Kentsel dönüşüm sonucu yıkılan eski yapıların yerine yapılan yeni binaların her birinin kapıları birbirinin aynısı gibi görünmektedir. Adı modern fakat estetikten yoksun kapılara baktığınızda, size anlatacak bir hikayesi yok gibidir.
Kentsel dönüşüme girmeyen günümüze kadar gelen ahşap evlerimizin her bir kapısı ayrı yapıdadır ve ustasının estetik zevkini yansıtmaktadır.
Tahtayı zımparalarken sevdiğini düşünen çırağın söylediği yanık türküler kapının ahşabında yanık izler bırakmış gibidir. Öyle olmasaydı, o kapılar bugün bile hala aynı hayranlıkla resmedilir, fotoğraflanır mıydı?
Özellikle çiçek saksıları olan kapılarda duyguları ve sevgileri daha çok görebiliriz. Kapı önlerinde çiçeklerin olması doğa ile aramızdaki bir bağdır.
O kapılar ki çoğunun zili yoktu, olması da gerekmezdi. Parmağın bükülerek kapı tokmağına veya ahşaba üç kere vurulmasıyla oluşan sese, hayırdır inşallah fısıldaması ile karşılık verilerek, gelen kişinin hayırla gelmesinin temenni edildiği kapılardır.
Kapılar kolaj, Fatma Gökmen
Okuldan eve gelen evin küçüğünün, kapının bir an önce açılmasını sağlamak maksadıyla avucunun içi ile hızlı hızlı vurulduğu kapılar, bu kapılardır.
Komşunun, kapıyı birkaç kez normal tıklaması ile sesini duyuramadığı ev sahibine, “ne oldu, niye açmıyor?” anlamına gelen yumruklarla dövüldüğü kapılar da bunlardır.
Değil cep telefonunun olmadığı, sabit telefonun bile mahallede sayılı birkaç evde olduğu dönemlerde, bir haber üç gün, beş gün geç de gelse, hep bu kapıların önünde alınırdı.
Kapıyı açtığınızda çocuğunuzun üniversiteyi kazandığına dair belgeyi getiren postacı da başka şehirde okuyan çocuğunuzun mektubunu getiren postacı da bu kapıların önünde karşılanırdı.
Sosyal medya çağında kafamızı gömdüğümüz 5-10 santimetrelik camdan başımızı kaldırarak bu kapıları görmeye çalışsak bile şehirleşme adına betona gömülen şehirlerimizde bu kapılardan ne kadar kaldı ki?
Toplumsal cinsiyet (gender) kavramını literatürde ilk kullanan 50li yıllarda, John Money’dir. 1972 yılında yayımlanan “Sex, Gender and Society” kitabında Ann Oakley, cinsiyeti, biyolojik (erkek/kadın) ve toplumsal cinsiyet (erkeklik ile kadınlık arasındaki toplumsal bakımdan eşitsiz bölünme) şeklinde ele almaktadır. 70’ler itibariyle toplumsal cinsiyet (gender) kavramı daha net bir şekilde feminist hareket ile kullanılmaya başlanır.
Toplumsal cinsiyet, erkek egemen sistemin kadınlar üzerinden yürüttükleri bir politikadır. Bunu ilk duyduğumuzda, kulağa oldukça sert gelebilir. Bu durumu pek çok örnekle sizlere anlatmam mümkün;
Kadın bedeni üzerindeki kapitalist hegemonya (benzer bir durum erkekler için de tartışılabilir)
Medya üzerinden yürütülen kadını ezme ve ikinci sınıf gösterme politikası
Kadın cinayetleri
Kadına yönelik; iş yerinde, evde, toplumun her notasında görülebilen fiziki ve psikolojik şiddet
Taciz ve tecavüzler
Bu üstte bahsettiğimiz ve daha da fazlasını içeren pek çok gerekçe, bugün kadının hakkettiği eşit değeri görebilmesi ve görünür olması için konuşmamız, tartışmamız gereken başlıklar.
Fotoğraf: Ayça KARAOĞLAN
Elbette bu ve benzer baskılar sadece kadınların başına gelmiyor dediğinizi duyar gibiyim. Kadın, çocuk, hayvan ve doğanın geri kalanı erkek egemen yapıda baskı ve denetim altında bilinçli bir şekilde ezilmektedir. Erkek egemen sistemde, erkekler de farklı baskılara maruz kalmaktadır. Kadın/Erkek derken bile bir ayrımcılığa ve eşitsizliğe sebep oluyoruz.
Doğurgan olana karşı yürütülen ikinci sınıf muamele, tarihsel anlamda kentleşme, endüstriyel devrim ve kapitalizm ile günümüze taşınıyor.
Toplum, kendi içinde ayrışmaya en küçük biriminde başlıyor. Çocuklara doğdukları an itibariyle toplumsal bölünme ve eşitsizlik üzerinden bilinçsizce yüklenen sorumluluklar var. Kız çocukları, evinin kadını olması, evlenip çocuk sahibi olması, evine, çocuğuna, eşine bakması için büyütülüyor ve telkin ediliyor. Türk toplumunda, tüm kadınların bilinç altında bu mesajlar kazılıdır. Çünkü “kadın evde, erkek dışarıda çalışır” fikri sistematik olarak her kanaldan bireylere işlenir.
Ahlak ve namus nedense kadına yapıştırılmış yaftalardır. Topluma mal olmuş sözlerin, küfürlerin temelinde bile kadını aşağılamak vardır. Burada doğurgan olanın tehlikeli olması ya da korunması gerektiği fikri temelinden hareket edildiğini düşünüyorum.
Kadınların cinayet haberlerinden daha farklı şekillerde toplumda görünür olması, eşitsizliği her birey için ortadan kaldırmak çabası ile çalışmalıyız. Bunu dünyanın geleceği, çocuklarımızın geleceği ve zihinsel olarak sağlıklı nesiller yetiştirmek için yapmalıyız.
Günümüzde, kendi parasını kazanıp, ayakları üzerinde duran nice başarılı kadın var. Her kadının, toplum içinde diğer bireyler ile eşit hak ve görünürlüğe sahip olması bir insanlık hakkıdır. Zira toplumsal cinsiyet eşitliği bir insan hakları sorunudur.
Toplum kadına gerekli hakları verip, okumasına, kendini geliştirip bir iş sahibi olmasına ön ayak olmalıdır. Sonraki nesillerin yetişmesinde kadınların payının yadsınamaz olduğunu kabullenmek gerekir, cinsiyet fark etmeksizin.
Cinsiyet bölücü bir kavramdır. Arı Kovanı ise bir başkaldırıdır.
Altı hafta birlikte çalıştığımız tüm arkadaşlarıma teşekkür ederim. Böylesine hassas ve toplumsal anlamda kanayan bir yaraya birlikte sanatsal olarak yaklaştık. Amacımız ortaya çıkacak fotoğrafların ve fikirlerin toplumun her kesimine basit ve anlaşılır bir dille ulaşması.
8 Mart 2022 Saat 19:00’da TFSF Sanat Galerisinde sergimizi ziyaret edip, fotoğraflarla verdiğimiz mesajları bizlerle birlikte okumanız dileğiyle.
“Sokak Seni Çağırıyor!” mottosu ile yola çıkıp ilkini gerçekleştirdiğimiz etkinlikte, FSK’ nın 28 yıllık tecrübesini de arkamıza alarak, Ankara’nın sokaklarında yürüyüp fotoğraf çekmenin keyfini hep birlikte yaşadık. Öğlen saatlerinde Gençlik Parkının karşısında Melike Hatun Camii’ nin önünde toplandık, şansımızdan hava da yürüyüş için çok güzeldi. Pandemide evlerine kapanmaktan sıkılan, yaklaşık 50 kişilik bir fotoğraf sever toplulukla hep birlikte Yahudi Mahallesine doğru yürüdük. Fotoğraf makineli böyle kalabalık bir topluluk Ulus sokaklarında bir hayli de ilgi çekti aslında.
Yahudi Mahallesi adını, bu mahallede yaşamış Ankaralı Yahudi topluluğundan alıyor, şu an mahallede hiçbir Yahudi yaşamıyor olmasına rağmen, zaten günümüzde Ankara’ da yaşayan toplam 30 tane Yahudi olduğu söyleniyor, bir zamanlar bu sokaklarda Müslüman halk ile birlikte barış ve huzur içinde yaşadıklarını mahalleye girdiğinizde hissedebiliyorsunuz. Mahallede hala aktif olarak kullanılan bir Sinagog bulunuyor. Günümüzde mahallenin ismi İstiklal Mahallesi olsa da, Ankaralılar tarafından hala Yahudi Mahallesi olarak anılıyor.
Ankara’ da Yahudilerin izleri M.Ö. 1. Yy. a kadar gitmekle birlikte, 1492’ de İspanya’ dan 1497’ de de Portekiz’ den Osmanlı’ya göç eden Seferad Yahudilerinin bu bölgeye yerleşmesi ile mahalle Yahudi mahallesi olarak anılmaya başlamıştır. Mahalledeki evler bakımsız ve yıkılmaya yüz tutmuş durumda olsa da o eski mahalle dokusunu koruyabilmiş nadir yerlerden biridir. Tipik eski mimarinin görüldüğü en önemli sokak Sinagogun da yer aldığı Birlik Sokak’ tır. İtalyan bir mimar tarafından yapıldığı söylenen Sinagogun tam karşısında yer alan iki ev Hayim Albukrek Evi ve Araf Evi oldukça ilgi çekicidir. Gezerken gördüğümüz bu evlerden bir tanesinin restorasyonu tamamlanmış, diğeri de restore edilmeyi bekliyor. Restorasyonun çok başarılı olduğunu söyleyemiyor olmakla birlikte bu güzel evlerin yıkılmadan kurtarılması adına önemli bir gelişme olduğunu düşünüyorum.
Çocukluğunda bu mahallede yaşan Yahudi vatandaşlarımızın söylediğine göre bu mahallede yaşayan Yahudiler 1939’ da 1. Dünya Savaşı ile bütün dünyada yayılan Anti-Seminizmden hiçbir zaman etkilenmemişler. Bu mahallede Müslüman Türk halkı ile birlikte sorunsuz bir şekilde yaşamışlar. Mahallenin bu özelliğinin de ayrı bir değere sahip olduğunu düşünüyorum.
Mahalleye kadar gelmişken engelleri aşan ressam Muhammed Yalçın’ ın evine de uğramadan dönemezdik tabi. Kendine özgü renkli tarzı ile zihinsel engeline rağmen bütün evini rengarenk boyayan takdire şayan sıra dışı bir insan Muhammed. Muhammed ve ailesi tüm misafirperverlikleri ile bizi de evlerinde misafir ettiler. Grubumuza çok güzel fotoğraflar çekme fırsatını verdiler. Zaten mahallede model bulmakta hiç zorlanmadık. Çocuklar, kadınlar, sokak satıcıları hepsi bize seve seve modellik yaptılar.
Günün sonunda tatlı bir yorgunluk olsa da ilkini gerçekleştirdiğimiz ve her ay yapmayı planladığımız “Sokak Seni Çağırıyor” etkinliğimizi bence amacına ulaşmış bir şekilde ve keyifle tamamladık. Bizimle birlikte bu etkinliğe katılan herkese ve Yahudi Mahallesi sakinlerine çok teşekkür ediyoruz.
Jeff Wall, 29 Eylül 1946 yılında Kanada, Vancouver’da doğdu.1964-1970 yıllarında lisans ve yüksek lisansını British Columbia Üniversitesi, Sanat Tarihi Bölümü’nde tamamladı. Bir medya teorisyeni olarak sosyolojik, felsefi ve estetik metinleri incelediği dersler verdi. Düsseldorf Sanatları Akademisi’nde de çalışan Wall, 1999’da emekli olana kadar British Columbia Üniversitesi’nde profesörlük yaptı. Fotoğrafçılık kariyerinin yanı sıra sanat üzerine teorik metinleri olan bir akademisyendir.
1970’lerin sonlarından beri Wall sinema ve reklamın gösterim yöntemlerinden ve sanat tarihi birikiminden faydalanarak büyük ölçekli fotoğraflar oluşturdu. Resim, fotoğraf ve sinema estetiğini birleştirdi ve belgesele yakın kurmaca fotoğraflar üretti.
Wall’un imzası niteliğini taşıyan ışık kutularıyla sergileme tekniğinin sinema perdesini hatırlatan bir görünümü vardır. Işık kutuları sokak reklamcılığı için kullanılan bir çerçevedir. Bu sayede Wall hem sokağın ruhunu sanatı ile birleştirmiş hem de beyaz perdede izlediğimiz bir film sahnesini andıran görselleriyle sinematografik bir ekti yakalamıştır.
Fotoğraflarında aradığı görsel etkiyi yakalamak için her detayı incelikli bir şekilde tasarlar. Ön hazırlık aşamasında mekanın kurgulanması, kostümlerin belirlenmesi, oyuncuların seçimi, ışık, dekor gibi bir film sahnesi için gerekli hazırlıklara benzer çoğu aşamayı tasarlar ve bir set kurar. Fotoğrafların son hali genellikle samimi ve kendiliğinden gelişmiş bir an gibi görünse de bütün süreç uzun uğraşlar sonucu elde edilmiş ve oldukça zaman alan işlerdir.
Konularının çoğu, sanatçının kendi hayatında tanık olduğu, okuduğu veya duyduğu anlardan gelir. Ancak, bu anları tam olarak kopyalamaktan ziyade, bu sahneleri bir olayın ortasında donmuş anlar olarak görüp tasvir ettiği gibi, görsel ve fiziksel unsurları değiştirerek kendi beğenisini çeken yönleriyle yeniden yaratır. Fotoğraflarıyla Wall, sanatın estetikten uzak, her günkü görsel ve anlatı şeklini ortaya çıkarırken, gündelik görüntüleri fotoğraf alanına katar. (Tuncer,2019, s.20)
Wall fotoğraflarında sokak fotoğrafçılığının anı yakalama ruhunu yansıtır. Fotoğraflarındaki kompozisyonları sanat tarihinin anıtsal tablolarından ilhamla düzenler ve işlerinin arka planında referans aldığı resimlere gönderme yapar. Birçok fotoğrafı sanat tarihinden uyarlamadır ancak düzenlemeyi kendi hatıralarındaki imgeleri kullanarak yapar. Bu durum uyarlama tabloyu değil Wall’ın imgesini ön plana çıkartmayı sağlar.
Wall gerçekliğin kopyasını ortaya koymak amacıyla sanatsal sahnelerini kurguladığı görsellerini tanımlamak için ‘neredeyse belgesel’ terimini kullanmayı öne sürer. Sanatçının bu alandaki eserleri, sahnelenen fotoğrafın nasıl dönüştüğünü; sanatçıların izleyicilerini etkilemek için nasıl yeni keşifleri sürdürdüklerini bizlere gösterir. (Tuncer,2019, s.70)
Fotoğraf ile hikaye anlatmakta akla gelen ilk isimlerden biri Jeff Wall’dur. Büyük uğraşlar sonucu kurguladığı fotoğrafları bize gündelik hayatın içinden karşılaşabileceğimiz bir kare hissini uyandırır. Oyuncular genellikle hareket halindeyken fotoğrafa yakalanmışlar gibi görünür, yüzlerindeki mikro mimikler, tavır ve davranışları bize olay hakkında ipuçları verir. Bu sayede izleyici kolaylıkla fotoğrafın gerçekçiliğine ikna olur ve hikayeyi kendi içinde tahmin yürüterek düşünmeye başlar.
Wall, ‘gerçekliği temsil etmek’ yerine gerçekliği tam da kurguyu işin içine katarak ‘yeniden kurmakta’, ‘yeniden inşa etmek’tedir. Gerçekliğin yeniden kurulması sadece kurgusal gerçeklik olarak inşa edilmesiyle olanaklıdır. Gerçekliği ‘ayraç içine alan’ Wall, gerçekliğe ilişkin kendi deneyimini yeniden inşa eder. Her yeniden inşa kuşkusuz ancak kurgusallık ile ilişkili olabilir. Diğer taraftan kurgusallık ile olanaklı her yeni inşa ancak ve ancak gerçekliğin yeniden kurulmasıdır. (Mocan, 2017, s.61)
jeff wall, dead troops talk, 1992jeff wall, mimic,1982jeff wall, passerby, 1996Jeff Wall – A Sudden Gust of Wind (after Hokusai), 1993Jeff Wall, A View from an Apartment
Antoine D’agata
“Önemli olan bir fotoğrafçının dünyaya nasıl baktığı değil, onunla olan yakın ilişkisidir.”
Antoine d’Agata, 1961’de Marsilya’da doğdu. 1983’te Fransa’dan ayrıldı ve çeşitli ülkelere yolculuk yaptı. 1990 yılında New York da Larry Clark ve Nan Goldin’den dersler aldı ve onların fotoğraf üslubundan etkilendi.
1991-92 yıllarında New York’ta bulunduğu süre içerisinde Magnum’un yazı işleri bölümünde stajyer olarak çalışan d’Agata, ABD’deki deneyimlerine ve eğitimine rağmen 1993’te Fransa’ya döndükten sonra dört yıllık bir eğitim aldı. İlk fotoğraf kitapları De Mala Muerte ve Mala Noche 1998’de yayınlandı ve ertesi yıl Galerie Vu çalışmalarını dağıtmaya başladı. 2001’de Memleketi’ni yayınladı ve genç fotoğrafçılar için Niépce Ödülü’nü kazandı. Düzenli olarak yayın yapmaya devam etti: Eylül ayında Paris’te açılan 1001 Nuits sergisine eşlik eden Vortex ve Insomnia 2003’te çıktı; Stigma 2004 yılında yayınlandı ve Manifeste2005 yılında.
Antoine d’Agat. Tijuana,Meksika. 2000.
D’Agata fotoğraflarında bireysel gerçekliği yakalar. Kendi gerçekliği üzerinden dünyayı anlama ve anlamlandırma çabasını sunar izleyiciye. O fotoğrafladığı dünyanın bir parçasıdır ve bize hayatından parçaları tüm çıplaklığı ile ortaya koyar. Fotoğrafları bilinç dışının bir ürünüdür.
“Çekeceğim şeyi önceden belirlemekten kaçınmaya çalışıyorum. En azından elimden geldiğince bilinçsiz davranmaya çalışıyorum. Ve sonunda fotoğraflarımın konusu seks, ölüm gibi varoluşun en temel meselelerinden oluşuyor.” (Öztürk, 2003, s. 35).
Bağımlılık, alkol, uyuşturucu, sex ve fahişlerle dolu fotoğraflarını madde kullanarak, en yüksek zevke ulaştığı ve bilinçsizlik halini yaşadığı anlarda çeker.
Antoine d’Agata, Insomnia, İstanbul 2003
D’Agata’nın fotoğrafları çoğunlukla amorf görüntülerdir; yüksek kontrastlı, odak dışı bulanıklıklar ve şekilsizleşen bedenler; ancak bunun nedeni bilinçli olarak uygulanan bir deformasyon değil; içinde bulunduğu bilinçli olmama halinin yarattığı koşullardır. Teknik unsurları göz ardı ederek; fotografik görünen anları önemsemeden, sadece yaşadığı deneyim anının, başka bir deyişle o anki durumun, onun normal olma durumunun fotoğraf makinesiyle kaydedilmesidir.(Akkaya, 2015, s.333)
Antoine d’Agata, Las Palmas, Kanarya Adaları 2004
D’Agata’nın fotoğrafları klasik belgesele daha yakın duran bir anlatım içerir. Ancak Magnum’da geçirdiği süre boyunca tipik bir fotojurnalist olmak istemediğini fark ederek; kendi yolunu bulmanın önemini keşfeder. Kolay anlaşılabilir semboller aracılığıyla mesaj veren klasik belgesel fotoğrafın aksine; kendi bulunduğu durumu içerden aktaran bir fotoğrafçı olmayı seçen D’Agata, var oluşunun içsel anlamını dışa vuran deneyimlerle, dar bir bakış açısı bile olsa, dünyayı kendi gördüğü şekliyle fotoğraflarına yansıtmayı tercih eder.(Akkaya, 2015, s.329)
Antoine d’Agata, Bangkok, Tayland 2007Antoine d’Agata, Phnom Penh, Kamboçya 2008
KAYNAKÇA
Akkaya, Şahinde. Mahremiyet, Melankoli ve İktidar Bağlamında Antoine D’Agata. Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Kültürel Çalışmalar Dergisi. 2015, 2(1): 315-337
Tuncer, Selin. Jeff Wall: Sanat Tarihi Referanslı Çağdaş Uyarlamalar. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul Teknik Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Mocan, Ahmet Can. (2017). Jeff Wall Fotoğraflarında Gerçekçilik ve Kurgusallık İlişkisi Üzerine Bir İnceleme, Yüksek Lisans Derecesi, Işık Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Öztürk, R.(2003). D’Agata’nın Gece Notları. Geniş Açı Fotoğraf Sanatı Dergisi. Sayı: 27.
Her yıl mart ayı gelip de takvimler ayın 8’ini gösterdiğinde, dünyada ve ülkemizde pek çok etkinlikte kadınların daha çok söz sahibi olmasına yönelik çalışmalar yapılıyor. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne özel olarak FSK’da “Ayın Fotoğrafı” etkinliğinin konusunu “Kadın” olarak belirledi. Bu vesile ile bir kadın fotoğrafçı olarak, ayın fotoğrafı etkinliğinin değerlendiricisi olmam ve aylık bülten için bugüne özel bir yazı kaleme almam istendi. Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonunun sadece kadın fotoğrafçıların katılımına açık bir fotoğraf sergisi planlaması, fotoğraf camiasının kadına yönelik bir başka etkinliği olarak da dikkat çekiyor.
Kadın, Gülcan ACAR
Senede bir gün de olsa, her yıl 8 Mart günü kadınlar tüm dünyaya seslerini duyurmaya ve sorunlarını anlatmaya çalışıyor. Haklarını aramak üzere bir araya gelen kadınlar, sokakları dolduruyor, yürüyüşler düzenliyor. Toplantılarda, etkinliklerde, televizyon programlarında kadınlar konuk oluyor; kadının aile yaşamı, iş yaşamı ve toplum içindeki rolünün önemi bir kez daha gözler önüne seriliyor. İş yerlerinde karanfiller dağıtılıyor, hediyeler alınıp veriliyor, eğlenceler düzenleniyor, kutlamalar yapılıyor. Ancak bu kutlamalar, arası kapatılamayan toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin gölgesinde mutsuzluğa ve umutsuzluğa dönüşüyor. Her ne kadar kadınlar mücadeleden vazgeçmese de kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz, cinayet ve sömürü her geçen yıl artan sayıda sürüyor. İster mavi yakalı, ister beyaz yakalı olsun; ister özel sektör çalışanı, ister devlet memuru olsun kadın, erkek çalışana göre daha katmerli bir ayrımcılığa maruz kalıyor. En kötüsü de başına gelen her kötü olayın sorumlusu olarak yine kendisinin gösterildiği acımasız bir eleştirinin de kurbanı oluyor. Şiddet ve taciz hasır altı edilirken, buna çanak tutan cinsiyetçi politikalar siyaset kürsülerinden açık açık seslendiriliyor. Belki de aynı politik etkenlerle kadın; eğitim, sağlık, yargı, akademi gibi alanların alt kademelerinde cinsiyet eşitliğine yakın düzeylerde var olmasına rağmen, karar mekanizmalarında yok denecek kadar az sayıda yer alıyor. Pek çok kişiye ulaşan bu bültenimiz aracılığı ile sormak isterim; sizce sanat alanında durum farklı mı? Çoğu alana göre nispeten daha seçkin bir zevkin sahibi sanat dünyasında, bir kadın ve erkek sanatçı arasında toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin izlerini görebilir miyiz? Kadın her şeyden önce bir kadın iken, sanata, yüksek zevklere, ancak kadınlık görevlerinden arta kalan vakitlerinde zaman ayırabiliyorken sizce bu eşitsizliğin doğmaması mümkün mü?
Kadın, Gülcan ACAR
İki yılı aşkın bir süredir dünyaya musallat olan pandemi ile evlere kapandığımız süreç, ekonomide yaşanan sıkıntıların yanı sıra kadının emeği ve bedenine yönelik sömürüyü artıran bir fırsat haline geldi. İstihdamdan ilk önce kadınlar kopartıldı; sosyal yaşamdan, üretimden uzaklaşarak güvensiz ev içlerinde şiddetle baş başa bırakıldı. Böyle bir toplumda, kadın ve sanatın buluşmasının kadınlar için çok önemli bir sığınak olduğunu düşünüyorum.
Kadın, Gülcan ACAR
Son yıllarda yaşanan doğal afetler ve özelikle de pandemi hayatın anlamını sorgulatıp yaşam önceliklerini değiştirdi. Gelişen teknoloji insan hayatına, alışkanlıklarına, yaşama biçimine, kültürüne yönelik köklü değişiklikler yarattı. Bütün bu değişim ve gelişmelerden kadın kendine düşen payı alsa da aile içerisindeki yerini ve toplumdaki nüfuzunu daha güçlü hale getirecek ne toplumsal ne de hukuki desteği bulabiliyor. Unutulmamalıdır ki kadının toplumsal yapının bütün kademelerine ve unsurlarına tam ve eşit olarak katılımı, temel bir insan hakkıdır. Gelişmiş, çağdaş ve refah içinde bir toplum yaratmanın önde gelen koşulu da toplumsal cinsiyet eşitliğidir. Bu nedenle bu meseleyi sadece kadın hakkı olarak değil, toplumun huzur ve refahını etkileyen bir hak ve demokrasi mücadelesi olarak görmek yerinde olacaktır. Bu mücadelede kadının hayatına sanatı daha çok dâhil edecek çalışmalar da yapmalıyız.
FSK’da gerçekleştirilecek ayın fotoğrafı etkinliği vesilesi ile direnen, üreten, inadına yaşam, inadına aşk diyen, ana olan, kardeş olan, yar olan ve aslında insan olan kadının kocaman dünyası, bakalım fotoğraf karelerinde nasıl dile gelecek…
Cındy SHERMAN’ın “Untıtled Fılm Stılls Serıes” Adlı Kurgusal Fotoğraflarına “Male Gaze” Erkek Bakışı Değerlendirme ve Sosyolojik, Psikolojik Açıdan Eleştirisi
Cindy Sherman (Foto.1), 1954 doğumlu Amerikalı bir fotoğrafçı, film yönetmeni ve modeldir. Fotoğrafları, feminist literatürde birçok makale ve incelemeye konu olmuş, özellikle self portrait oto portrelerinde değişik kimliklere bürünmesiyle feminist fotoğrafçılığın parçası sayılmıştır. Ancak Sherman hiçbir zaman sanatına dair net ve belirgin açıklamalarda bulunmamıştır. Politik yorumlardan uzak kalmıştır. Bu da, hali hazırda ilgi çekici olan sanatını daha da ilgi çekici hale getirmiştir. Cindy Sherman sanatı ve kendi hakkında şu ifadeleri kullanmıştır:
“Eserlerimde anonim hissediyorum. Fotoğraflara baktığımda kendimi görmüyorum, onlar otoportre değiller. Kimi zaman ben yok oluyorum”.
“Ben otoportre çekmiyorum, her zaman fotoğraflarda kendimden olabildiğince uzaklaşmaya çalışıyorum” (cindysherman.com).
2.“Untıtled Fılm Stılls Serıes” Fotoğrafları
Cindy Sherman, 1970’lerin sonunda yaşadığı New York şehrinde, İsimsiz Film Kareleri (Untitled Film Stills) isimli bir dizi küçük, 8”x10”cm boyutlarında, siyah beyaz negatif filmlerle analog olarak çekmiştir.
Bu serinin çekimlerini 1970 -1980 yılları arasında tamamlamıştır. Fotoğraflarında iğrençliğe, korku ve şiddet ögelerine yer vermiştir. Çürümüş yemekler, kusmuklar, aybaşı kanamalarını kullanmış ve isimlendirme yapmayarak kalıpsal bakışla bakılmasının önüne geçmek istemiştir. Görünenin dışında “Untitled Film Stills Series” adlı tek isim altında New York Modern Sanatlar Müzesinde sergilemiştir. Eserleri milyonlarca dolara satılmıştır (cindysherman.com).
3. Kurgusal Fotoğraf
Rastlantısal olmayan tasarlanarak bir fikir ve düşünceye göre tasarlanıp planlanarak oluşturulan ve çekilen fotoğraf türüdür. Kendiliğinden ya da doğal yollar ile olmayan, insan eliyle belirli bir plan çerçevesinde oluşturacak biçimde düzenlenmiş olan anlamlı bütündür. Kurgusal da kurgu yolu ile oluşturulmuş anlamına gelmektedir (Freeland, 2008).
4. Male Gaze Erkek Bakışı
Laura Mulvey 1975’te “Male Gaze” “Erkek Bakışı” kavramını öne sürdü. Erkek bakışı, heteroseksüel erkeğin seyirci olduğunu baz alarak film ve görsel medya üretme ve genellikle kadını objeleştirme eğilimidir (Antmen, 2008: 31-50).
Mulvey’e göre kadınlar, sinemada heteroseksüel erkeklere görsel zevk vermek üzere kullanılıyordu ve cinsel obje haline getiriliyordu. Böylece erkekler daha aktif rollere sahipken ve özne haline bürünüyorken, kadınlar daha pasif rollere sahip oluyor ve bakılan bir nesne veya obje olarak kalıyor (Mulvey, 2008: 290-296).
Ayna yardımıyla kendini ve bedenini kullanıyor. Fotoğraflarında iğrençliğe, korku ve şiddet ögelerine yer veriyor. Çürümüş yemekler, kusmuklar, aybaşı kanamaları ve fotoğraf sanatını kullanarak feminenliğin değişken olduğunu gösteriyor. Sherman aynı zamanda cinsiyet kimliğiyle de oynuyor (Foto.2) (Özüdoğru, 2010: 116).
Sherman; fotoğraflarında kostümler, peruklar, değişik makyaj şekilleriyle farklı kişilere bürünüyor Sherman kendi oto portrelerinde hem özne hem de nesne oluyor ve nasıl bir nesne olduğu üzerinde kendi kontrolünü sağlıyor. Fotoğraflarına bakarak, Sherman’ın bu erkek bakışına meydan okuduğunu söyleyebiliriz. Çünkü her fotoğrafta kendini başka bir kılığa sokarak başka bir durumun içinde resmetmektedir. İzleyici herhangi bir fotoğrafa bakar gibi bu temsile yaklaştığında oradakinin sanatçının kendisi olduğunu fark etmekte, sanatçının bir kadın olarak kendisi için inşa ettiği bir imgeyi izlediğini anlamaktadır.
Görüntü, ona bakanın anlamlandırma dinamiklerini sorgulamaya başlamasına neden olur. İsimsiz Film Kareleri’nde öne çıkan başka bir öğe kadının kompozisyonlarda yalnız kalmasıdır. Sherman tek karelik kurduğu anlatılarda karakterini yalnız bırakır. Bu da bizi kadının incinebilirliğine götürür. Serideki birçok fotoğrafta da dış mekânlardaki kadınlar şaşkın, bir şeylerden korkar gibidirler. İzleyici için Sherman benzer anlatılar içinde fotoğrafların anlatısını açık bırakıyor ve kullandığı tekniklerde kompozisyonlarda olay olmamış ama olacak hissi vermekte ve izleyici de bu şekilde fotoğraf içine çekilerek bir dinamik süreci işletiyor (Direk, 2000: 133-158).
Sherman’ın İsimsiz Film Kareleri’nde durmadan bize gösterdiği de düşünsel inşa sürecidir. Her fotoğrafta kendini başka bir kılığa sokarak başka bir durumun içinde resmetmektedir. İzleyici herhangi bir fotoğrafa bakar gibi bu temsile yaklaştığında oradakinin sanatçının kendisi olduğunu fark etmekte, sanatçının bir kadın olarak kendisi için inşa ettiği bir imgeyi izlediğini anlamaktadır. Sherman “Untitled Film Stills Series” fotoğraflarında kendi portrelerini kullanarak “Male Gaze Erkek Bakışı”nı yaratıcı bir şekilde feminen bir bakışla eleştiriyor fikirsel bir söylemin nesnesi ve objesi oluyor. Cindy Sherman fotoğraflarında açığa çıktığı üzere sanatın konusunu, sanatın kadını temsil etme biçimlerini parodileştirip yeniden üreterek alternatifler sunmaktadır.
Sanatını kimin nasıl isterse o şekilde yorumlayabileceğini söyler. Benim sanatına ve eserlerine eleştirel yaklaşımım bu çalışmaları ile Sherman’ın kadınlık sorunundan uzaklaştığını ve ‘evrensel bir insan deneyimine’ yöneldiğini düşünüyorum. Cindy Sherman’ın Untitled Film Stills ‘ini yine klasik bir feminist yorumla incelemeye çalıştığım zaman okumalarıma ve eserlerine bakarak değerlendirdiğimde eserlerdeki fenomenolojisi, bakışın erkekler tarafından kullanıldığını ve kadının da bu bakışının arzusunun nesnesi durumunda kaldığını düşünüyorum.
7. İleri Araştırma Konusu Olarak Öneriler
Sherman fotoğrafla yaptığı düşündürücü sorgulamaları ve tarzı bir makaleye konu olmuştur. Yeni bir araştırma konusu olarak Studium ve Punchtum olarak araştırılıp değerlendirmesi yapılabilir.
8. Sonuç
Bir adım olarak Sherman, bedenin sistemin kendisince bir yüzey olarak ele alındığı modaya yönelmiş; çalışmalarında deforme olmuş, grotesk bedenleri tercih etmiştir. Kanımca, böylece moda söylemleri çerçevesinde inşa edilen beden-yüzeyin git gide ‘canavar’laştığını göstermiştir. Bu çalışmada ele alınan son serisinde ise modern dünya içinde hareket etmek için sürekli görmezden geldiğimiz bedenin iç yüzünü konu edinmiştir. Bu son seri diğer çalışmaların da filozofik temelleri olarak değerlendirebilir. Şunu belirtmek gerekir ki, Sherman çalışmalarını her ne kadar feminist bir kategori içine koymasa da feminist bir perspektifle bakıldıklarında feminist kuram için oldukça elverişli okuma alanları ortaya çıkarmaktadırlar. Bunu da post modern sanatın bir özelliği olarak vurgulamak gerekir.
Yunus TOPAL
Öğr. Görevlisi
KAYNAKÇA
Antmen, Ahu, Önsöz, Sanat Cinsiyet, Haz. Ahu Antmen, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008.
Antmen, Ahu, 20. Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2002.
Direk, Zeynep, Cindy Sherman, Defter, sayı 39, Metis Yayınları, İstanbul, 2000:133- 158.
Freeland, Cynthia, Sanat Kuramı, çev. Fisun Demir, Dost Kitabevi, Ankara, 2008.
Mulvey, Laura, Görsel Zevk ve Anlatı Sineması, Sanat Cinsiyet, haz. Ahu Antmen, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008.
Özüdoğru, Ş. (2010). Feminist Sanata İki Farklı Yaklaşım: Gerilla Kızlar ve Cindy Sherman, Sanat ve Tasarım Dergisi, Cilt:1 Sayı:6, Anadolu Üniversitesi, Eskişehir.
İki kez gitmeye nail olduğum Vietnam izlenimlerime, gitme amacım olan kırk dört günlük fotoğraf seyahatleri hakkında cümleler kurarak başlamayı arzu etmiştim. Lakin hafızalarımıza yaşadıkları savaş tarihi ile derin izler bırakan tarihçesi ve istatistikleri ile başlamak istedim.
Tarih ve Sosyokültürel Yapısı
Vietnam, kuzeyde Çin Halk Cumhuriyeti, batıda Laos, Kamboçya ve Tayland Körfezi, güney ve doğuda Güney Çin Denizi ve Tonkin Körfezi ile çevrilidir. 3,444 km sahil şeridi olan Vietnam’ın Kamboçya ile 1,228 km, Çin ile 1,281 km ve Laos ile 2,130 km sınırı bulunmaktadır.
Nüfusu 95,5 Milyon (2020, IMF) Yüzölçümü (km²): 331.210 km² dir. Vietnam’ın en büyük iki şehri Hanoi ve Ho Chi Minh City kuzeyde ve güneydeki iki büyük nehir deltasında yerleşiktir. Ülkenin siyasi başkenti Hanoi’dir.
Ülkede okuma yazma oranı oldukça yüksektir. 15 yaş ve üzeri nüfusun okuma yazma oranı %93,5 olup, kadın nüfusta bu oran %91,3, erkek nüfusta ise %95,8’dir. Son yıllarda önemli artışlar olsa da, ülkede yüksek okul ya da üniversite eğitimine sahip nüfus oldukça azdır. Ayrıca çalışabilir işgücünün yaklaşık %80’i vasıfsız kişilerden oluşmaktadır.
Vietnam maden ve mineraller açısından oldukça zengin kaynaklara sahiptir. Bunun yanı sıra, ülkenin %20,6’sı tarım arazisi olarak geçmektedir. Vietnam’ın tarıma elverişli arazisi oldukça az, son derece verimlidir. Bu verimli araziler sayesinde Vietnam dünyanın en çok pirinç üreten ve ihraç eden (3. Sırada) ülkelerinden biridir. Bunun yanında, kahve, kauçuk, pamuk, çay, karabiber, soya fasulyesi, şeker kamışı, fıstık, muz Vietnam’ın ürettiği diğer başlıca tarım ürünleridir. Uzun bir sahil şeridine sahip olması nedeniyle, ülkede kıyı balıkçılığı da oldukça gelişmiştir.
Vietnam’ın arkeolojik tarihi, 2500 yıl öncesine dayanmaktadır. Vietnam MÖ 1.yüzyıldan 10. yüzyıla kadar Çin Uygarlığı‘ nın egemenliği altında kalmış. 939 yılında bölge, Çin’e karşı bağımsızlığını kazanmış. 968 yılında ise Vietnam resmî olarak kendi benliğini ilan etmiştir.
Vietnam 19.yüzyılda Fransa tarafından sömürgeleştirilmiştir. Yoğunlukla köylü olan halk topraklarından olduğu için Fransız hükûmetine karşı tepkilidir. Arada milliyetçi ayaklanmalar olsa da bir başarı elde edilememiştir. Japonya‘nın Vietnam’ı işgaliyle zayıflayan otoriteye karşı 2 Eylül 1945’te cumhuriyet ilan edilmiş, 1956’da güney ve kuzey olmak üzere Vietnamı iki hükümetli bir ülkeye dönüştürmüştür.
Saygon‘ daki (Ho Chi Minh) hükûmet, ABD destekli otoriter bir politika izlemiş. Bu güneyde tepkilerin artmasına neden olmuş ve kuzeyden silah desteği alan Vietcong cephesi kurularak ABD’nin de dahil olduğu iç savaş başlatmıştır. Amerikalı askerler teknik açıdan üstün olsalar da coğrafyasını bilmedikleri bir yerde, alışkın olmadıkları gerilla taktikleri karşısında çok şansları olmamıştır. 1968’de Vietcong “Tet” saldırısını başlatmış, 1973’te ateşkes ilan edilmiş ama kısa süre sonra savaş yeniden başlamıştır. 30 Nisan 1975’te Vietcong’un Saygon’u ele geçirmesiyle savaş son bulmuştur.
ABD, 1963-1973 yılları arasında savaşa dâhil olmuş ve 60.000 kadar asker kaybetmiştir. Savaş sonucunda dünya genelinde Antiamerikancılık yükselmiş ve ABD kamuoyu, savaşa girilmesini sorgulamıştır. ABD ordusu savaş sırasında işkence, tecavüz, toplu infaz, sivillerin öldürülmesi ve kimyasal silah kullanmak gibi pek çok savaş suçu işlemiştir.
Vietnam ve Fotoğraf
Vietnam denince bir fotoğrafçı olarak aklıma öncelikle 1972 yılında Nick Ut’un çektiği napalm bombası saldırısı sonrası çıplak halde ve dehşet içinde koşan 9 yaşındaki Phan Thi Kim Phuc’un fotoğrafı gelir. Bu fotoğraf Vietnam Savaş’ının simgelerinden biridir. Fotoğrafçıya Pulitzer ödülü kazandırdığı gibi savaşın da çirkin yüzünü göstermiştir.
İkinci fotoğraf ise Eddie Adams’ın Güney Vietnam Ordusu Generali ve Ulusal Polis Şefi Nguyen Ngoc Loan’ın sokakta Vietcong ordusunda görevli ve Saygon bölgesinde birçok katliamdan sorumlu Nguyen Van Lem’i başına silah dayayarak infazını gerçekleştirdiği fotoğraftır. Bu fotoğraf da çekene Pulitzer ödülü kazandırmıştır. Hikayesi haklı bir sebep gösterse bile fotoğrafçının çektiği bu kare akıllarımızdan uzun süre silinmeyecektir.
Vietnam’a Neden ve Nasıl? Gideriz.
Vietnam geçmişte hafızalarımıza savaş ve korku ile yer etmiş olsa da doğal güzellikleri, kültürel zenginlikleri, dinamik yapısı, tepe, köy, kabile ve etnik insan yapısı ile egzotik ve çekici bir ülkedir.
Vietnam kültürü karmaşık, renkli ve tarih dersi veren niteliktedir. Ülkenin labirent gibi nehirleri, göz kamaştıran manzaralar oluşturan pirinç tarlaları, birbirinden farklı ticaret merkezleri, yerli el sanatları zenginliği ve yüzyıllardır süre gelen ticari ve felsefi bir yaşamı çağrıştırmaktadır. Büyük bir Budist nüfusa sahip olan Vietnam’da Antik tapınaklar, kuzeydeki Çin etkilerini ve güneydeki Hindu kökenini belirgin biçimde sergilemektedir.
Vietnam’a Türkiye’den Ho Chi Minh şehrine THY tarifeli uçakla direk 10 saatlik uçuşla gidebilirsiniz. Vietnam, Türkiye’den 4 saat ileridedir. Vietnam’a gitmek için ya Yeşil Pasaport sahibi olmanız ya da Vietnam vizesi almanız gerekir.
Vietnam’a 2016 yılında Dolar 3.01 TL, 1 Tl 8300 Dong olduğu dönemde 14 gün, 2019 yılında ise Dolar 5.71 TL, 1 TL 4600 Dong olduğu dönemde 30 gün olmak üzere 2 kez fotoğraf gezisine gitme şansım oldu. Bugün tekrar tekrar gitmeyi düşündüğüm Vietnam ve yurt dışı gezilerim maalesef hayal oldu. Bu arada bu yazıyı hazırladığım dönemde ise Dolar 13.62 TL, 1 TL 1680 Dong değerinde işlem görmektedir
Ülkeyi ister Hanoi’den başlayarak isterseniz Ho Chi Minh şehrinden başlayarak yataklı otobüsler, trenler, deniz araçları ile boydan boya gezebilirsiniz. Şehirlerde taksilerle ulaşım sağlayabildiğiniz gibi motosiklet kiralayabilir ya da isterseniz motosiklet taksi hizmetlerinden faydalanabilirsiniz.
Şehirlerde hayatımda hiç görmediğim kadar motosiklet gördüğümü itiraf etmeliyim. Çoğu yerde trafik lambası olmamasına rağmen motosikletlerin nasıl birbirine çarpmadan trafikte hareket etiğini çoğu zaman şaşkınlıkla izledim. Şehirlerde ziyaret yerleri birbirine yakın olduğu için taşıt kullanmanıza gerek yoktur. Motosikletler ülkedeki toplam araç sayısının %85’inden fazlasını kapsayan Vietnamlılar için ana ulaşım aracıdır. Ulaştırma Bakanlığı’nın raporuna göre, 2019’un sonunda dolaşımda olan yaklaşık 60 milyon motosiklet olduğu söylenmektedir.
Vietnam sokaklarında dolaşırken ilginç sokak yemekleri ve tropik meyvelerin tadına bakabilir, pirinç tarlaları, balık, sebze ve meyve pazarları, ilkel usullerle balıkçılık yapan balıkçıları ve ağ ören kadınları, tuz tarlalarını, eşsiz gün doğumu ve gün batımı manzaralarını, sıcak ve güler yüzlü insanlarını, milli ve kültürel değerlerini ve renk renk kıyafetleri ile mistik bir görüntüsü veren günlük yaşamını birbirinden farklı etkileyici görüntüleriyle dünyanın dört bir yanından turist çeken antik kalıntıları ve tapınakları gezerek fotoğraflayabilirsiniz.
Fotoğraflar: Murat Berkyürek, Vietnam
Vietnam izlenimlerimi tarih, kültür, mistik ve sosyokültürel yapı bağlamında 2 sayfaya sığdırmam mümkün olmayacaktır. Ayrıca bu dönem ekonomik olarak gidemesem de artık bir fotoğrafçı gözüyle Vietnam savaşın yerine, barışı, sevgiyi, yaşamı ve görsel güzellikleri hatırlatacaktır.
FSK’dan bana bu ayın konusunu iletilip seçicilik yapmam istenildiğinde hep kendime sordum, ”ben olsam nasıl çekerdim?” diye. Ama ne yazık ki pek kış yaşamayan bir bölgede oturduğumdan pek de faydam olmadı kendime. Kar bile doğru dürüst yağmaz buralara, hatta yağarsa olay olur Adana’da. Ben zaten kış insanı da değilim, güneş enerjisi ile çalışan biriyim, uzun sürerse kapalı hava yaşam voltajım düşer.
Çocukluğuma gittim bir an kış denilince, annem halıları serer, sobayı kurarlardı komşularla. Ev daha bir sıcak, daha bir yuva olurdu. Akşamları mutlaka kestane vardı sobanın üstünde, yanında kedimiz yatar ve televizyon öncesi dönemde sobanın çevresinde aile sohbetleri bir de. Dışarda yağmur ya da kar da olsa, buz gibi soğuk da olsa “yuva” hep sıcaktı. Keşke dedim fotoğraf çekmeyi bilseydim o dönemler, şimdi çekilmez mi? Neden olmasın?
Bu günlerde kar yağıyor ülkenin çoğu köşesinde. Kar yağınca bir çok gereksiz detayı, görsel çirkinlikleri kaplıyor hemen ve önümüzde doyumsuz sade görüntüler bırakıyor, geriye detaylar, ışık ve kompozisyon kalıyor. Hele bir de aradan canlı bir renk çıkarsa oh ne ala. Yaşama yoğun bir etkisi var bu yağışların, o soğukta, zorlukta işe gidenler, yürüyenler ve tabii ki sokakta yaşayan can dostlar. Lapa lapa yağan kar altında Ara Güler’in İstiklal Caddesi ve ikonik Tramvay görseli geliyor siyah beyazın tüm güzelliği ile. Sisi, pusu ayrı bir filtre görevi verecektir kışın, hiçbir bedel ile alamayacağınız. İster sokak fotoğrafçısı olun ister doğa fotoğrafçısı isterseniz detaylara düşkün biri olun kış şartlarında doğa size fotoğraf için her türlü platformu hazırlıyor işte, gerisi size kalmış. Sadece minik bir teknik uyarı; karın beyazı patlamasın fotoğraflarınızda lütfen spot ölçümlere dikkat edin derim.
Doğa stüdyosunu, ışığını, modellerini hazırladı, haydi fotoğraf çekmeye.
Önce Kırmızı Başlıklı Kız masalını okudum. Okurken, ormanda ninenin evine doğru yürüdüm. Eve vardığımda, kurdun karnından taşları çıkardım. Taşları karnıma doldurdum. Ellerimle kendimi diktim ve ellerimde kendi kanımla ormanı terk ettim. Dönüp baktığımda Al Ruhu, ormanda dans ediyordu. Soluduğu dumanlarda karabasanlarım göğe yükseliyordu. Ayaklarım ısındı. Hissettim, bunu hissettim.
Aşı boyası kırmızısı, insanlık tarihi kadar eski bir renk ve simgedir. Heidegger, varlığın bir türü olarak hayatı, çıkmaz sokağa giden ve dönüşü olmayan bir yol olarak tanımlar. Ölüm ise bu yolun sonundaki duvardır. Ölüm ve doğum bağıntısının kırmızı ile simgelenmesi tesadüf değildir. Doğarken kan ile doğarız. Ölürken kan ile…
Kırmızı, kültürden kültüre bambaşka anlam ve kullanımlarla çıktı karşımıza. Neandertal insan, ölülerinin kemiklerini kırmızıya boyayıp gömüyordu. Homo sapienste de benzer davranışlar devam etmiştir. Kemik boyamak yerine bu kez ölünün yüzüne kırmızı kumaş örtmek ya da kırmızı kıyafetle gömmek gibi davranışlar görülmektedir.
Kırmızı renk, 20.yy’a kadar zenginliği ve üst kademede olmayı temsil etti. Orta çağda altın ve gümüşten sonra Avrupa’ya ihracatı en çok yapılan değerli ürün kırmızı boyanın ham maddesidir (kırmız böceği). Soylular, ressamların karşısına kırmızı kıyafetleri ile geçip, poz verdiler. İngiltere’de kraliyetin rengi kırmızıdır.
Vahşi hayvan ve kadın büyülü bir şekilde birbiri ile bağlantılı görülürdü. İlki yaşamın besin kaynağı, ikincisi yaşam veren gücün simgesiydi. Av hayvanı gibi, evlenen kadınların alnına kan sürülürdü. Kırmızı hala toplumumuzda erkek için gücü ve şiddeti, kadın için cinsellik ve bekareti simgeliyor. Maalesef gelin olacak kızların beline kırmızı kuşak sarılması bu simgenin bir yeni nesil aktarımıdır.
Kırmızı, al veya kızıl, parlak gökkuşağının en dışında yer alır. Sarı ve mavi ile birlikte ana renkleri oluşturur. Elektromanyetik tayfın görülebilen renklerinden biri olan gökkuşağındaki kırmızı renk ve gözümüzün açısı 42 derecedir. Kırmızı ışığın dalgaboyu 630-760 nanometre civarındadır ve en düşük frekanslı ve en uzun dalga boyuna sahip renktir. Kırmızının altındaki frekanslara kızılötesi (infrared ya da infraruj) denir. Karşıtı mavi, tamamlayıcısı ise yeşil renktir.
Ayça Karaoğlan, Rose Red
Koyu renkli bir arka plan ile kullanıldığında şiddeti öylesine belirgin hâle gelir ki küçücük bir kırmızı leke bile görüntünün her noktasını etkiler. Doğada yer alan yeşillerin ortasındaki kırmızı bir görsel, kırmızı kıyafetli bir model yahut kırmızı bir şemsiye tamamlayıcı unsur olur. İnsan psikolojisini en derinden etkileyen renk kırmızıdır, kabul edelim.
Modern dünyada, dünyanın en büyük markaları kırmızıyı logolarında ve reklam afişlerinde kullanırlar. Sanatın her alanında olduğu gibi fotoğrafta da renk kullanımı ile oldukça etkileyici ve derin mesajlar verilebilir. Fotoğrafçı kompozisyonu oluştururken, renk kullanımını planlıyorsa izleyiciye mutlaka mesajı ulaşacaktır.
Fotoğrafın bulunuşu ve her geçen gün dijital teknoloji ile beslenerek geliştiği modern dünyada daha çarpıcı ve akılda kalıcı imgelerle izleyiciyi etkilemek gerekmektedir. Renkler, eski imgeleri anımsatmak ya da yenilerini yaratmak için bir araçtır. Fotoğrafçının renk kullanımı ile iletişiminin başarısı doğru orantılı olabilir. Fotoğraf, ilk etapta gerçeğin sunumudur. Kırmızı, belleğimizin en gerçek rengidir. İçimizde, damarlarımızda hissederiz.
Fotoğraf bir hikâye anlatıcılığıdır. Duygularımızı görsel imgelerle ifade eder, hayatı fotoğraf üzerinden anlamlandırmaya çalışır ve tecrübe ederiz. Fotoğraf, isterseniz bir sembol dilidir ister sokak fotoğrafı ister kurgu, isterseniz doğa fotoğrafları çekin. Hikâyeyi anlatırken kompozisyon önemlidir. Kompozisyonda da çizgiler, renkler, ışık, odak, ritim olmalı. Ve bunların hepsi doğada sizi bekliyor.
“Kırmızının sınırsız sıcaklığı, sarı gibi sorumsuz bir çekicilik taşımaz. Kararlı ve güçlü bir yoğunlukla içten içe çınlar; kendi kendine parlar ve gücünü boş yere dağıtmaz.” W. Kandinsky
TARİH VE DOĞAYLA İÇ İÇE BELEMEDİK’TEN VARDA KÖPRÜSÜ’NE
Bir yanda akan Çakıt suyu bir yanda yolun yanı başında uzanıp giden tren yolu ve zaman zaman karşınıza çıkan Almanlar tarafından inşa edilen tüneller… Muhteşem bir doğa ve yol manzaraları eşliğinde inanılmaz bir rota Belemedik-Hacıkırı … Bir zamanlar Bağdat-Hicaz demiryolu için büyük önem taşıyan Belemedik Adana’nın Pozantı ilçesine bağlı küçük bir yerleşim yeri. Hicaz Demiryolunun yapım sürecinde ve 1.Dünya Savaşında önemli bir merkez haline gelmiş. Demiryolunun tamamlanabilmesi için yapılan Varda Köprüsünün yapım sürecinden 1.Dünya Savaşına kadar çoğunlukla Almanların ikamet ettiği bir yerleşim yeriymiş. Asıl ismi Karapınar. Belemedik “bilemedik” den geliyor. Bağdat-Hicaz Demiryolu inşaatında tüneller açılırken tünelin her iki ucunda iki ayrı ekip çalışırmış ve bu iki ekibin tünelin ortasında karşılaşması gerekirmiş. Herhangi bir sebepten iki ekip tünelin ortasında karşılaşmaz ise başarısız sayılır ve birbirlerine “bilemedik” diyerek özürlerini iletirlermiş. Almanlar “bilemedik” diye telaffuz edemediklerinden “belemedik” derlermiş. Böylece zaman içerisinde “Belemedik” Karapınar isminin önüne geçmiş.
Yürüyüş rotası Belemedik merkezden başlıyor ve Hacıkırı viyadüğünde son buluyor. Yürüyüş boyunca Çakıt suyu size eşlik ediyor ve birlikte Çakıt Vadisini geçerek Pozantı’dan Karaisalı ilçesine varmış oluyorsunuz. Belemedik Hacıkırı arasında 12 adet demiryolu tüneli ve bir çok köprü mevcut. Parkurun toplam mesafesi 20 km. civarında. Hacıkırı’na doğru yaklaştıkça rakım 3212 feet’e kadar çıkıyor.
Ve sessiz dağların eteğinde mis gibi ormana kurulu Varda Köprüsü nam-ı diğer Alman Köprüsü… Adana’nın Karaisalı ilçesine bağlı bulunan Hacıkırı Viyadüğü üzerinde yer alıyor köprü. 1888 yılında Kaiser Wilhem ve II. Abdülhamit tarafından imzalanan anlaşma ile inşaatına başlanan köprü Osmanlının asker, yolcu ve eşya taşıma ihtiyacını karşılamak Almanya’nın ise petrol kaynaklarına ulaşmasını kolaylaştırmak üzere tasarlanmış. Çelik kafes örme tekniği ile yapılan köprü 1912 yılında hizmete açılmış ve İstanbul-Bağdat-Hicaz demir yolu hattının önemli bir parçası olmuş. 3 büyük açıklık ve 4 ayak üzerine kurulu olan köprünün tamamı taş ile yapılmış, inşası 5 yıl sürmüş, ne yazık ki 21 işçi ve 1 Alman mühendis inşaat sürecinde hayatını kaybetmiş.
Belemedik gibi Varda’nın da enteresan bir hikayesi var. Köprü inşa edilirken viyadükten aşağı basit makine sistemleri ile malzemeler indiriliyormuş. Aşağıda malzemeleri karşılayan işçiler yukarıdaki arkadaşlarına malzemelerin ulaştığını haber vermek için “Vardı haaaa!” diye sesleniyormuş. Vardı haa! ağızdan ağıza Varda’ya dönüşmüş. Mühendislik harikası köprünün James Bond serisinin Skyfall filmindeki sahnelere ev sahipliği yaptığını da söylemeden geçmeyelim. Çakıt Çayı ve Çakıt Vadisi boyunca yeşili, doğası, tarihi tren yolu ve tünel geçişleri ile birbirinden güzel manzaralar sunan Belemedik rotası doğa fotoğrafları çekmek ve şehrin gürültüsünden uzak tabiatın kalbinde huzurlu vakit geçirmek için sizleri bekliyor…