesini de gördükten sonra ara sokaklardan aşağıya doğru ilerledik. Dönüş yolumuz üzerinde Halvetilerin Alemdarı Seyyit Ali Türbesi (14.yy) ve 1443 tarihinde Hacı İsmail’ in kızı Azize Gecik Hanım tarafından yaptırılan Gecik Mescidi’ ni de farketmiş olduk. Ayrıca Gecik kelimesinin güzel giyinen, zarif, hoş hanım anlamına geldiği bilgisini de edindik.

Aynı yerde bulunan çeşmenin üzerinde Gecik Çeşmesi yazmasına rağmen aslında çeşmenin Azize Gecik Hanım ile bir ilgisi olmadığını yaklaşık 500 yıl sonra 1891 yılında Beşe Ağazade Hacı Hanım tarafından yaptırılan Hacı Hanım Çeşmesi olduğunu da Ali Vedat hocamızdan öğrendik. Gezimizi büyük usta Mimar Sinan’ ın Ankara’ daki tek eseri olan Cenabi Ahmet Paşa Camii ve Türbesinde tamamlayarak, yaşadığımız şehre olan farkındalığımız ve bilgimiz artmış bir şekilde evlerimizin yolunu tuttuk. Bize bu güzel bilgileri kıymetli vaktini ayırarak aktaran değerli hocamız Ali Vedat OYGÜR’ e ve bu gezide bizimle birlikte olan bütün dostlarımıza sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

Nisan 2023

Cenabi Ahmet Paşa Camii

DÜNYANIN SON SINIRI: AMAZONIA

Ünlü fotoğrafçı Sebastiao Salgado, hayranlıkla izlediğimiz çalışmalarına bir yenisini ekledi. Kendisi Paris’te yaşayan ama doğup büyüdüğü ülkesi Brezilya ile ilişkisini kesmeyen Salgado’nun son projesi AMAZONIA, sadece Güney Amerika’nın değil, Dünya’nın akciğerleri diye bilinen Amazon Yağmur Ormanlarını konu alıyor. Dünya’nın akciğerleri denmesi boşuna değil. Dokuz ülkeye yayılan Amazon Yağmur Ormanlarının % 65’inin bulunduğu Brezilya’da kapladığı alan 4 200 000 kilometre kare ve Ülkenin % 49.3’ünü oluşturuyor. Bir ölçü olması için belirteyim; Türkiye’nin beş katından fazla bir alandan söz ediyoruz.

Taschen yayınevi tarafından yayınlanan AMAZONIA kitabının önsözünde Salgado şöyle yazıyor: “Burası benim için son sınır, dünyanın başka hiçbir yerinde olmadığı kadar doğanın muazzam gücünün hissedilebildiği, kendine ait gizemli bir evren. İşte tüm canlı bitki ve hayvan türlerinin onda birini barındıran, sonsuzluğa uzanan bir orman, dünyanın tek başına en büyük doğal laboratuvarı.” Salgado’nun bu projesinin ortaya çıkışı, Amazon ormanlarındaki tahribatın çok arttığı ve tartışmaların yoğunlaştığı bir döneme denk geldi. Yol açımı, büyük çiftlik projeleri, yangın gibi etkenlerin dışında; son dört yılda devlet başkanı Bolsonaro’nun çevre düşmanı politikaları ve yağmur ormanlarındaki aşırı kesim nedeniyle artan ormansızlaşma, ülkede ve dünyada büyük tartışmalara neden olmuştu. Saydığım faktörlere ek olarak, aşırı karbon salımı, iklim değişikliği vb. olumsuz etkenlerin gezegenimizi tehdit ettiği bir dönemde bu eşsiz ekosistemin varlığını sürdürmesi, Dünya için de çok önemli. Salgado, bu güçlü görüntüler aracılığıyla insanlığın bu paha biçilmez mirasını korumak için acilen ihtiyaç duyulan düşünce ve eylemleri harekete geçirmeyi umuyordu. Geçtiğimiz yılın sonunda yapılan seçimleri çevre dostu olarak bilinen ve Amazon bölgesinin korunmasına çok önem veren eski başkan Lula’nın kazanması, Brezilya ve Dünya için önemli bir kazanım oldu.

Sebastiao Salgado, Amazon bölgesine daha önceleri çeşitli nedenlerle gitmiş olsa da bu proje için yaptığı seyahatler 2012-2018 yıllarını kapsıyor. Kitapta ise 1998-2019 arasında çekilmiş fotoğraflar yer alıyor. Salgado, yedi yıl boyunca Brezilya Amazonlarını gezdi ve bu olağanüstü bölgenin eşsiz güzelliğini fotoğrafladı: Orman, nehirler, dağlar, orada yaşayan insanlar, hayvanlar, bitkiler… Yerel rehberler, tekne kaptanları, dağcı rehberi, tercüman, antropolog, ulusal Yerli Vakfı FUNAI’den yerli katılımcılardan oluşan 10-12 kişilik bir ekiple toplam 48 kez bölgeye giden fotoğrafçı, bu projede sponsor olmadığını, masrafları kendisinin karşıladığını söylüyor. Önceki projelerinde bazı dergilerle özel anlaşmalar yaparak kaynak sağladığı bilinen Salgado, “Artık durum böyle değil, ama şimdi büyük bir şansım vardı. İnsanların fotoğraflarımı satın aldığı ünlü bir fotoğrafçı oldum ve satıştan elde edilen parayla bu yeni fotoğrafları ürettim.” diyor. Hava çekimleri içinse Brezilya Ordusu yardımcı olmuş.

Her biri haftalar süren, bazen bir ay ile üç ay arasında zaman alan bu seyahatlerde çeşitli kazalar da yaşadı. Bu konuda şöyle diyor: “İki kez dizimi kırdım ve iki kez ameliyat oldum. Sol taraftaki tendonumu kırdım. Sağ tarafta, kazalarla kırılgan hale geldi. Yerli halkla birlikte bu ormanda yürüdüğünüzde, uzun bir yer değiştirme yaparlar. Balık tutmaya karar verirler ve göl asla çok yakın değildir. Ormanın içinde yaklaşık beş-altı günlük bir yürüyüş olabilir. Yağmur altında bütün gün yürürsünüz ve bu, ayakkabıları olmadığından, yerliler için sorun değil. Ama ayakkabılarla pek yerimizde duramayız ve çok düşeriz. İki kez dizlerimi ve iki omuzumu kırdım. Neredeyse sağ gözümü kaybediyordum. Ormanda bir yerli ile koşuyordum. Küçük bir bambuyu kesti ve bu bambunun ucu gelip gözümün kenarına çarptı. Birkaç milimetre daha sağda olsaydı, gözümü kaybetmek zorunda kalırdım.” Salgado, ağaçlar arasında büyük siyah fonlar (6*9 metre) örterek geçici açık hava stüdyoları kurdu ve insanları bu siyah fonun önünde fotoğrafladı. Bunu insanları öne çıkarmak ve onları coşkulu ormandan ayırmak için yaptığını söylüyor. Ayrıntılı başlıklar ve yüz boyaları içinde kadın ve erkeklerin, çocukların ve ailelerin birçok portresini çekti. Bu kadar emek verilmiş bir projede tüm yerli kabilelerin belgelendiğini düşünebiliriz ama durum hiç de öyle değil. Salgado’nun projesinde 12 yerli kabilesi fotoğraflanmış. Ustaya kulak verelim: “Amazonya’da yaklaşık 190 farklı kabilemiz ve yaklaşık 180 farklı dilimiz var. Sadece Brezilya Amazonya’sında hiç iletişime geçilmemiş 100’den biraz fazla grubumuz var. İnsanlığın tarihöncesi bu ormanın içindedir. Bu orman biyolojik çeşitlilik açısından çok önemlidir. Yerlilerin geleceği için çok önemlidir. Bu, insanlık tarihinin başlangıcıdır.”

Biraz da bu büyük projenin tanıtımına göz atalım:

Son dönemdeki kitapları gibi bu da Taschen Yaynevi tarafından yayınlanan, eskilerin deyimiyle “tuğla gibi” bir kitap: AMAZONIA. 528 sayfa, insanı görüntünün içine çeken çok kaliteli bir baskı ve tam 4.250 kg. (Nereden mi biliyorum? Bana yurtdışında hediye edildi ve bağaj hakkımı kontrol edebilmek için mecburen tarttım!) Kitapla birlikte başlayan sergi maratonu. Roma, Paris, Londra başta olmak üzere önce Avrupa, sonra Brezilya (Sao Paulo ve Rio de Janeiro), ABD ve bugünlerde yeniden Avrupa’da açılan sergiler. Ne mutlu bana ki Rio de Janerio’da bu görkemli sergiyi görme şansına eriştim. Sergilerin küratörü Lelia Wanick Salgado’nun sergi mekânı ve düzeni konusunda çok hassas davrandığını ve asla ödün vermediğini okumuştum. Bunun ne anlama geldiğini sergiyi gezerken anladım: Duvara asılmış veya tavandan sarkıtılan, 30*40 cm.den, üç metreye varan değişken boyutlarda baskılar; birinde doğa fotoğrafları diğerinde insan fotoğraflarının sürekli sunulduğu iki ayrı projeksiyon salonu; 194 fotoğrafın sergilendiği devasa salonun orta bölümünde oluşturulmuş odalar ve her odada ayrı bir kabilenin mensupları ve yaşadığı çevreye ait fotoğraflar ile o kabile mensuplarının video röportajlarının altyazı ile sunulduğu ekranlar. Ve sanırım ilk kez (en azından benim için ilk), bir sergi için bestelenmiş müzik! Jean-Michel Jarre’nin ormandan gelen kuşların, maymunların, böceklerin, kurbağaların ve insanların seslerini de kullanarak yarattığı, orijinal bir müzik eşliğinde geziliyor sergi.

Yaptığı projelerle herkesi kendisine hayran bırakan usta fotoğrafçı Sebastiao Salgado, bu son projesi ile sadece ülkesi Brezilya’ya değil, tüm dünyaya sesleniyor:

“Cennet var, Amazonya dünyadaki cennettir… Bu fotoğraflar 50 yıl sonra kayıp bir ormanın, kayıp bir yerli halkın veya kayıp bir dünyanın belgeleri olmasın. Amazonya korunmalı!”

Halil İbrahim TUTAK

Nisan 2023

MANİPÜLASYON FOTOĞRAFIN GÜNAH KEÇİSİ MİDİR?

Fotoğraf: Galip ÇETİNER

TDK’ na göre manipülasyon; yönlendirme, seçme, ekleme ve çıkarma yoluyla bilgileri değiştirme anlamındadır. Vikipedi de konuya fotoğraf açısından benzer yaklaşır.

Fransızca kökenlidir. “Manipuler” elle düzenlemek, el aleti kullanmak, ayarlamak anlamı taşır.

Latince karşılığı olan “manipulus” ele sığan şey, avuç anlamı taşır.

Maniplasyon tıpta ellerle yapılan fizik tedavidir. Hastalıklı bölgeye ellerle birtakım bastırma, germe, döndürme gibi işlemler yapılır.

Felsefede, başkalarının duygu, düşünce ve davranışlarını çeşitli yöntemlerle ona hissettirmeden değiştirmeye çalışmaktır.

Türkçe’ de daha çok “yönlendirme” anlamında kullanılmaktadır.

Özellikle kameramızın ayarlarında yer alan “manüel” terimine çekmek isterim. “Elle yapılan ayar” demektir. Manipülasyonun kelime olarak anlamı budur. Bizim konumuz ise fotoğraf sanatıdır.

Sanat fotoğrafçısı izleyicide his değişikliğini ve dikkat çekmeyi amaçlar. İnsanları duygusallaştıran, düşünmeye ve anlamaya yönelten fotoğraf sanat eseri olarak kabul edilir. Fotoğrafın çok azı bu yetkinliğe sahiptir ve biz burada onu konuşuyoruz.

Sanat; önce yaratıcı düşünce ile tasarı, sonrasında emek katılarak üretimle sonuçlanan bir kültürdür. Sanatın doğasında ekleme ve çıkarma vardır. Yaratıcı sanatı; okuma, izleme, hissetme, esinlenme, düşünme, hayal kurma besler…

Sanatçılar eserlerini yaratmak için çalıştıkları alanda üretimlerini tasarlar ve şekillendirir.

İnsanlar gördükleriyle birebir uyuşan ve tekrarlayan fotoğraflardan etkilenmezler. Farklılık ararlar. Gerçeküstü arayış içinde olanların beklentisi ve beğenisi, değişimi tetiklemektedir.

Gerçek böyle iken fotoğrafta en çok tartışılan konu, ilk çekilen kare ile piyasaya sürülen fotoğrafın farklılığıdır. Michelangelo’ nun Davut Heykeli, sanat tarihinin başyapıtları arasındadır. O heykelde anlatılan kişi ve vücut gerçek Davut anatomisiyle birebir uyumlu mudur? Davut, Michelangelo’ ya poz vermemiştir, değil mi? Sanatçının hayalini ortaya çıkardığı bu heykelin manipülasyon olduğunu iddia etme hakkımız var mı?

Fotoğrafik manipülasyon, çarpıcı etki yaratmak için gün geçtikçe daha fazla uygulanır olmaktadır. Hayal gücü, yaratıcılık, sabır, çaba ve beceri gerektiren illüzyon sanatıdır. Fotoğrafın sanatçıları düşüncelerini ifade etmenin yeni bir yolunu ararlar. Farklı çekim teknikleri, donanım farklılığı, photoshop ve diğer uygulamaları kullanılarak yapılmaktadır.

Hiç şüpheniz olmasın ki, analog fotoğraf denilen kimyasal dönemde de fotoğrafa müdahaleler olmuştur. Ekleme, çıkarma, rötuş, pozlamada ışık engelleme, banyoda kimyasal farklılıklar yapılmıştır. Aslında fotoğrafta manipülasyonun tarihi, fotoğraf kadar eskidir. Saygın bir fotoğrafçı olan Ansel Adams bile değişimden kaçınmamıştır. Fotoğrafı karartma ve aydınlatma gibi, karanlık oda pozlama tekniklerini kullanarak fotoğrafı üzerinde değişiklikler yapmıştır.

Sayısal döneme geçerken büyük çatışmalar yaşandığı gerçektir. Bugün de yapay zekâ ile görsel üretme tekniğine sancılı bir geçiş süreci yaşanmaktadır. Aslında tarih yeniden yaşanıyor. İki yüzyıl önce fotoğraf teknolojisi ortaya çıkınca da ressamlar başkaldırıda bulunmuşlardır. Ancak geriden gelenler ve bulundukları yere demirlemeyenler gelişimde söz sahibi olmuşlardır.

Eğer gerçeği ifade etmek gerekirse, fotoğrafta müdahale her zaman vardır. İlk olarak sahne seçimi sırasında başlar. Stüdyo zaten başlı başına bir müdahale ortamıdır. Çerçeve içerisine alınacak ya da alınmayacak lekelerin seçiminin, fotoğrafa bir müdahale olduğuna inanıyorum. Işık ve poz süresi de bence fotoğrafçının takdirine kalmıştır. Fon yine bir seçimdir. Çekim açısı, filtre ve donanım seçimi de bir el atmadır. Modeli ve objeleri yönlendirmeyi de bunlardan ayıramayız.

Fotoğraf işlenirken keskinlik verme, gürültü giderme ve renklere müdahale etme de aynı kapsamda değerlendirilebilir.

Bazıları işini abartıp ekleme ya da çıkarma yapabilir. Bu fotoğrafçının bileceği iştir.

Yaz günü güzel bir bölgenin ziyaretçisi olabiliriz. Fotoğrafını çekmek istediğimizde boş gökyüzü, estetiğini zayıflatacaktır. Fonu değiştirmemizde ne gibi yanlışlık olabilir?

Hangi ressam gerçekliği resmetmiştir ki, sanatsal fotoğraftan da o beklensin!

Film ve tiyatroda senaryo, hayal ürünü değil mi? Roman, hikâye ya da şiir farklı mı? Müzik eserleri nasıl çıkıyor ortaya? Bunların içeriği seçim değil midir? Mimari yapılar baştan sona tasarı değil midir? Eser sahibi, yapıtı olgunlaşana kadar ekleme ve çıkarma yapmaz mı?

Tiyatro ve film senaristi, vermek istediği mesajı, oyuncuları konuşturarak söyler.

Yazar cümlelerle iletir.

Ressam çizerek ya da boyayarak, açıkçası tuvaline ekleyerek açıklar.

Bestekâr farklı ses tonlarını birbirine iliştirir.

Heykeltaraş yontar, mimar ekler…

Balerin koreografi de belirlenmiş zarafeti sergiler.

Fotoğrafçı ne yapmalı?

Teknolojinin bize sunduğuyla yetinemeyiz. Daha iyiyi yapmak zorundayız. Kendi kültürümüzü, zevkimizi ve mesajımızı, çektiğimiz fotoğrafla harmanlamalıyız.

Sanat fotoğrafçısından çektiğini paylaşması beklenmemelidir. Kameranın çektiğini paylaşmak kolay iştir ve sanat değildir. Sanatçı eserine ruh, duygu ve öykü işlemelidir.

O da doğal olarak içeriğe sahip bir kare elde etmek için ya kurgu yapacaktır. Ya da mevcut kompozisyonda ekleme, çıkarma veya değiştirme yapmak zorundadır.

Diğer sanatlarda yapılan işler manipülasyon olarak dile getirilmiyorsa, fotoğrafçıyı suçlamak haksızlıktır.

Niçin diğer sanat eserleri yaratılırken üzerinde yapılan işlemlere manipülasyon denmez de, fotoğraf üzerinde yapılan işlemlere denir? Bunu anlayabilmiş değilim.

Bazılarınca kameranın Otomatik, Program, Anlık (Enstantane) ya da Açıklık (Diyafram) öncelikli çekimleri yerine Manüel Ayarlama Seçeneği ustalık olarak öne sürülür. Burada el ile yapılan ayarlama ustalık olarak nitelenirken, makinenin çektiğine el ile dokunmak, değiştirmek niçin suçlanır, anlayamıyorum.

Diğer sanat dallarında eğer insanın hayal ettiği sahne canlandırılıyorsa, fotoğrafta niçin olmasın? Müdahale ve yaratıcılık sanatın doğasında vardır. Fotoğrafçı bir fotoğrafı dönüştürme veya değiştirmekle kendinden bir şeyler katıyordur. Gördüğünü yorumluyordur. Zaten sanattan da beklenen budur. Müzik eserleri farklı kişilerden dinlediğimizde hissettiğimiz de farklıdır. Bazılarını çok severiz ve o yorumu dinlemek isteriz. İşte bu his değişikliğinin sebebi yorum farkıdır. Müzikteki yorum farkı, sanatçının katkısı ve eser üzerinde yaptığı değişiklik kaynaklıdır. Fotoğrafçının da, kameranın çektiğinden farklı bir görüntüyü sunma özgürlüğü vardır.

Günümüzdeki Yapay zekâ teknolojisi insanların hayal ettiği görseli üretmek için çok büyük kolaylıklar ve hız sağlamaktadır. Özellikle sahne ve aksesuar düzenlemesi, ışık seçimi gibi gerek maddi, gerekse temin etme bakımından büyük yük getiren unsurlara artık gerek kalmamıştır. Modeli ikna etme ve onun rızasını alma derdi de yoktur. Hayal et, istediğini yaz ve birkaç dakika sonucu bekle. Yapay zekâ internet veri tabanına girmiş görselleri ve fotoğrafları tarayıp isteğinizi gerçekleştiriyor, görsel karşına çıkıyor. Belki tam olarak arzu ettiğiniz şey olmayabilir. Yapay zekâ daha emekleme dönemindedir, gelecekte çok daha iyi olacaktır.

Yapay zekâ sadece hayal edilen görseli gerçekleştirmekle kalmıyor, noise gibi tam olarak aşamadığımız bazı sorunları ya da keskinlik ve netlik gibi beceriksizliğimiz sonucu ortaya çıkan hatalarımızı da onarabiliyor. Modelimizin yansıtamadığı duyguyu da görselimize yükleyebiliyor.

Şunu kabul etmeliyiz ki, değişiklikler fotoğrafı daha ilgi çekici, estetik ya da farklı yapıya büründürebilir. Aslında bu durum gerçekçilikten, canlılıktan ve özden uzaklaştıracaktır. Fotoğrafçı buna bilerek çekilen kareyi değiştirir, onun seçimidir. Başkalarını ilgilendiren tarafı, sunulan kareden etkilenip etkilenmediğidir.

Bence insanların tarz ve tekniklerini ayıplamamız hoş değildir. Çıkan yapıtı beğenmemiş olabiliriz, onaylamayabiliriz. “Beni etkilemedi” der geçeriz. Herkesin görüşü farklıdır. Önemli olan insanları yargılamamak, anlamaya çalışmak ve hoş görmektir.

Bence insanların kıyafet ve bakım yoluyla kendilerinde yaptığı değişiklik ile fotoğraf üzerinde yapılan değişikliğin farkı yoktur. Bakım için kendimize gösterdiğimiz hoşgörüyü, üzerinde oynanmış fotoğraflardan esirgememeliyiz.

“Manipüle etmek” kışkırtıcı ve aşağılayıcı bir anlam taşımaktadır. Sanatsal fotoğraf çabası ve yapımı, böyle bir tanımlamayı hak etmemektedir.

Aslında en önemli manipülasyonu reklamcılar yapmaktadır. Seçimimizi yönlendirmektedirler. Pazarlamak istedikleri ürünün iyi olduğuna bizleri inandırmakta ve paramızın başkalarının hesabına geçmesini sağlamaktadırlar.

Sanat ise haz duygusuna yönelik etkileme yapar, duygulandırır ve düşündürür.  Bu nedenle sanatçının eseri üzerinde yaptığı değişiklikleri suçlamak, bence haksızlıktır. Bu bir müzik eseri de olabilir, fotoğraf da… Hiç fark etmez… Şunu unutmayalım ki; bilgilendirme amaçlı fotoğraflar üzerinde değişiklik yaparak, insanları aldatmak kabul edilemez. Haberciler ve belgeselciler sanat yapmazlar, bilgi verirler. Sanatsal fotoğraflar yalan söyleyebilir, haberci ise gerçeği iletir.

Fotoğrafta en önemli yapı içerik ve anlamdır. Bunları güçlendirme çeşitli tekniklerle yapılmaktadır. Örnek vererek özetlemenin faydalı olacağına inanıyorum.

  1. Fotoğrafçı hayal ederek bir kompozisyon kurgular. Anlam katacak objeleri belirler ve sahnesine yerleştirir. Ya da etkili olacağına inandığı, anlatımı güçlendirecek çekim açısını seçer ve fotoğrafını çeker. Neredeyse her fotoğraf yapılırken gerçekleştirilir.
  2. Işık seçimi. Özellikle yanal ışık objenin hatlarını ortaya çıkarmaktadır. Altın ışık saatleri romantizmi, aşkı ve sevgiyi besler. Ters ışıkta ise dolgu ışığıyla objenin duyguları, daha güçlü gösterilmektedir. X-ray sınıfında olan bizim röntgen dediğimiz ışın kullanılarak çekilen fotoğraflar yani film, gözün gördüğü bilgiyi değiştirerek göremediğimiz derinlikteki organlar ve nesneler hakkında bilgi sunmaktadır.
  3. Kamera seçimi yine fotoğrafta etkiyi farklılaştıran unsurlar arasındadır. Görme frekansımız dışındaki özellikle kızılötesi ışığa hassas algılayıcıya sahip kamera kullanımı bu alanda harikalar yaratmaktadır.
  4. Lensler odak uzunluklarına göre sahnemizdeki objeler üzerinde çok farklı görünümler sunarlar. Geniş açılı lens yakındaki objeleri abartır, uzaktakileri ise küçültür. Uzun odaklı objektif ise odaktaki nesneyi fondan ve kameraya yakın olan objelerden ayırır.
  5. Filtreler pozlama süresini uzatarak, yansımayı artırarak veya ışığın dalga boyunu süzerek gerçekdışı fotoğraflar üretmemize yardımcı olurlar.
  6. Kasıtlı kamera hareketi (ICM) ile belirgin objeyle birlikte fonda bulanıklık oluşturarak masalsı bir anlatı seçebiliriz. İstersek pan yaparak objeyi takip eden pozlama ile konuyu fondan ayırıp hareket dinamizmi yakalayabiliriz.
  7. Fotoğraf işleme programları, uygulamalar ve sayısal filtrelere, normal fotoğraflarda ekleme, çıkarma ve değiştirme yaparak estetik ve anlatı açısından dönüştürebiliriz.
  8. Günün öne çıkan teknolojisi ise Yapay Zekâ’ dır (AI). Bu işlemde,  kullanıcı uygulamaya arzuladığı görselin komutunu verir. Uygulama ise internet kütüphanesindeki tüm fotoğraf ve görselleri tarayarak yeni bir görsel ortaya çıkarır. Komutla ulaşılan görsel, teknik olarak fotoğrafa benzese de, kesinlikle fotoğraf değildir. Çünkü kamera, ışık ve fotoğrafçı olmadan elde edilir. Bana göre bu görsellerin ortak sahipliği kullanıcı ve yazılımdır. Sorunlu fotoğrafı düzelten Yapay Zekâ uygulamaları da vardır.

Çok tartışılan fotoğrafta manipülasyon kelimesinin suçlama ve küçümseme anlamlarıyla kullanılması fotoğrafta gelişmeyi önlemektedir.

Düşünme, kurgulama ve işleme ile fotoğrafın anlamını güçlendirme çalışmalarına hoşgörüyle yaklaşılması, fotoğraf sanatının gelişmesine katkı sağlayacaktır. Daha iyi bir geleceğin bizlerle olması dileğiyle…

Mikdat BESNİ

Nisan 2023

Fotoğraf: Turan SEZER

UMUDUNU YİTİRME, GERİ DÖNECEĞİZ HATAY

Bu cümle, asrın en büyük felaketinin yaşandığı 11 ilimizi yerle yeksan eden 6 Şubat depreminden sonra Hatay’da ayakta kalmaya çalışan bir duvara yazılmıştı. Ekranlara yansıyan ilk görüntüler felaketin boyutunu evimize kadar taşıyordu. Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde 6 Şubat Pazartesi günü yaşanan depremden en fazla etkilenen şehirlerden biri Hatay oldu.

Hatay, bugün dünyada en çok eksikliği hissedilen “barış”ın simgesidir. Medeniyetlerin beşiği;  dinlerin buluştuğu, ezan sesine hazan ve çan sesinin karıştığı şehirdir Hatay. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şahsi meselesi olarak gördüğü ve ağır hastalığına rağmen kalan gücünü akıttığı yerdir Hatay. Dil, din, mezhep gözetmeden yüzyıllardır barış ve huzur içerisinde yaşayan bir kenttir Hatay. Birbirlerine neredeyse birkaç adım ötede konumlanan üç semavi dinin sadece ibadet değil, bu dinlere mensup insanların ebedi mekânlarını da yan yana barındıran bir şehirdir Hatay…

İnsanı sadece insan olarak gören bu kentlinin duygularını, eski milli futbolcu Gökhan Zan’ın sosyal medyada rastladığım şu paylaşımı ne güzel dile getiriyor: “Ben Hatay’da doğdum. Evet ben Alevi doğdum. Arkadaşımın başı derde girdi, Sünni oldum. Ninem gibi sevdiğim komşum öldü, cenazesine kiliseye gittim, Hristiyan oldum. Evimize misafir geldi, yemeğimi yedi, onlarla Yahudi oldum. Kürtçe şarkılar söyledim. Sünnice halaylar çektim. Hristiyanca dualara ortak oldum. Aslında ben sadece insan oldum. Çünkü ben Hatay’da doğdum.”

Şimdi bu kentte yaşayan insanların, ne yazık ki yıkıntılar arasından yükselen acı ağıtları da ortak… Onlar orada göçük altında kalarak, biz burada çaresiz kaldığımız için öldük. Fotoğrafçı dostum Tahir Özgür’ün yine sosyal medyadaki paylaşımı içimizi acıtıyor: “Biz Hatay’lılar mahallemizde yaşayanları “Kardeş”, şehrimizde yaşayanları “hısım” sayarız. Ve herkesle kim olduğunu sormadan paylaşa paylaşa büyürüz… Önce bunu öğretirler bize. O yüzden feryadımız göklere ulaşıyor, gözyaşlarımız dinmiyor. Yüreklerimiz ağlıyor… Kardeşlerimizi, hısımlarımızı kaybettik. Bize bunları öğreten memleketimizi kaybettik.”

MS 115 yılında dünyanın bilinen en sarsıcı depremi ile yıkılan Antakya için Roma kayıtlarında “Ölülerini çıkaranlar hayatta kaldıklarına sevinemediler” diye yazılır. Bu coğrafyanın acı dolu tarihinde aradan geçen onca zamana rağmen aynı cümlenin kuruluyor olması ne acı! Yıkıntıların arasında yakınlarını, anılarını arayan bir kadın bağırıyor. “Onlar bir kere öldü kurtuldu, biz kalanlar her gün ölüyoruz”

Tüm bu yaşananların ardından Hatay’nın binlerce yıllık tarihi gözümün önünden bir bir geçiyor sanki… Bu kadim kent; bir yandan hem baharat hem İpek Yolu’nun geçtiği çok değerli ticari bir kavşak; bir yandan Mezopotamya’dan Akdeniz’e açılan denizyolu kapısı, bir yandan da Kudüs’e inerken dinler tarihi açısından kilit nokta. İmparatorların gözdesi, antik çağın en önemli üç kentinden biri… Depremlerle, yangınlarla, istilalarla defalarca yıkılsa da yeniden kurulmuş. Öyle ki dünya üzerinde bilinen 26 medeniyetin yarısı bu topraklarda yeşermiş. Bu zenginlik Hatay’a çok sayıda birinci ve biricik olma özelliği kazandırmış.

Anadolu’nun ilk camisi olan Habib-i Neccar Camisi, Hristiyanlığın ilk doğduğu ve haç mekânı olarak kabul gören St. Pierre Kilisesi, dünyanın ikinci mozaik koleksiyonuna sahip Hatay Arkeoloji Müzesi burada yer alıyor. Yine dünyanın aydınlatılmış ilk yolu Kurtuluş Caddesi, mimari açıdan ülkenin en önemli kiliseleri arasında yer alan Rum Ortodoks kilisesi,  dünyanın bilinen en eski Yahudi cemaatlerinden olan Antakya Musevi Cemaatinin kesintisiz olarak yaşadığı Antakya Sinegogu, keşişlerin ibadet yeri olarak yapılan ilk dönem Hristiyan mabedi Barlaam Manastırı da bu şehirde… Türkiye’deki  tamamı Ermeni vatandaşların yaşadığı tek köyü olan Vakıflı Köyü,  ülkenin büyük kapalı çarşılarından biri olan Uzun Çarşı, Antik Çağın mimari harikası, boyutları bakımından dünyanın ilk tüneli olarak kabul gören Titus Tüneli bu topraklarda… Kesintisiz 14 km uzunluğuyla Türkiye’nin en uzun plajı olan Samandağ Plajı, tarihinde ilk olimpiyatların gerçekleştirildiği, mitolojik efsanelere konu olan Harbiye (Defne) ve çok daha fazlası, Hatay’ı ilk yapan değer burada yer alıyor. Ayrıca farklı inanç ve kültürlerden beslenen kent mutfağı UNESCO tarafından yaratıcı şehirler ağına dâhil edilerek taçlandırılmış.

Şimdi bu değerlerin birçoğunun, mazinin hatıralarıyla yüklü daracık taş sokakların, kent kimliğini oluşturan avlulu evlerin, bu kıymetleri yaratan insan hazinesiyle birlikte yok olduğunu yazmaya yüreğim dayanmıyor. Defalarca fotoğraf için gittiğim, her gittiğimde fotoğraftan çok, dost edindiğim Hatay’ın fotoğraflarını arşivden çıkarıp bakmak bile ıstırap veriyor. Benim kelimelerimin kifayetsiz kaldığı yerde araştırmacı yazar kent sevdalısı dostum Ünal Kahraman’ın aşağıdaki dizeleri Hatay’a adeta ağıt yakıyor…

Bu şehri yaşadım.

Gecesini ayrı, gündüzünü ayrı.

Aydınlık günlerini gözlerime doldurdum,

Sevinçlerim, üzüntülerim, beklentilerim de oldu benim.

Ama hiç bu kadar yalnız olmadım ve bu kadar kimsesiz.

Habib-i Neccar’ın duvarına RS15 yazmışlar,

Anlamını bilmediğim.

Şehrin tam orta yerindeydim,

Gelenim gidenim olurdu benim,

Arayanım soranım olurdu.

Bir güneş saati vardı avlusunda Neccar’ın.

Güneşin ve asırların ötesinden haberler verirdi bana.

Güneşli günleri ben bu yüzden severdim.

Şimdi şehir büyük bir mezarlık ve sessiz.

Kimilerim öldü, tutamadım yaslarını.

Toz duman içinde herkes ve yürüyen ölüler var bugün caddelerinde.

Ve binaların öldüremediği ölüleri gördüm caddelerde bugün.

Seni içime gömdüm ey sevgili Antakya.

Bütün sevdiklerimle birlikte.

Kemancı Nadir, Bulgurcu Mahmut

Ve onların sesleri gece gündüz kulaklarımda.

Şimdi sessiz, şimdi mahzun Antakya.

Ardında hiçbir eser bırakmadan gider mi bir şehir, ey şehir,

Olanları da alıp götürdün benden.

Dağlar, sıradağlar kadar mahzunum.

Ve kederli ve üzgün.

Işıkların yanar mı yeniden,

Telâşlı insanların dolar mı caddelerine yine bir gün,

Meçhule gidenler döner mi?

Ey âlemi mahzun bırakan en mahzun şehir,

– Senin sokakların dar,

Senin sokakların iki kişilik

Sen giderken ben gelemem..

Antakya sokakları dar. Benim yüreğim kan ağlar…

Tesellin çok zor Hatay, ama başaracağız sonunda… Gönlü güzel, yüreği büyük insanların inancıyla, çabasıyla, iyilikle başaracağız. Çok eksildin, eksildik ama “Umudunu Yitirme, Geri Döneceğiz Hatay”

Gülcan ACAR

Mart 2023

KAYBEDİNCE AĞLAMAMAK, VARKEN YAŞATMAK, GÜZELKEN SÜRDÜRMEK İÇİN

“Ankara’nın Yıkılan/Kaybolan Belleği”  resim sergisi hazırlıklarım 2018 yılında başladı ve 2021 yılına kadar aralıksız üç yıl devam etti. Başlangıçta, bu başlık altında bir sergi yapmak amacıyla yola çıkmış değildim. Bu çalışmaların/serinin ilki olan İller Bankası tablosunu yaptığımda Ankara’ya geldiğim tarihlerde varlığına tanık olduğum sonradan yıkılan diğer binalar aklıma geldi. Ankara’da var olan ve başkentimize değer katan ve bu nedenle belleklerde yer alan çok sayıda bina şu veya bu şekilde yıkılmıştı. 1979 yılında yıkılan Kızılay binası, yakın zamanlarda yıkılan Etibank ve İller Bankası binası ve var olduğunu bildiğim ve hiçbir zaman görmediğim Marmara Köşkü, ilk çalışmalarım arasında yer aldılar.

Marmara Köşkü Mustafa Kemal’in değer verdiği AOÇ içinde Cumhurbaşkanı Köşkü olarak mütevazı bir ölçekte sayılacak bir bina olarak mimar Ernst Arnold Egli tarafından tasarlanmıştı. Korunması için çok sayıda sebep sayılabilir. Ama yıkıldı.

Kent belleğinde yer alan nitelikli mimari eserlerin yıkılmamaları, dönem itibarıyla yani günümüzde şayet fonksiyonlarını yitirmişlerse, şu veya bu şekilde dönüştürülerek kentlilerin kullanımına sunulmaları gerekir. Yukarıda isimlerini saydığım yıkıma uğramış binaların, yapıldığı tarihleri ve mimarlarını araştırırken, karşıma benzer akıbeti yaşamış başka binalar da çıktı. Eski Ankara fotoğraflarından yakaladığım Taşhan ve St. Clements kilisesi, Kızılbey Türbesi ve Külliyesi gibi yapılar bunlardan birileriydi. Sonrasında başka diğer binalar bunları izledi. Bir ya da ikisi dışında çoğunun ortak özellikleri ise dönemin mimarlarının, seyyahlarının ve kanaat önderlerinin yıkılmamaları için çaba göstermiş olmalarıydı.

Yakın tarihte yıkılan binaların yıkılmaması yönünde hareket edenlerin de nedense tamamı mimarlar ve Başkent Dayanışması içinde yer alan bir grup entelektüel olmuştur. Bunu verili bir durum olarak ele aldığımızda, kentlilerin ya da hemşerilerin duyarsızlığı, yıkımın kalıcı bir kültür olarak karşımıza çıkmasının temelinde yer aldığı görülür. Bu durum; yıkımı planlayanların ve gerçekleştirenlerin/uygulayanların işini kolaylaştırmaktadır.

Bu düşüncemin elle tutulur örneği 16 Haziran 2017 tarihinde yıkılan İller Bankasıdır. Binanın yıkılacağı haberi üzerine, Mimarlar Odası ve Başkent Dayanışması olarak, bina önünde birden fazla basın açıklaması yapıldığı halde netice alınamamıştır. Bunun yegâne nedeni kent halkının duyarsızlığıdır. Katılımı yüksek olan protesto eylemlerinden sonuç alınacağına dair, yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda örnek vardır.

Resim çalışmalarım esnasında; binaların yapıldığı tarihler, yapılma nedenleri ve mimarlarını araştırırken ilk planda karşıma yirmi beş resme konu olacak materyal çıktı. Aynı akıbete uğramış başka değerli binaları bulup resim yoluyla topluma ulaştırma heyecanı yaşadığım tarihlerde ilk sergimin zamanı gelip çatmıştı. İlk sergi; Mustafa Kemal ve Heyeti Temsiliye’nin Ankara’ya geldiği gün olan 27 Aralık gününde, Mimarlar Odası Ankara Şubesi fuayesinde, yirmi beş tabloyla gerçekleşti. Geride tablosu yapılacak başka binalar da var.

Bu serginin ardından, Ankara çalışmalarıyla bilinen akademisyen arkadaşlarımın isteği üzerine, aynı eserler, Bilkent ve Çankaya üniversitelerinde öğrencilerle, daha sonra Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar merkezinde gerçekleşen sergiyle Ankaralılarla buluştu.  

Bir kısmının varlığına tanık olduğumuz, önünden defalarca geçtiğimiz, kiminde ise içine girdiğimiz ve bulunduğu mahal ile bütünleşmiş çok değerli yapılar yok edildi. Her birinin bir hikâyesi vardı. Bizde yönetimlerce yıkıma layık görülen; Kızılay, Maltepe Havagazı Fabrikası ve Çubuk Barajı gazinosu gibi birçok yapının mimarlarına ait başka ülkelerdeki eserlerin günümüze kadar hala korunduğunu görmek içimizi acıttı. Örneğin; yıkılan Maltepe Havagazı fabrikasının mimarı Werner İssel’in Almanya’daki yapıları günümüzde varlıklarını sürdürmektedir. Bizde tek olan ve sanat evleri, müze gibi yapılara dönüşebilecek yerleşke yok edildi.

Ulus meydanından başlayarak Kızılay’a kadar uzanan arter erken dönem açık bir Cumhuriyet Müzesidir. Aralarında; başta Kızılay Binası olmak üzere İller Bankası Etibank ve Toprak Mahsulleri Ofisi binası gibi yok edilen binalar vardır. Ancak bunun da çözüm yolu vardır. Birinci yol bundan sonra gelecek olan yıkımların karşısında durmak, engel olmak, yok edilenleri ise bir hafıza müzesinde gelecek kuşaklara aktarmaktır.

Tüm bu durumların özetinde üniversitelerde yaptığım sergilerde ayrıca bir görsel bir sunumla binaların eski fotoğrafları ve bende uyandırdığı duygularla yaptığım resimlerle sunum haline getirdim. Bu çabam; yukarıda bahsettiğim Ankara’ya ait bir hafıza ya da bellek müzesi için ateşleyici bir etki yaparsa gayeme ulaştığım için mutlu olurum.

Umudum yeni kuşakların yaşadıkları kentlere dair duyarlıklarının artacağı yönündedir.

Yıkılan Kızılay Binası ve bu binadan isim alan Kızılay Meydanı
Bentderesi ve Çakırlar Köprüsü

Kemal Mükremin BARUT

Mart 2023

KENT FOTOĞRAFLARI, DEPREM VE FOTOGRAFİK HAFIZA

1960, Malatya

Kent fotoğrafları, fotoğraf tarihimizde, fotoğrafın popülerleşmesi açısından portre fotoğrafları kadar önemli bir rol üstlenmiştir. Ülkemiz fotoğraf stokunda olduğu gibi, evlerimizde de, aile fotoğrafları dışında albümlerimizin önemli bir bölümünü kent fotoğrafları oluşturmaktadır.

Fotoğrafla tanışmamızın, ilgilenmemizin belki de sevmemizin önemli motiflerinden biri olmuştur bu kent fotoğrafları. Çoğunun fotoğrafçısını bilmeyiz, genellikle bayram tebrikleri, asker mektubu ve asker fotoğraflarının eklentileri, yaşanılan kentlerin tanıtımı veya özlemi gibi vesilelerle hayatımıza girmiştir. Posta Kartları gibi de kullanılmıştır. Bu fotoğraflardaki kentleri; evlerde misafir odasında duran bir büfenin camı arasında sıkıştırılmış dururken görmüş, ya da bir dükkanın duvarında asılı bir çerçevenin içinden izleyerek de tanımışızdır. Yine bu fotoğraflarla bu kentlerin içine girip, düşlerimizde gezmişizdir.

Hayat kendi seyrinde, hay-huyu, çelişkileri ve değişim ritmiyle devam ederken şairin dediği gibi bir tel kırılıyor, kopuyor ve ahenk tümüyle kesiliyor. Deprem gibi, 6 Şubat 2023 depreminde yok olan, enkaz olan kentlerimiz gibi. Fotoğraflarımız da öksüz kalıyor.

Artık; şimdiki göçüklerin altında yüzlerce yıl önceki gibi zamanın sırlarını saklayan mermer sütunlar, taş işlemeler, ahşap oymalar bulunmuyor. Ufalanmış betonlar, yassılaşmış, tanınmaz beyaz – kahverengi eşyalar ve belki de parçalanmış uzuvlar. Kepçelerle un ufak halde gözden ırak bir başka yere taşınan molozlarla, bundan böyle; coğrafyanın yeni enkaz dağları veya dolguları oluveriyor.

Kentler de yaşayan birer organizmadır; büyür, gelişir, değişir, savaşır, eğlenir. Bu süreçlerde kentler, biriktirdikleriyle birlikte dokusunu ruhunu oluşturur.

Depremler, yalnızca o kenti, insanlarını, halkını göçük altında bırakmaz. Kentin ritmini, kültürünü, ışığını, aurasını da birlikte göçük altında bırakır.

Her sanat alanında olduğu gibi, fotoğrafta da popülerleşen çalışmalar, önemi yeterince değerlendirilmeden; zaman zaman görmezden gelinebiliyor. Klasikleşme eğiliminde olan çalışmalar arasında dikkatten ilgiden uzak kalabiliyor. Geçen yüzyılın ilk yarısından itibaren yaygınlaşan kent fotoğrafçılığı nedeniyle neredeyse Anadolu’nun tüm kentleri ve büyük kasabaları fotoğraflanmıştır. Siyah-beyaz çeşitli boyutlarda baskılı bu fotoğraflarlar halkın yoğun ilgisini ve sevgisini kazanmıştır. Bu durum, Anadolu, taşra Fotoğrafhaneleri için de ayrıca ticari bir hareketliliğe neden olmuştur. Hatta ünlü İstanbul Fotoğrafhaneleri bile bu hareketliliğe daha özenli çekimler ve daha büyük baskılarla katılarak çok daha büyük paylar almışlardır.

Günümüzde, “kent fotoğrafları” artık popüler bir alanda değildir. Yerini, düğün fotoğrafları, instagram fotoğrafları gibi alanlara kaptırmış durumdadır. Ancak, artık daha farklı ve önemli bir avantaja sahiptir. Pek çok fotoğrafçının gözdesidir, özgürlük alanıdır “kent fotoğrafları”. Kendi özgün yorumları ve kadrajlarıyla çektikleri bu kent fotoğrafları; çoğunlukla fotoğrafçıların kendi arşivlerinde durur veya dar alanlarda paylaşılır ve izlenir. Bu değerli yastık altı “kent fotoğrafları” sayısının düşünemeyeceğim kadar çok olduğunu gözlüyorum.

İşte tam da bu yüzden, kentlerimizin depremlerle yok olduğu bu günlerde; “ kent fotoğrafları” konusuna dikkat çekmek istedim. Fotoğrafların hızla çoğalma ve yayılabilme yetisi ve üretim formatı onu pek çok çalışmada belge olarak kullanılabilir değerli bir görsel kılmaktadır.

Fotoğraf dernekleri, fotoğraf öğretirken, eğitirken genellikle ışık eksenli, kadraj eksenli olarak bile olsa bir plato olarak bulundukları kentleri bolca fotoğraflarlar. Balat gibi, Kale gibi şanslı bölgeleri vardır bazı kentlerin.

Ülkemiz; Fotoğraf Dernekleri, üyeleri ve örgütsüz fotoğrafçılarıyla birlikte geniş üretken bir ağa, ancak dağınık, sistemsiz, kütüphaneleşememiş ve korunamayan, fakat zengin bir “kent fotoğrafları” stokuna sahiptir. Çelişik, karmaşık, kırılgan ve güvensiz bu stok bir taraftan artarken, diğer taraftan erimekte bir başka enkazın altında kaybolup, yok olup gitmektedir. Elbette ki bu durum kamusal bir sorundur. Sahibi ve çözücüleri; öncelikle Fotoğraf Dernekleri, Belediyeler, Şehircilik ve Kültür Bakanlıkları gibi kuruluşlardır. Ve elbette bir tarafında da fotoğrafçılar vardır.

Ömer Zafer GÖKTÜRK

Mart 2023

ANNELİK

Merhabalar, ben Derya Yazar. Güzel Sanatlar Uzmanı ve EFIAP onur unvanlı fotoğraf eğitmeniyim. Nevşehir’de yaşıyorum.

Bu ayın fotoğraf teması olan ANNELİK benim de içinde bulunduğum bir alan. Ben de bir erkek evlat sahibiyim. Çekeceğiniz fotoğraf herhangi bir portre değildir. Fotoğrafçı için en zor konulardan biriyle karşınızdayız. Dünyaya “evlat” denen bir eser meydana getirmek zor zanaattır yani ustalık ve hüner gerektirir. Anne çocuğun örnek aldığı rol model ve ilk öğretmendir. Onun vatana millete faydalı olmasını, tüm canlıları sevmesini, çevreye duyarlı olmasını ve dürüstlükten ödün vermemesini sağlayandır. Bunu yapabilmesi için de tüm bu özellikleri öncelikle kendi bünyesinde barındırmak zorundadır.

Sizlere kendi fotoğraf tarzımda ilgili bazı bilgiler paylaşmak istiyorum. Yansıttığım fotoğraflarda samimiyeti çok önemserim. Kurgu dahi olsa modellerin beni unuttuğu anda denklaşöre basararak onların doğal hallerini izleyiciyle buluşturmayı tercih ederim.

Çekmek istediğim konunun, ilk kez gördüğüm bir sokakta çekim yapacak olsam bile, mutlaka kadraj içindeki ışık açısını, arka planını, ufuk çizgisini, grafiğini, renklerini, dengesini, sadeliğini, kritik anını ve altın kesiminin uygunluğunu doğru kurgulamaya özen gösteririm. Konunun kompozisyonu ve ışığın açısı benim için netleştikten sonra, çoklu pozlama yöntemiyle art arda birçok versiyonu RAW formatında, manuel modda diyafram, enstantane ve ISO’ yu her kare için -1 stop koyu pozlarım.

Gezi fotoğrafları haricinde, çekmek istediğim konuyu önceden belirleyip detaylı bir araştırma yaparım. Sanat tarihinde bu konuyla ilgili eserleri incelerim. Konunun uzmanlarıyla fikir alışverişinde bulunur, yol haritası belirler ve bir liste çıkartırım. Modelleri ve mekânı belirlerim. Farklı açılardan mekânın ışığını en verimli nasıl kullanırım bunu cep telefonu ile ön izleme yaparak belirlerim. Konu dış mekânda ise reflektör, iç mekânda ise harici aydınlatma desteğinden faydalanırım. Genellikle tripod kullanırım.

Fotoğrafın çekim işlemi tamamlandıktan sonra photoshop programında aydınlık oda çalışmalarına başlarım. Çoklu çekimin tamamını Camera-RAW’da açıp en doğal olanı seçerek onu büyük bir titizlikle işlerim. Kullanıma hazır hale gelen fotoğrafları konularına göre ayrı ayrı dosyalarda muhafaza ederim.

Klişedir ama doğrudur; iyi fotoğraf çekebilmenin temelinde belli bir birikimin ışığında yapılan seçimler yatar. Fotoğraf güzelse bu fotoğrafçının başarısıdır. O fotoğrafçı doğru yerde, doğru anda, doğru kompozisyonla, sabırla, netlik ayarı ve pozlamasını doğru yapmış demektir.

Bana göre fotoğrafçının en önemli meziyeti ışığı tanıma ve görme yetisini geliştirmesidir. Okuduğu kitapları, izlediği filmleri istediği zaman fotoğraf olarak üretebilmesidir.

Fotoğraflarınızda, annelik duygusunu en doğal haliyle yansıtabilmesi için modelinizle çok iyi iletişim kurmalısınız. Tüm katılımcılardan buram buram sevgi kokan, ANNELİK fotoğraflarınızı bekliyoruz. Sağlıkla, sevgiyle bol fotoğraflı umutlu günler diliyorum.

Derya YAZAR ATASEVER

Mart 2023

KUZEYİN VENEDİK’İ STOCKHOLM

Dünyanın en güzel başkentlerinden biri olan Stockholm Avrupa’nın en büyük ve en iyi korunmuş Orta Çağ şehir merkezlerinden birinin etrafındaki 14 ada üzerine kurulmuş, Baltık Denizi kıyısında büyüleyici bir konuma sahiptir. Tatlı göl suyu ve tuzlu deniz suyunun buluştuğu takımadaların ortasında bulunan Stockholm mavi ve yeşilin göz kamaştırdığı doğal adaları, uçsuz bucaksız çam ormanları ve büyüleyici kuzey ışıkları ile hem İskandinav kültürünü hem de modern şehir hayatını aynı anda yaşatan eşsiz bir şehirdir.

Dünya Mutluluk Raporu (2019)’na göre dünyanın en mutlu 7.ülkesi olma unvanını taşıyan İsveç’in başkenti Stockholm’de kış aylarında sıcaklık -40°C ‘ye kadar düştüğünden ziyaret etmek için en uygun dönem Mart ve Ekim ayları arasıdır.

Stockholm denince aklınıza ilk “Stockholm Sendromu” geliyorsa şehir turunda rehberler tarafından da anlatılan hikayeden bahsetmeden geçmek olmaz: 23 Ağustos 1973 günü Stockholm’de soyguncular bir bankayı basarlar ve 4 banka görevlisini 6 gün boyunca 131 saat rehin alırlar. Soyguncular rehinelere iyi davranır aralarında iyi ilişkiler oluşur. Öyle ki polisin bankaya operasyon düzenleyeceğini fark eden rehineler soyguncuları uyarırlar, sonrasında soyguncular aleyhine ifade vermekten kaçındıkları gibi soyguncuların avukatlık ve savunma giderlerini karşılamak için aralarında para toplarlar. Günün gazeteleri bu olay üzerine “soyguncular bankadan para çalamadılar ama bazı insanların kalbini çaldılar” diye manşet atar. Hatta rehinelerden biri serbest kaldıktan sonra nişanlısını terk ederek, olay sırasında bankada ilgi duyduğu soyguncunun hapisten çıkmasını bekler ve onunla evlenir.

Stockholm’e yolunuz düşerse halkın oylarıyla şehrin en güzel binası seçilen Stockholm Belediye Binasını görmeden dönmeyin. Şehrin sembolü haline gelmiş Nobel Ödül Törenlerine ev sahipliği yapan binanın inşasına 1911 yılında başlanmış. Yapımında tamı tamına 8 milyon tuğla kullanılan bina 1923 yılında tamamlanmış. Bu anıtsal yapı Stockholm Kent Konseyinin toplantı mekanı olmaktan çok ülke için önemli sosyal olaylar, resepsiyonlar, ziyafetler için kullanılıyor.

Stockholm’ün 1252’de kurulduğu yer olan eski şehir Gamla Stan’ı, bugün hala aktif olarak kullanılan en büyük kraliyet saraylarından biri olan Kungliga Slottet’i, ülkenin dört bir yanından getirilmiş yaklaşık 150 tarihi İsveç evinden oluşan etkileyici bir koleksiyona sahip Skansen Açık Hava Müzesini, İskandinavya’nın en çok ziyaret edilen 1628’de ilk seferine başladıktan birkaç dakika sonra batan ve 1961 yılına kadar su altında kalan devasa savaş gemisinin sergilendiği Vasa Müzesini, dünyanın en iyi fotoğrafçılarının sergilerini bulabileceğiniz Fotografiska’yı da ziyaret etmeden dönmeyin ve tabi İsveç kurabiyesi fikayı tatmadan, İsveç köftesinin tadına varmadan…

İsveç köftesi demişken İsveç mutfağının en bilinen lezzetlerinden biri olan İsveç köftesinin aslında geleneksel bir Anadolu tarifi olduğunu biliyor muydunuz? İsveç ‘in resmi Twitter hesabı “Sweden. se”den yapılan bir paylaşımda, İsveç köftesinin aslında 18. yüzyılda Kral 12. Karl’ın Türkiye’den getirdiği tarife göre hazırlandığı ve yapıldığı yazıldı. Bu arada İsveç’in resmi twitter hesabı 2011 yılının Aralık ayından bu yana her hafta farklı bir İsveç vatandaşı tarafından yönetiliyor. Dünyada twitter kontrolünü ilk kez vatandaşlarına veren ülke olan İsveç farklı becerilerin tecrübelerin fikirlerin diğer insanlarla paylaşılmasını hedeflemiş.

Uppsala Üniversitesi Edebiyat Bölümü Araştırmacısı Annie Mattson, AA muhabirine yaptığı açıklamada Türkiye’de “Demirbaş Şarl” olarak tanınan İsveç Kralı 12. Karl’ın, Rusya’ya karşı mağlup olduğu bir savaşın ardından Osmanlı topraklarına sığınarak 5 yıla yakın Osmanlı topraklarında yaşadığını söyledi. Bu süre zarfında Karl, hem Osmanlı kültürünü hem de Osmanlı mutfağını tanıma şansı buldu. Daha sonra ülkesine geri dönerken yanında kahve ve köfte (köttbullar), lahana dolması (kaldomar) gibi yemeklerin tariflerini de götürerek bu lezzetlerin ün kazanmalarını sağladı. İsveççe ‘kalabaliken’ sözcüğünün kökeni de Türkçedir ve ‘kalabalık’ anlamına gelir. Ayrıca hayran kaldığı Türk gemilerinin birer çizimini yapıp ülkesine yollayan Karl, bu gemilerin birer örneğinin İsveç’te yapılmasını istemiş ve gemilere ‘Jarramaz (Yaramaz)’ ve ‘Jilderem (Yıldırım)’ isimlerini vermiştir.

Yaramaz ve Yıldırım, 1716 yılında suya indirilir, savaşlara katılır ve nice olaylara tanık olurlar. Yıldırım İngilizlerle yapılan Yedi Yıl Savaşları’nda batırılırken Yaramaz, uzun yıllar ülkeye hizmet eder. Bu geminin bir örneği 1944 yılından beri İsveç Kraliyet Deniz Müzesi iskelesinde demirli olarak sergilenmektedir. Yaramaz adlı gemi ayrıca Türk denizcilerine ait tekne geleneğinin de son örneğidir. Geminin Karl imzalı ilk çizimleri ise bugün hâlâ Stockholm Savaş Müzesi’nde sergilenmektedir.

Serpil K. DALGIN

Aralık 2022

KALE’NİN ALTIN ÇOCUKLARI
FOTOĞRAF ÖĞRENİYOR

FSK (Fotoğraf Sanatı Kurumu) Derneği olarak Gaziosmanpaşa Soroptimist Kulübü ile ortaklaşa yürüttüğümüz ve eğitmenliğini derneğimizin yönetim kurulu üyesi, aynı zamanda eğitim birimi sorumlusu olan Sayın Murat Berkyürek’in yaptığı, Kale civarında yaşayan çocuklar için fotoğraf eğitimi projemiz 5 Kasım 2022 tarihinde başladı. 8-12 yaş aralığındaki 13 çocuğumuz ile ilk buluşmamız yine aynı gün çocukları bize ulaştıran Sayın Erkan Kaptan’ın Kale bölgesindeki mekanında gerçekleşti. Öncelikle birbirimizi tanıdık ve eğitim süresince neler yapacağımızı konuştuk. Her biri birbirinden heyecanlı ve meraklıydı. Belki de ilk kez fotoğraf ile tanışacaklardı ama sordukları sorularla daha ilk günden bizleri kendilerine hayran bırakmayı başarmışlardı.

6 haftalık eğitim programımızın ilk haftasında çocuklarımıza öncelikle temel fotoğraf üzerine teorik eğitim verdik. Sonraki haftalarda ise her birine Compact fotoğraf makinesi vererek sahada uygulama eğitimlerine başladık. Kale civarındaki sokakları dolaşarak fotoğraf makinesi nasıl tutulur, fotoğraf çekerken nelere dikkat edilir, doğru fotoğraf nasıl çekilir, kompozisyon kuralları nelerdir vb. gibi konuları anlatarak çekimler yaptık. Neticede her biri çok iyi fotoğraflar üreterek başarılı oldular.

6 hafta nasıl geçti anlamadık, dolu dolu aynı zamanda da eğlenceli anlar yaşadık. Çocukların her biri başka alanlarda da gösterdikleri yeteneklerini bizlere sergileyerek eğitim boyunca yüzlerimizde kocaman birer gülümseme ve kalplerimize sıcacık bir sevgi bırakarak her ders sonrasında bizleri uğurladılar.

Eğitimimiz 25 Aralık 2022 tarihinde, yeni yılın da yaklaşması sebebiyle eğlenceli bir parti ile nihayete erdi. O gün, çocuklarımızın çekmiş olduğu fotoğrafların sunumu eşliğinde bolca alkışın ardından her çocuğumuza katılım ve başarı sertifikası verildi. Onların meraklı bekleyişine ve heyecanlarına şahit olmak hepimiz için ayrı bir heyecan ve mutluluktu.

Sonrasında Soroptimist Kulübü’nün değerli üyelerinin kendi el emekleriyle hazırlamış olduğu birbirinden lezzetli yiyeceklerle donatılmış bir masa karşıladı bizleri. Ardından pasta kesilip çocuklara hediyer dağıtıldı. Müzikli, eğlenceli ve keyifli bir günden arda kalan, orada bulunan herkesin yüreğine dokunan 13 çocuğun gözlerindeki sevgi dolu ışıltı ve onların gurur verici başarısı oldu. Kendi deyimleriyle, Kale’nin Altın Çocukları’ nı tanımaktan ve onlara fotoğraf anlamında sağladığımız katkıdan dolayı derneğimiz adına mutluyuz. Onların da kalplerinde yeşeren fotoğraf sevgisinin devamı için her zaman destek olacağımızın da sözündeyiz.

Bu proje kapsamında; derneğimiz başkanı Sayın Sevgi Köylü Haliloğlu’na, GOP Soroptimist Kulübü başkanı Sayın Filiz İpek’e, Soroptimist Federasyonu Toplum Eğitim Merkezi başkanı Sayın Şule Çınar’a, eğitmenimiz Sayın Murat Berkyürek’ e, çocuklarımızın eğitim giderlerini karşılamak üzere açılan sergide fotoğraflarıyla yer alan derneğimiz üyelerine, her hafta çocuklarımız için kahvaltı hazırlayan emekçi Soroptimist Kulübü çalışanlarına ve üyelerine, gönüllü olarak çalışmalarımıza katkı sağlayan tüm fotoğraf dostlarına ve çocuklara ulaşmamıza vesile olan Erkan Kaptan’ a sonsuz teşekkürlerimizle…

Seda Felekoğlu

Aralık 2022