SOKAK SENİ ÇAĞIRIYOR:

HACI BAYRAM VELİ CAMİİ VE ÇEVRESİ

Sevgi Köylü HALİLOĞLU

Sokak Seni Çağırıyor! mottosuyla;

yola çıkarak 24 Nisan 2022 Pazar günü gerçekleştirdiğimiz etkinliğimizde Ankara içi turlarımızın bu seferki durağı Ankara’ nın sembol mekanlarından biri olan Hacı Bayram Veli Camii ve çevresindeki sokaklar oldu.

Oldukça güneşli ve yaz sıcaklarını aratmayacak bir günde bu tarihi caminin avlusunda toplanarak etkinliğimize başladık.

Hacı Bayram Veli Camii Ankara’ nın en önemli camilerindendir. Bulunduğu mekan itibari ile de etrafında pek çok tarihi doku ve eser yer almaktadır. Cami Ankara’ nın en eski yerleşim yerlerinden olan, Avrupa şehirlerinin pek çoğunda görülen “Old City” denilen Ankara’ nın Old City’ si tabir edebileceğimiz Ulus semtinde bulunur.

İlk yapılış tarihi hicri 831 yılı (1427-1428) olan caminin ilk mimarı Mimar Mehmet Bey hakkında pek fazla bilgi bulunmamaktadır. Günümüzdeki mimari yapısı XVII. ve XVIII. yüzyıl camilerinin karakterlerini taşımaktadır. Uzunlamasına dikdörtgen bir plana sahip olan yapı, taş kaideli, tuğla duvarlı ve kiremit çatılıdır. Camii ahşap ve ahşap üzerine kalem-işi süslemeleri, çini süslemeleri bakımından da oldukça zengin bir yapıdır. Cami içindeki ahşaplar üzerinde Nakkaş Mustafa Paşa’ya ait boyama nakışlar vardır. Caminin güneydoğu duvarında iki şerefeli bir minare bulunur. Bu minare kare planlı taş kaideli, silindirik tuğla gövdelidir. 1714 yılında Hacı Bayram Veli’ nin torunlarından Mehmet Baba tarafından tamir edilmiştir.

Cami ve çevresine Hacı Bayram denilir ve bu ismi, caminin güney duvarına bitişik Hacı Bayram Veli türbesinden alır. Caminin doğu duvarı da Augustus Tapınağına dayanmıştır. Roma döneminin önemli yapıtlarından biri olan Augustus Tapınağı, İmparator Augustus’ un vasiyetnamesinin tapınağın duvarlarında yer alması bakımından ayrı bir önem taşımaktadır. Bu özelliği ile de yabancı turistler tarafından büyük ilgi görmektedir. Milattan önce 25-20 yılları arasında Galatlar tarafından inşa edilen tapınak, İmparator Augustus’ a olan şükran borçlarını ödemek için inşa edilmiştir. Ön yüzünde 8, yan kısımlarında 15 sütun bulunan tapınakta dönemin Roma mimarisinin izlerini görebilirsiniz.

Hacı Bayram ve çevresi Ankara’ da yaşamış pek çok kültürün (Roma, Selçuklu, Osmanlı) izlerini bir arada görebileceğiniz, bu yönü ile de medeniyetlerin iç içe olduğu, sevgi ve hoşgörü kültürünü temsil eden oldukça önemli bir mekandır.

Cami avlusunun hemen altında yer alan çarşı ve rekreasyon alanı fotoğrafçıların ilgisini çekebilecek grafiksel detaylar ve kemerli yapılar, ışık, gölge ve yansımalar ile ekibimizin de dikkatini çekmeyi başardı doğrusu.

Caminin arkalarındaki sokaklara doğru ilerlediğimizde tipik eski Ankara evlerinin özelliklerini yansıtan pek çoğu restore edilmiş konak tarzı evler ve dar sokaklar fotoğraf ekibine çekim için güzel kareler sunmaya yetti.

Bu ayki sokak gezimizi de bu tarihi sokaklarda yer alan bir kır kahvesi tadındaki çay bahçesinde keyifli bir sohbet ve dost sıcaklığı içerisinde tamamlayarak, huzur içerisinde evlerimizin yolunu tuttuk. Bizimle birlikte Ankara sokaklarında gezmeyi seven bütün dostlarımıza sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

24 Nisan 2022

MAKRO FOTOĞRAF

Kazım Çapacı

Makro fotoğraf, objenin 1:1 ya da daha üstünde bir büyütmeyle fotoğraflanmasıdır. Makro fotoğraf günlük yaşamın kargaşası içinde dikkatimizi çekmeyen, çıplak gözle göremediğimiz ayrıntıları göz önüne serer. Makro fotoğraflar sayesinde tüm ayrıntıları görebiliriz. Özellikle doğal hayat makroları önemli birer belgedir. Hele doğal hayatın giderek yok olduğu bir çağda, çekilen her fotoğraf geleceğe bırakılan önemli bir belgedir. Torunlarımızın, hatta çocuklarımızın bu canlıları göremeyebileceğini bilmek acı olsa da. Günümüz cep telefonu şipşak fotoğrafçılığı çağında fotoğraf çekmek pek kolay görünse de, özellikle makro fotoğraf çekmek önemli ölçüde temel fotoğraf bilgisi gerektirir. Işık, kompozisyon, diyafram, enstantane, ISO, net alan derinliği, pozlama gibi temel bilgilere iyi düzeyde hakim olmayı gerektirir. Makro fotoğraf çekmek için kullanılan lenslerin en önemli özelliği çok yakından netleme yapabilmeleridir. Bu sayede objeye daha çok yaklaşarak çekim yapabilirsiniz. Bu amaçla en sık kullanılan lenslerin odak uzunlukları 90-105 mm arasındadır. Yaklaşık bir değer vermek gerekirse obje ile görüntüleme arasındaki uzaklık 30 cm, obje ile merceğin ön ucu arasındaki mesafe 8-10 cm kadardır. Eğer daha da yaklaşmak isterseniz bu kez close-up filtre kullanmak gereklidir. Bu filtrelerin kullanımının fotoğraf kalitesinde bir ölçüde kaybı (çok yaklaşmak uğruna) göze almak anlamına geldiği de unutulmamalıdır. Nadiren de olsa iki close-up filtreyi üst üste takarak çekim yaptığım da oluyor. Doğada makro çekim sıklıkla yerlerde sürünmeyi gerektirdiğinden buna uygun kıyafetler giymekte de yarar var. Makro çekim sırasında açık diyafram değerleri alan derinliğinin genellikle istediğimizden az olmasına neden olacaktır. Kısık diyaframlarda (f11-18 gibi) çok yaklaştığınız ve size hafif yan duran bir çekirgenin gözlerinden birinin net alan derinliği arasında kalmasına şaşmamak gerekir. Diyaframı daha da kısmak buna görece çözüm getirir. Ama bir de close-up kullanıyorsanız ya da objeniz birkaç milimetrelik bir böcekse f20’ler bile kurtarmayabilir. Bu durumda değişik bölgelerden netleyerek fazla sayıda çekim yaparak sonra bunları dijital olarak birleştirme yoluna gidilebilir. Elbette çoğu kez böceklerin buna izin verecek kadar hareketsiz kalmadıklarını da unutmamak gerekir.

Diyafram değeri sayısal olarak ne kadar arttırılırsa, makineye girecek ışık da azalacağından bu durumda perde hızınızın düşmesi gibi önemli bir sorunla karşılaşırsınız. Doğal ışıkla çalışmayı seçtiyseniz bu durumda yapılacak en iyi şey ISO arttırmak ve/veya yansıtıcılarla böceğin üzerine ışık düşmesini sağlamaktır. Ek olarak tripod ya da monopod kullanmak düşük perde hızında görece daha rahat olmanızı sağlayabilir. Tripodla kelebek peşinde koşmanın zorluğunu da unutmamak gerekir. Benim tercihim f11- 18 arası diyaframlarda, 1/250 gibi bir perde hızıyla çalışmak genellikle (elbette hareketi yakalamak istediğinizde daha düşük perde hızları, hareketi dondurmak istediğinizde ise daha yüksek perde hızları kullanmak gerekir). Bu değerlerde doğal ışık yüksek ISO değerlerinde bile yetersiz kaldığından flaşla çekmeyi yeğliyorum. Bu amaçla sıklıkla ring flaşlar kullanılır. Ama bu flaşlar önden patladıklarında arkada genellikle sert bir gölge oluşturduklarından, yönleri ve açıları ayarlanabilen ikiz flaş kullanmayı yeğliyorum. Işık ölçüm modunu da noktasal (spot) alıyorum. Flaş kullanımında önemli bir sorun özellikle kın kanatlı böceklerde ya da beyazı fazla olan kelebeklerde ışığın patlaması. Bu durum eksi pozlama ya da daha iyisi ETTL sistemli bir flaş kullanmaktır. Bu sistem, deklanşöre basarken objeye olan uzaklık ve ışığa göre flaşı ayarlar. Ben buna ek olarak genellikle bir flaş yumuşatıcı (diffuser) de kullanıyorum. İkiz flaşım için orijinal diffuser var ama tepe flaşı kullandığım zamanlarda bu yumuşatıcıyı plastik ayran kutusundan yapar, hatta içine bazen kağıt mendil de eklerdim.

Flaş kullanımı, objenin hemen arkasında bir şeyler yoksa (çekim açınızı değiştirerek de bunu sağlayabilirsiniz) siyah arka planlar elde etmenizi sağlar. Yaban hayat fotoğrafçılığına kuşlarla başladım. Daha sonra baktım ki kuş peşinde koşarken nice çiçeği, böceği, örümceği gözden kaçırmışım. Kuş çekerken gözüm sürekli havada olurdu. Makroda ise genellikle gözünüz yeri tarar. Küçük bir alanda oturup saatler boyunca fotoğraflayacak şeyler bulursunuz kolaylıkla. Bir çiçeği fotoğraflarken, yaprağın birinin arkasından bir örümcek kendini gösteriverir. Fotoğrafladığınız çiçeğin üzerine bir böcek konuverir. Doğada zaman geçirmek tadına doyulmaz keyif verir. Fiziksel olarak yorucu olsa da ruhunuzu dinlendirir. Böcekleri fotoğraflamada ufak ipuçları daha kolay ve güzel fotoğraf çekmenizi sağlayabilir. Kelebekleri fotoğraflamanın en iyi zamanı, geceki çiğ kanatlarını ıslatmışken, kanatlarını açarak güneşte kuruttukları güneşin erken saatleridir mesela. Isındıktan sonra sizi çok peşlerinde koşturur, süründürür ama doğru düzgün poz vermezler. Bu zamanlarda beslenme ya da çiftleşme sırasında cömert pozlar verebilirler. Çiçek fotoğraflarken ise çoğu kez gösterişli olan çiçeği fotoğraflamak yeğlense de, bitkiyi tanımlamak için tamamını, yaprak detaylarını, mümkünse meyvesini çekmek de tanım için çok yol gösterici olacağından önemlidir.

Elbette doğal hayat fotoğrafçılığın tüm dalları gibi makroda da temel ilke zarar vermemek olmalıdır. Herhangi bir canlının yaşamasına, beslenmesine, üremesine neden olabilecek herhangi bir müdahaleden kesinlikle kaçınılmalıdır. Böceklerin üzerine sprey sıkmak gibi kesinlikle yapılmaması gereken şeyler yerine sabah üzerlerinde çiğ olan saatleri ya da hemen yağmurdan sonra güneşin parlayıverdiği anları seçmek gerekir. Yağmurdan sonra bir örümcek ağını fotoğraflamanın tadına doyulmaz. Elbette ki benim temel uğraşım canlıların makro fotoğraflarını çekmek olsa da, makro fotoğraf bununla sınırlı değil. Küçük her nesnenin makro fotoğraflanması mümkün. Söz gelimi damla fotoğraflamak bunların başında gelenlerdendir. Makro düzeye indiğinizde gerek canlı, gerek cansızlarda bambaşka bir dünyaya ulaşacağınız kesin. Bu dünyayı bol bol fotoğraflayarak keyfini çıkarmanız dileğiyle.

Kazım ÇAPACI

Mayıs 2022

PROF. DR. KAĞAN OLGUNTÜRK İLE TÜRK BELGESEL SİNEMASI ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ

Fotoğrafın doğasından doğan hareketli görüntü sinemayı bir uğraşı ve sanat olarak var etti, bu sanat ve uğraşı biçimi ana gövdesini örüleyen görüntü zamanla felsefe, kuram ve biçem olarak alt dallar verdi bunlardan belge ve belgesel filmin Türk belgesel sinemasında yerini, güncel kavramlarını Akademisyen, Sinema emekçisi, Fotoğrafçı, Yönetmen olan KAĞAN OLGUNTÜRK ile Filmleri üzerinden bir video mülakat yoluyla anlamlandırma çalışması yapmaya çalıştım.

Belgeselin Sinema Tanımı: Fotoğrafın Fransız bilimler akademisinde ilan edildikten sonra Lümier kardeşlerin çektiği Lümier fabrikasından çıkan işçiler filmi ilk belgesel kabul edilir. Belgeselin tanımına ilk olarak John Girerson The Newyork Sun gazetesinde yazdığı makalesinde rastlıyoruz.  (Özgen, Kurtuluş, 2017: s 6)

Belgesel tarihsellik ve gerçeklik ilişkisi kurma yöntemlerinden görsel işitsel olması tanıklıklar barındırması acısından en işlevsel olanıdır. 

Gerek tarihsel gerek doğa içerikli gerekse sosyal içerikli olsun inşaları ve kültürleri aşan bir anlatıma sahip belgesel her insana gerek izleyici gerek konu olarak temasta bulunur. İletişimsel olarak güçlü bir argüman olan sanat açısından da belgeseli tanımlayabilmek mümkündür.

Birey ve toplumun zihinsel derinliklerine kolayca ulaşabilme olanağı günümüz teknoloji imkanları dahilinde daha da kolaylaşmıştır. Belgeselin bu durumu avantaj mı dezavantaj mı?  Etkili bir kitle eğlence ve eğitim aracı mıdır? Özünde bellek ve belge olmasına rağmen dezenformasyon tehlikesi de taşıyan bir silah mıdır?

Evrenselliğin bahçesine algı kapılarını aralayabilen gerçekliği yaralayabilen birtakım ilişkiler ağına da maruz kalması, dijital (görsel materyal) manipülasyonun yaygınlaşması internet ve yayın imkanlarının artmasının belgeselin sosyal kültürel ekonomik ve demokratik gerçekliliğine etkisi var mıdır bu soruların odağında Türk Belgesel Sinemasının durumu araştırmanın amacını oluşturmaktadır.

Türk tipi belgesel stili var mıdır?

Bilemiyorum, bir şey söyleyemem, Yurtiçi ve yurtdışı festivallere jüri üyesi olarak katılıyorum ve farklı tarzların varlığını görüyorum ama bütünlük yok, nasıl gönderilir bilmiyorum ama Türkiye’de festivallere film göndermiyorum nasıl gönderilir de bilmiyorum.

Bir Hoca der aklında bir yerde kalır anlam vermezsin ama aklında kalır.

Sanırım mastır da bir hocamız demişti ‘’bazı film okullarında öğrencilere film izletmezler izletince filmi örnek alır yaratıcılığı körelir demişti’’ saçma gelmişti ilk başlarda ama önemli. Aklımda ki cümlelerden biridir.

Benim bakış açımı etkileyen okula workshopa gelen Süha Arın oldu. Filmlerimin onun filmlerine benzediği söylenir. Ama hiç filmlerini izlemedim ama onu dinledim belgesel sinemamı onun kurduğu yapıya göre kuruyorum onun sistemini kullanıyorum.

Türk belgeselciliğini dünya geneliyle kıyaslarsak nasıl bir fark ortaya çıkar?

Bilemiyorum, yurt içinde ve yurt dışında Sınıflandırmalar arasında fark görmüyorum. Konu belirleyici oluyor. Para kazananlar ile diğer yapımcıların farkı oluyor ‘’Faces in Ali’’ Hollywood ve büyük bütçeli film örneği LİONS GATE yapımı olduğundan farklı,  Burada ki sinemacılar da aynı bütçe ile aynı işi yaparlar. 

Türk belgeselinin kendine özgü özellikleri nelerdir belgesellerinizde bunları görebilmemiz mümkün mü?

Şöyle Bakıyorum. Kültürden bağımsız olamayız ben de bu kültürde bu toplumda yetişen biriyim o yüzden, bir de sanatın özgün biricik olması gerekir hem evet hem hayırdır. ERKUT FİLMİ Örneğinde olduğu gibi öyküyü ortaya koyarken ki mesaj da ortaya çıkar. 

Akademisyenlik dışında da STK’larda sinema ve belgesel eğitimleri verdiğinizi biliyoruz, STK’larda bu eğitimlerin verilmesi ile üniversitelerde bölümlerinin olmasının belgeselciliğe nasıl bir etkisi katkısı dezavantajı var mıdır?

Üniversitenin verdiği eğitimi dışarıda ki verilen bir eğitimle sınamak doğru değildir. Ama oradaki   insanlara motivasyonlarına göre bilgiler veriliyor. Üniversitenin dört yıllık olmasından dolayı meslek ediniyor diğeri ihtiyacını gideriyor öğrenmesi gerekeni öğrenip gidiyor Üniversite bunu yıllarca sorumlu tutuyor uygulama yapıyor o nedenle birkaç aylık eğitim ile aynı olmaz.

Türk Belgeselciliğinde bağımsız belgeselciliğin yeri nasıl duruyor?

Bağımsız olmayan belgeselci var mı? Bizde stüdyo sistemi yok.  Dolayısı ile belgeselciler bağımsızdır.

Bağımsız belgesellerin üretim, gösterim, izlenim olanakları hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

TV kanalı azlığından kaynaklı kimse kimseye hatır için gösterim yapmaz belgesel mecrası çok sınırlı İZ tv, TRT örneği kendi filmleri üzerinden örneklemle. Dünyada örneği yok festivallerde aslında daha çok ödül tabanlı film yarışmaları olsa da imkan vardır.

Ben hiçbir festivale Türkiye’ de film göndermedim hatırladığım kadarıyla, yurt dışında ödül ve festivaller kapsamında gösterim imkanları oluyor.

Belgesel eğitimciliğinin gerekliliği var mı?

Zor bir soru sinema ve belgesel eğitiminin çok farkı yok.  Kurmaca ve sinemada kamera sarsıntısı dışında temel kamera kullanımı dışında çok önemli değildir. Buna benzer birtakım özgürlükler dışında farklar dışında bir fark yok. Öğrencilerin çok film izlemeleri ile birlikte üretmeleri.

Temel sinema bilgisi eğitimi verilmeli aslında komedi ve korku filmi çekmek arasında ki gibidir. Kullanılan teknik yöntem farklı değildir. Film çekmeyi bilen adam ikisini de çeker çünkü planları bilir.

Belgesel eğitimciliği yeterli midir?

Ben eğitimin gerekli olduğunu düşünüyorum eğitim almayanlar bu işi yapamaz diyemem herkesi kendi klasmanında değerlendirmek lazım diye düşünüyorum.

Eğitim alanla almayanı ayrı kıyaslamak lazım deneme yanılmayla kapıları açmak zaman alır. Hiçbir zaman da kapı açılmaya da bilir. Teknik ve teorik bilgi önemli etkili bir film çekmek için her ikisi de gereklidir.

Kamusal ve sponsor desteklerinin belgesele marjinal içerik ve yapısal etkisi oluyor mudur?

Cevap veremem ben öyle bir şey yapmadım hem yönetmen hem yapımcı oluyorum filmde o nedenle karar verici benim ama sponsorlar da eminim ki onlar da filmin iyi olmasını isterler o nedenle karşı da gelmem.

Tematik TV kanalları ve İnternet tabanlı yayınların artmasının Türk Belgesel sinemasına içerik ve işleniş bakımından etkisi var mıdır?

Paylaşımı mümkün kılıyor. Belgesel dışında da çok şey var o platformlarda izliyorum, Cep telefonu örneğin de ki gibi herkes belgeselci oldu diye bir şey yok öyle olumsuz düşünmüyorum.

Bence herkes çeksin daha güzel bir şey olamaz bütün dünyanın çekmeyi sevdiği bizler de çekiyoruz biz fark yaratabiliyorsak onur vermeli bize daha iyi çekiyorlarsa izleyip ilham alacağız.

Kamu yayıncılığı ilkelerine uyma, Ticari Yapımlar, yayın pazarının beklentisi belgesel filmlerin demokratikleşme ve bilgilendirme görevini zayıflatır mı?

Bilgi zaten kamu yararınadır o nedenle olumsuz düşünmüyorum belgeselci durum belgeler ve insanlara anlatır bu durum zaten kamuyu aydınlatmadır. Benim belgesellerim portre belgesel olduğu için böyle durumla karşılaşmadım.

Türkiye de başlı başına bir belgesel akademisi okulu olsa nasıl olurdu? Nasıl olmalı?

Olsa ne güzel olur Sinema okulunda ne anlatacaksın pratik bilgiler bir yılda biter geriye kalan üç yılda ne anlatacaksın o nedenle okullarda verilen eğitim uygulama yoğunlukludur.

Okullarda belgesele yönelenlere imkan sağlanıyor ben kendimi sinemacı olarak görüyorum ama kendimi belgesel sinema filmleri çeken biri olarak görüyorum.

TRT gibi kamu kurumlarının Türk Belgeselciliği üzerine ne gibi etkisi olmuştur?

Hangi yaş grubunda olduğuna bakıyor, benim yaş grubuma olmuştur çünkü tek kanaldı ve zaman zaman olurdu biz mecbur kalmasak ne gösterseler izliyorduk seçme özgürlüğümüz olsaydı çizgi film dışında bir şey izlemezdim bir sürü farklı program türünde yapımları orda izledik spor haber eğlence belgesel konser hepsini görüyorduk ve birkaç saatti ve hepsini görüyorduk başka seçme imkanı yoktu o nedenle illa ki az da olsa etkisi olmuştur.

Türk Belgesel sinemasında tarihsel ve toplumsal evrenin gerçeklik temsili ve epistemolojik dürüstlüğü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu sosyolojik bir durum sen elli tane belgeselciye sorar onlardan aldığın yanıtı sen verebilirsin.   İster kurmaca ister belgesel olsun yüzde yüz gerçekten söz edemeyiz çünkü kamera açısı odak uzaklığı ile gerçeğin bir kısmını gösterirsin vicdanen yönetmenin söylediğine ne kadar gerçekçi gösterdiğine inanmak gerekir ama reklamların gösterdiği ürünleri yersen ölürsün belgeselcilerin yalan söylemediğine güvenmek gerekir.

Türk Belgesel Sineması Türkiye’de ne aşamadadır? (Teknoloji)

Teknoloji etkiledi önceden video kurgu yapmak mümkün değildi öyle bir bilgisayar, linear ya da online kurgu için time kod yazan kamera dahi arabadan pahalıydı DvD teknolojisiyle bir kalem ucuzladı şimdi daha ucuzladı şu anda kullandığım telefonun çözünürlüğü ilk profesyonel çalıştığım kameradan ve bilgisayardan çok daha iyi.

Yeni başlayan ve başlayacak olanlara önerileriniz neler olur?

Çok izlesinler ve de çok çeksinler bir konuya başlayıp bitirip bir film haline getirsinler uzun ya da kısa belgeseli sinemacı gözüyle izleyip dikkat ederek çok izleyip çok okuyup çok denesinler bilgi denenmelidir teorik pratik bilgi denemeyle geliştirilmelidir.

Belgesellerinizde Biçem, İçerik ve örüleme olarak kendi tarzınızı nasıl tanımlarsınız?

Bir mesajım, olması gerekli konularım farklı da olsa mesajlarım vardır.  Fotoğraf ya da belgesel fark etmez fotoğrafı da severim filmlerimde 135 mm portre çekiyorum biyografiden ziyade portre belgeseller çekiyorum o insanın kim olduğuna dair bilgiler veriyorum onların nerede doğduğuna dair bilgiler vermiyorum PORTRE BELGESEL ÇEKİYORUM.

Etkisinde kaldığınız bir belgeselci var mıdır? Sizi etkileyen özelliği nedir?

Süha Arın Hoca ve Robert Flaherts Nanok of the North Belgeselinin sahibi ve bunların çektiği böyle şeyleri çekmek istiyorum dedim Süha Hoca bana belgeselin nasıl çekileceği çözümlemesini anlattı bundan etkilendim ve onun kurduğu film çatısını kullanıyorum.

Biyografik Belgesel film tercih etmeniz de ki sebepler nelerdir?

Portre fotoğrafı çekmemle aynı sebeple aynı bunu analiz etmek istemiyorum içimdeki sihrin kaybolmasını istemiyorum.

Belgesel filmler çekmeye nasıl başladınız?

Bir kaza sonrası sanatta yeterlilik dönemimde hastanede yatarken çalışanların mutsuzluğunu gözlemleyerek başladım. Herkes mutsuzdu yardıma ihtiyacım vardı ama herkes hayatından şikâyetçiydi o an mutluluk aklıma geldi mutluluk tabirini sorguladım ve büyük şeylerin arkasına saklanmadığını düşündüm ve buna uygun birini bunalarak çektim Usta filmimi çektim sağlığı bozuk eliyle ayakkabı yapan hijyenik ortamı olmayan eliyle ayakkabı yapan avcı biri karakteri ile başka bir dünyayı anlatıyım belgesel Usta filmimle oldu.

Belgesel filmlerinizde sosyal aktörleri seçerken nelere dikkat edersiniz, nasıl seçersiniz yaşamınızda yer edinmiş kişilerden mi seçersiniz?

Mesajıma uygun kişilerden arar bulur seçerim bana şöyle biri lazım dediğim enteresan kişi değil de şöyle mesajıma uygun biri lazım dedim İLİZYONİST BELGESEL FİLM hariç ondan sonra beni ben yapan kişileri çekmek istedim çünkü Sermet Erkin yüzünden sihirbaz olmak istedim.

Almış olduğunuz sinema eğitiminin belgesel çekmenize faydası oldu mu?

Şüphesiz her yerde söylerim ben her şeyi okulda öğrendim ama sunu da öğrendim sadece okuyarak değil yaparak da öğrenilecek bir konu olduğu için okulda öğrendiğimi setlerde denedim yazılı sonuç çıkmayınca sordum sonucu da sordum o şekilde öğrendim.

Kolektif mi çalışırsınız yoksa çekimden kurguya siz de dahil olur musunuz?

Kamera kullanır, ışık kurar, kurgu yaparım ama yönetmen setteki en ağır işi yapan kişidir. Yönetmenin kamerası ışığı bilgisayarı yoktur ama filmi o çeker geriye kalan herkes ona yardımcı olur ben Usta ve Konakta her şeyi ben yaptım diğer işleri mümkün olduğu kadar ekibimle yaparım artık mecbur kalmadıkça kameraya dokunmamaya çalışıyorum ama kurguyu kendim yapıyorum yaratıcı çözüler üretecek fikirlerimi çekip kurgulayacak birini tanımıyorum çünkü her şey bende.

Bağımsız yönetmen olabilmek zor mu?

Değil, rahmetli hocam Akademisyen olmamı sağlayan yönlendiren hocam parayla herkes güzel bir şey yapar önemli olan para olmadan ne kadar güzel bir iş yapabildiğindir derdi yaratıcılıkla çözmek gerekir para olmayınca Profesyonel kolektif çalışıyor ekibim ben mahcup olmadan onlar ne var sırada ne çekiyoruz diyorlar arkadaşça ortam gerginlik olmaz.

Uluslararası birçok ödülünüz var Türkiye’ de belgesel festivalleri ve ödüller hakkında düşünceniz nedir?

Büyük imkan bu konuda teknoloji üretenlere teşekkür borçluyuz o yenilikler olmasa ben hiçbir filmimi çekemezdim iyi bir telefonla iyi bir filmci olabilirsin Amerika ve Avrupa da vertikal 9-16 mobil cihazlarla çekilmiş film sinemaları var  Sanatsal organizasyonlarda kendimizi göstermemize festivalleri tanımımızı ve şartnameleri okumayı öğrendim Türkiye’de bir bilgiye de sahip değilim yurtdışında ve yurt içinde birçok festivalde jüri üyesiyim kalite bakımından yurtdışından fark görmüyorum hatta daha iyi görüyorum.

Çalışımlarınızda başarılar ve paylaşmış olduğunuz bilgiler için teşekkürler.

Yunus TOPAL

NOT: Bu Çalışma Doç. Dr Kurtuluş Özgen’in Türk Belgesel Sineması Adlı Lisans Üstü Dersi Kapsamında Hazırlanmıştır.

Baraka: Bir Garip Yok Oluş Hikayesi

Bir varmış bir yokmuş.

Temel olarak hayatta kalma-aslında var olma- güdüsü düzleminde sıralanan beslenme, barınma, üreme, giyinme ve hatta kültürel/sosyal aktiviteler listesinde insan türünün belli bir aşama kaydettiğini biliyoruz.

Bunlardan barınma ihtiyacını karşılayan barakanın hikayesi ilk olarak yırtıcı hayvanlardan, hava şartlarından, soğuktan ve bazen sıcaktan kendini korumak isteyen insanın, mimari anlamda yaratıcılığını ve malzeme alanında doğayı kullanmasıyla başlar. Sonraları insanlar çoğunlukla dönemsel değişime uğrayan estetik göstergelere göre yapı ve yapı malzemelerini güncelleyerek günümüz barakalarını inşa ediyorlar.

Sonrasından önce, öncesini biraz daha açalım.

Part 1: Varmış.

İlk barakalar doğanın sunduğu mağara, ağaç kovuğu gibi doğal alanlardan oluşmuş. Sonraları tarımla beraber yerleşik ve toplumsal düzene geçilmesi, insanları bulundukları coğrafyanın yapı malzemelerinden faydalanarak barınak ihtiyaçlarını gidermeye yöneltmiştir. Genel olarak çamur, taş, çalı-çırpı ve bunun gibi malzemelerden tek oda ve oval formda olan bu yapılarda, ilk başlarda korunma ihtiyacına hizmet etsin diye kapı kullanılmamıştır. Kısa süre sonra “C” formlu barakalara geçilmiş, zamanla da kapılar, pencereler, çatılar, farklı malzemeler eklenmiştir.

Barınmanın var olmayla doğrudan ilişkisi, sadece insan türünde değil diğer birçok canlı türünde de geçerlidir. Bildiğimiz birçok canlı türü bu ilişki neticesinde ve kendi devamlılıklarını sağlamak amacıyla barakalar inşa etmişler. Ediyorlar. Tabi bu ilişkinin güçlü inşası doğa tarafından canlıya bahşediliyor. Bu yüzden türler, doğanın tehlikelerini yine doğanın sunduğu avantajlarla/imkanlarla önleme yoluna gidiyor.

Var oluşumuzun yegane sağlayıcısı, tarımın da zorunluluğu olarak yapay barakalarımızın hikayesi varlığımızın teminatı da oluyor o dönemlerde. Gelişiyoruz. Ekiyoruz, ticaret yapıyoruz, depoluyoruz, mevsimlere ve doğaya uygun ve uyumlu bir süreç işliyor. Barakalar bu süreç içerisinde faydası ve fonksiyonelliği ile öz olarak korunma ihtiyacından, barınma ihtiyacına doğru evriliyor. Evrimin belli aşamalarında konu ile ilgili gelişen uzmanlık alanları dolayısıyla ve yapı konusunda ustalaşan insanlar sayesinde barınmanın zevkli halleri ortaya çıkıyor. Yani insan güzel bir şekilde var oluyor artık.

Kısa süre sonra hususi barakalardan daha özenli ve umumi tapınak barakalarını görmeye başlıyoruz. Din barındıran bu yapılar, sonraları bir dönemin genel yapı formlarına yön veriyor hatta. Erken estetik anlayışları ile dönemsel ekoller sayesinde artık barınmak ile tarz sahibi olmak arasında bir bağ kurulmaya başlanıyor yavaş yavaş. Başlangıcı yavaş oluyor ama sonrası ışık hızında. Mülk kavramlarımız, tarzlarımız, nurtopu modalarımız, zıpçıktı katlarımız, yeraltı ağlarımız, geceleri konanlar, ekoller, amorflar, camlar.

Düştü yerlere…

Part 2: Yokmuş.

Evet sonra mimari anlamda ekolojiyi görmezden gelerek bina edilen kentler ve yapılar, yok oluşun yalın halini oluşturmuştur. Ancak tam da bu noktada; insan hırsı, tüketim, kapitalist iktisadi anlayış, homo economicus, medya, politikalar, yayılmacı devlet anlayışları, savaşlar, savaş ekonomileri, turizm, madenler ve daha bir sürü şey. Tüm bu kavramların, temelde var eden barakanın, nasıl yok oluşumuza neden olan bir aygıt haline geldiğini açıklayan, arka plandaki kavramlar olduğunu belirtmek gerek.

Sanayi devriminden bu yana, yani toplumsal ve seri üretimin yaygınlaştığı 18. yüzyıldan bu yana çok değil 250 – 300 yıl geçti. Yani yukarıda belirtilen kavramların çoğu aslında bu kadar yıl içerisinde ete kemiğe büründü. Yani yok oluşumuz hayli hızlı.

Oysa binlerce yıllık bir baraka tarihi var elimizde. Göbeklitepe kalıntıları, Çatalhöyük –ki ilk yerleşim yerlerinden biri kabul edilir- Sümer medeniyeti, Neolitik çağlar, Çayönü, Nil ve Ganj kıyıları…

Biliyoruz savaş neredeyse her çağda yaşanmıştır. Ve tabi insanlık tarihinde özellikle diğer türlere göre savaşlar daha vahşi ve kanlı olmuştur. Çünkü hırs.

Hobbes’un “insan insanın kurdudur” (homo homini lupus) önermesini insan insanın yok oluşudur şeklinde değiştirmek yerinde oluyor galiba.

Baraka bu yok oluşta bir imgedir. Baraka temelde saflık içerir. Hayatta kalma temellidir. Dolayısıyla aynı zamanda baraka bir ironidir. Hatta bir tezat. Yokluğun tezatı.

Biz bu tezatı seçmedik ne yazık.

Bir vardık evet ama daha çok bir “yok olduk”.

Ayın Fotoğrafında Baraka

Beklenilen, arzu edilen eski ya da yeni herhangi bir mimari yapı fotoğrafı değildir. Aksine mimari bağlamdan uzak, içerisinde anlamsal kontrast barındıran ve yok oluşa işaret eden fotoğraflar Baraka konusuna dahildir.

Mesela, herhangi bir kent merkezinde gökyüzüne bakmayı deneyin. Ama gökyüzünün bir kısmına değil!

İşte Baraka hallerinin bir örneği olsun bu.

Şunlar da:

Bir gökdelenin altında mimari yapının teknolojisine tezat/uzak herhangi bir canlı da Baraka’dır.

Ya da bir fabrika içerisinde hayatta kalmaya çalışan bir işçi.

Cami önünde el açan da Baraka’dır.

Rezidansının odasına doğa fotoğrafı asan da.

Bir canlının barakasını gaspeden yapılar, HES’ler, maden olacakları da Baraka’dır mesela.

Baraka adlı bir belgesel vardır ayrıca Ron Fricke’in. Genel anlamda yok oluşun bir belgeseli olmasının yanı sıra teknik ve sanatsal anlamda da ileri bir bakış açısı sunar. Metne kaynakça değilse de feyz oluşturmuştur.

Teşekkürler.

Onur AYDIN.

SOKAK SENİ ÇAĞIRIYOR: ANKARA ÜNİVERSİTESİ BEŞEVLER 10. YIL YERLEŞKESİ

Sokak Seni Çağırıyor! mottosuyla; yola çıkarak ikincisini 27 Mart 2022 Pazar günü gerçekleştirdiğimiz etkinliğimizde Ankara içi turlarımızın bu seferki durağı Ankara Üniversitesi Beşevler’ de yer alan 10. Yıl Yerleşkesi oldu.

Bir gün öncesine kadar yağan kar ve soğuk kış havasından sonra, Pazar günü güneşli bir bahar havasında FSK dostlarımız ile Ankara Üniversitesinin rektörlük kapısında toplandık ve uzun zamandır özlediğimiz bu güzel havanın tadını birlikte çıkarmak üzere etkinliğimize başladık.

Ankara Üniversitesi Beşevler 10. Yıl Yerleşkesi, şehrin merkezinde bir vaha gibi hissettiren biyolojik çeşitliliği, tarihi ve muhteşem mimarisi ile 80 yılı aşkın bir zamandır hiç bozulmadan korunan binaları ve peyzajı ile gerçekten fotoğraflanmaya değer bir mekan olarak bizi karşıladı. Yerleşke yaklaşık 200 dönümlük bir alanda; Türkiye Cumhuriyetinin ilk Fen Fakültesi olma özelliğini taşıyan Fakülte Bölümleri, Olimpik Kapalı Yüzme Havuzu, Rektörlük Binası ve daha pek çok sosyal ve idari binaları ve olanakları da kapsayacak şekilde şehrin kalbine kurulmuştur.

Fen Fakültesi; 17 Eylül 1943 tarihinde meclisten çıkan özel bir kanun ile, 8 Kasım 1943 tarihinde resmen kurularak eğitim ve öğretime başlamıştır. 1946 yılında Ankara Üniversitesi’ nin kurulması ile de Ankara Üniversitesi bünyesine dahil olmuştur.

Yerleşke içerisinde yer alan ana binalar, 1941-1943 yılları arasında, İkinci Ulusalcı Mimarlık Akımının etkisinde yer alan iki Türk Mimarı, Sedad Hakkı Eldem ve Emin Onat tarafından yapılmıştır. Binaların dışı tamamen taş kaplama olup, bu sayede binaların içi yazın serin kışın da sıcak olma özelliğine sahiptir. Yüksek sütunlar ve tavanlarında yer alan desenler ile mimari fotoğraf çekmek isteyenler için bulunmaz yapılar arasındadır.

Fen Fakültesinin bahçesinde yer alan iki adet nilüferli ve japon balıklı havuz da en az binalar kadar ilgi çekici ve tarihidir. Mevsim itibari ile nilüferler henüz açmamış olsa da verdiği muhteşem yansımalar ile fotoğrafçı ekibimizin ilgisini çekmeyi başarmıştır. Yerleşke içirişinde yer alan çeşit çeşit heykeller de oldukça ilgi çekici ve güzel kareler çekmemize hatta biraz da yaratıcı fotoğraflar çekmemize olanak sağladı.

Yerleşkenin biyolojik çeşitliliğinden de bahsetmeden geçemeyeceğim doğrusu; internette yaptığım küçük bir araştırmaya göre 66 farklı kuş türüne rastlandığı söyleniyor. Hatta ağaçların üzerinde daldan dala zıplayan sevimli bir sincap da fotoğrafçılarımıza çok güzel pozlar vererek günümüze renk kattı. Yine bir araştırmaya göre ağaç ve bitki çeşitliliği de oldukça fazla. Yerleşke içerisinde 79 familyadan 281 cinse ait tür ve tür altı düzeyde toplam 445 takson tespit edilmiş. Ayrıca Türkiye’ nin ilk ve en büyük Herbaryumu olma özelliğine sahip, içerisinde en eskisi 1844 yıllarına ait 200.000 den fazla bitki türünü barındıran bir de Herbaryum bulunmaktadır.

Fotoğraf Sanatı Kurumu, 28 yıllık tecrübesi ile bütün fotoğraf severleri Ankara içinde gerçekleştirdiğimiz bu gezilerimize davet ederken, gezilerimize gösterilen ilgi de bizlere ayrıca bir motivasyon kayağı olmaya devam ediyor. Katılan bütün fotoğraf tutkunlarına sonsuz teşekkürlerimizi iletiyoruz. Biz FSK ailesi olarak yılın ilk güneşli Pazar gününü bu güzel grup ile birlikte fotoğraf çekerek, hem eğlenip hem öğrenerek geçirdiğimiz için çok mutlu olduk ve nihayet bahara hep birlikte “Merhaba” dedik.

En büyük teşekkürü de bize kapılarını açarak bu etkinliği düzenlememize yardımcı olan, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanlığına etmeyi bir borç olarak biliyoruz. Fen Fakültesinin Dekanı Sayın Prof. Dr. Sait Halıcıoğlu’ na sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.

27 Mart 2022

Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

Yaşama Tanık Kapılar

Kentsel dönüşüm sonucu yıkılan eski yapıların yerine yapılan yeni binaların her birinin kapıları birbirinin aynısı gibi görünmektedir. Adı modern fakat estetikten yoksun kapılara baktığınızda, size anlatacak bir hikayesi yok gibidir.

Kentsel dönüşüme girmeyen günümüze kadar gelen ahşap evlerimizin her bir kapısı ayrı yapıdadır ve ustasının estetik zevkini yansıtmaktadır.

Tahtayı zımparalarken sevdiğini düşünen çırağın söylediği yanık türküler kapının ahşabında yanık izler bırakmış gibidir. Öyle olmasaydı, o kapılar bugün bile hala aynı hayranlıkla resmedilir, fotoğraflanır mıydı?

Özellikle çiçek saksıları olan kapılarda duyguları ve sevgileri daha çok görebiliriz. Kapı önlerinde çiçeklerin olması doğa ile aramızdaki bir bağdır.

O kapılar ki çoğunun zili yoktu, olması da gerekmezdi. Parmağın bükülerek kapı tokmağına veya ahşaba üç kere vurulmasıyla oluşan sese, hayırdır inşallah fısıldaması ile karşılık verilerek, gelen kişinin hayırla gelmesinin temenni edildiği kapılardır.

Kapılar kolaj, Fatma Gökmen

Okuldan eve gelen evin küçüğünün, kapının bir an önce açılmasını sağlamak maksadıyla avucunun içi ile hızlı hızlı vurulduğu kapılar, bu kapılardır.

Komşunun, kapıyı birkaç kez normal tıklaması ile sesini duyuramadığı ev sahibine, “ne oldu, niye açmıyor?” anlamına gelen yumruklarla dövüldüğü kapılar da bunlardır.

Değil cep telefonunun olmadığı, sabit telefonun bile mahallede sayılı birkaç evde olduğu dönemlerde, bir haber üç gün, beş gün geç de gelse, hep bu kapıların önünde alınırdı.

Kapıyı açtığınızda çocuğunuzun üniversiteyi kazandığına dair belgeyi getiren postacı da başka şehirde okuyan çocuğunuzun mektubunu getiren postacı da bu kapıların önünde karşılanırdı.

Sosyal medya çağında kafamızı gömdüğümüz 5-10 santimetrelik camdan başımızı kaldırarak bu kapıları görmeye çalışsak bile şehirleşme adına betona gömülen şehirlerimizde bu kapılardan ne kadar kaldı ki?

Fatma GÖKMEN

Mart 2022

TOPLUMSAL CİNSİYET ÜZERİNE

Toplumsal cinsiyet (gender) kavramını literatürde ilk kullanan 50li yıllarda, John Money’dir. 1972 yılında yayımlanan “Sex, Gender and Society” kitabında Ann Oakley, cinsiyeti, biyolojik (erkek/kadın) ve toplumsal cinsiyet (erkeklik ile kadınlık arasındaki toplumsal bakımdan eşitsiz bölünme) şeklinde ele almaktadır. 70’ler itibariyle toplumsal cinsiyet (gender) kavramı daha net bir şekilde feminist hareket ile kullanılmaya başlanır.

Toplumsal cinsiyet, erkek egemen sistemin kadınlar üzerinden yürüttükleri bir politikadır. Bunu ilk duyduğumuzda, kulağa oldukça sert gelebilir. Bu durumu pek çok örnekle sizlere anlatmam mümkün;

  • Kadın bedeni üzerindeki kapitalist hegemonya (benzer bir durum erkekler için de tartışılabilir)
  • Medya üzerinden yürütülen kadını ezme ve ikinci sınıf gösterme politikası
  • Kadın cinayetleri
  • Kadına yönelik; iş yerinde, evde, toplumun her notasında görülebilen fiziki ve psikolojik şiddet
  • Taciz ve tecavüzler

Bu üstte bahsettiğimiz ve daha da fazlasını içeren pek çok gerekçe, bugün kadının hakkettiği eşit değeri görebilmesi ve görünür olması için konuşmamız, tartışmamız gereken başlıklar.

Fotoğraf: Ayça KARAOĞLAN

Elbette bu ve benzer baskılar sadece kadınların başına gelmiyor dediğinizi duyar gibiyim. Kadın, çocuk, hayvan ve doğanın geri kalanı erkek egemen yapıda baskı ve denetim altında bilinçli bir şekilde ezilmektedir. Erkek egemen sistemde, erkekler de farklı baskılara maruz kalmaktadır. Kadın/Erkek derken bile bir ayrımcılığa ve eşitsizliğe sebep oluyoruz.

Doğurgan olana karşı yürütülen ikinci sınıf muamele, tarihsel anlamda kentleşme, endüstriyel devrim ve kapitalizm ile günümüze taşınıyor.

Toplum, kendi içinde ayrışmaya en küçük biriminde başlıyor. Çocuklara doğdukları an itibariyle toplumsal bölünme ve eşitsizlik üzerinden bilinçsizce yüklenen sorumluluklar var. Kız çocukları, evinin kadını olması, evlenip çocuk sahibi olması, evine, çocuğuna, eşine bakması için büyütülüyor ve telkin ediliyor. Türk toplumunda, tüm kadınların bilinç altında bu mesajlar kazılıdır. Çünkü “kadın evde, erkek dışarıda çalışır” fikri sistematik olarak her kanaldan bireylere işlenir.

Ahlak ve namus nedense kadına yapıştırılmış yaftalardır. Topluma mal olmuş sözlerin, küfürlerin temelinde bile kadını aşağılamak vardır. Burada doğurgan olanın tehlikeli olması ya da korunması gerektiği fikri temelinden hareket edildiğini düşünüyorum.

Kadınların cinayet haberlerinden daha farklı şekillerde toplumda görünür olması, eşitsizliği her birey için ortadan kaldırmak çabası ile çalışmalıyız. Bunu dünyanın geleceği, çocuklarımızın geleceği ve zihinsel olarak sağlıklı nesiller yetiştirmek için yapmalıyız.

Günümüzde, kendi parasını kazanıp, ayakları üzerinde duran nice başarılı kadın var. Her kadının, toplum içinde diğer bireyler ile eşit hak ve görünürlüğe sahip olması bir insanlık hakkıdır. Zira toplumsal cinsiyet eşitliği bir insan hakları sorunudur.

Toplum kadına gerekli hakları verip, okumasına, kendini geliştirip bir iş sahibi olmasına ön ayak olmalıdır. Sonraki nesillerin yetişmesinde kadınların payının yadsınamaz olduğunu kabullenmek gerekir, cinsiyet fark etmeksizin.

Cinsiyet bölücü bir kavramdır. Arı Kovanı ise bir başkaldırıdır.

Altı hafta birlikte çalıştığımız tüm arkadaşlarıma teşekkür ederim. Böylesine hassas ve toplumsal anlamda kanayan bir yaraya birlikte sanatsal olarak yaklaştık. Amacımız ortaya çıkacak fotoğrafların ve fikirlerin toplumun her kesimine basit ve anlaşılır bir dille ulaşması.

8 Mart 2022 Saat 19:00’da TFSF Sanat Galerisinde sergimizi ziyaret edip, fotoğraflarla verdiğimiz mesajları bizlerle birlikte okumanız dileğiyle.

Sevgiler,

Ayça Karaoğlan

Mart 2022, Ankara

SOKAK SENİ ÇAĞIRIYOR: YAHUDİ MAHALLESİ

“Sokak Seni Çağırıyor!” mottosu ile yola çıkıp ilkini gerçekleştirdiğimiz etkinlikte, FSK’ nın 28 yıllık tecrübesini de arkamıza alarak, Ankara’nın sokaklarında yürüyüp fotoğraf çekmenin keyfini hep birlikte yaşadık. Öğlen saatlerinde Gençlik Parkının karşısında Melike Hatun Camii’ nin önünde toplandık, şansımızdan hava da yürüyüş için çok güzeldi. Pandemide evlerine kapanmaktan sıkılan, yaklaşık 50 kişilik bir fotoğraf sever toplulukla hep birlikte Yahudi Mahallesine doğru yürüdük. Fotoğraf makineli böyle kalabalık bir topluluk Ulus sokaklarında bir hayli de ilgi çekti aslında.

Yahudi Mahallesi adını, bu mahallede yaşamış Ankaralı Yahudi topluluğundan alıyor, şu an mahallede hiçbir Yahudi yaşamıyor olmasına rağmen, zaten günümüzde Ankara’ da yaşayan toplam 30 tane Yahudi olduğu söyleniyor, bir zamanlar bu sokaklarda Müslüman halk ile birlikte barış ve huzur içinde yaşadıklarını mahalleye girdiğinizde hissedebiliyorsunuz. Mahallede hala aktif olarak kullanılan bir Sinagog bulunuyor. Günümüzde mahallenin ismi İstiklal Mahallesi olsa da, Ankaralılar tarafından hala Yahudi Mahallesi olarak anılıyor.

Ankara’ da Yahudilerin izleri M.Ö. 1. Yy. a kadar gitmekle birlikte, 1492’ de İspanya’ dan 1497’ de de Portekiz’ den Osmanlı’ya göç eden Seferad Yahudilerinin bu bölgeye yerleşmesi ile mahalle Yahudi mahallesi olarak anılmaya başlamıştır. Mahalledeki evler bakımsız ve yıkılmaya yüz tutmuş durumda olsa da o eski mahalle dokusunu koruyabilmiş nadir yerlerden biridir. Tipik eski mimarinin görüldüğü en önemli sokak Sinagogun da yer aldığı Birlik Sokak’ tır. İtalyan bir mimar tarafından yapıldığı söylenen Sinagogun tam karşısında yer alan iki ev Hayim Albukrek Evi ve Araf Evi oldukça ilgi çekicidir. Gezerken gördüğümüz bu evlerden bir tanesinin restorasyonu tamamlanmış, diğeri de restore edilmeyi bekliyor. Restorasyonun çok başarılı olduğunu söyleyemiyor olmakla birlikte bu güzel evlerin yıkılmadan kurtarılması adına önemli bir gelişme olduğunu düşünüyorum.

Çocukluğunda bu mahallede yaşan Yahudi vatandaşlarımızın söylediğine göre bu mahallede yaşayan Yahudiler 1939’ da 1. Dünya Savaşı ile bütün dünyada yayılan Anti-Seminizmden hiçbir zaman etkilenmemişler. Bu mahallede Müslüman Türk halkı ile birlikte sorunsuz bir şekilde yaşamışlar. Mahallenin bu özelliğinin de ayrı bir değere sahip olduğunu düşünüyorum.

Mahalleye kadar gelmişken engelleri aşan ressam Muhammed Yalçın’ ın evine de uğramadan dönemezdik tabi. Kendine özgü renkli tarzı ile zihinsel engeline rağmen bütün evini rengarenk boyayan takdire şayan sıra dışı bir insan Muhammed. Muhammed ve ailesi tüm misafirperverlikleri ile bizi de evlerinde misafir ettiler. Grubumuza çok güzel fotoğraflar çekme fırsatını verdiler. Zaten mahallede model bulmakta hiç zorlanmadık. Çocuklar, kadınlar, sokak satıcıları hepsi bize seve seve modellik yaptılar.

Günün sonunda tatlı bir yorgunluk olsa da ilkini gerçekleştirdiğimiz ve her ay yapmayı planladığımız “Sokak Seni Çağırıyor” etkinliğimizi bence amacına ulaşmış bir şekilde ve keyifle tamamladık. Bizimle birlikte bu etkinliğe katılan herkese ve Yahudi Mahallesi sakinlerine çok teşekkür ediyoruz.

Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

27 Şubat 2022

Karşılaştırmalı Fotoğrafçı Okumaları

Jeff Wall ve Antoine D’agata

Jeff Wall

Jeff Wall, 29 Eylül 1946 yılında Kanada, Vancouver’da doğdu.1964-1970 yıllarında lisans ve yüksek lisansını British Columbia Üniversitesi, Sanat Tarihi Bölümü’nde tamamladı. Bir medya teorisyeni olarak sosyolojik, felsefi ve estetik metinleri incelediği dersler verdi. Düsseldorf Sanatları Akademisi’nde de çalışan Wall, 1999’da emekli olana kadar British Columbia Üniversitesi’nde profesörlük yaptı. Fotoğrafçılık kariyerinin yanı sıra sanat üzerine teorik metinleri olan bir akademisyendir.

1970’lerin sonlarından beri Wall sinema ve reklamın gösterim yöntemlerinden ve sanat tarihi birikiminden faydalanarak büyük ölçekli fotoğraflar oluşturdu. Resim, fotoğraf ve sinema estetiğini birleştirdi ve belgesele yakın kurmaca fotoğraflar üretti.

Wall’un imzası niteliğini taşıyan ışık kutularıyla sergileme tekniğinin sinema perdesini hatırlatan bir görünümü vardır. Işık kutuları sokak reklamcılığı için kullanılan bir çerçevedir. Bu sayede Wall hem sokağın ruhunu sanatı ile birleştirmiş hem de beyaz perdede izlediğimiz bir film sahnesini andıran görselleriyle sinematografik bir ekti yakalamıştır.

Fotoğraflarında aradığı görsel etkiyi yakalamak için her detayı incelikli bir şekilde tasarlar. Ön hazırlık aşamasında mekanın kurgulanması, kostümlerin belirlenmesi, oyuncuların seçimi, ışık, dekor gibi bir film sahnesi için gerekli hazırlıklara benzer çoğu aşamayı tasarlar ve bir set kurar. Fotoğrafların son hali genellikle samimi ve kendiliğinden gelişmiş bir an gibi görünse de bütün süreç uzun uğraşlar sonucu elde edilmiş ve oldukça zaman alan işlerdir.

Konularının çoğu, sanatçının kendi hayatında tanık olduğu, okuduğu veya duyduğu anlardan gelir. Ancak, bu anları tam olarak kopyalamaktan ziyade, bu sahneleri bir olayın ortasında donmuş anlar olarak görüp tasvir ettiği gibi, görsel ve fiziksel unsurları değiştirerek kendi beğenisini çeken yönleriyle yeniden yaratır. Fotoğraflarıyla Wall, sanatın estetikten uzak, her günkü görsel ve anlatı şeklini ortaya çıkarırken, gündelik görüntüleri fotoğraf alanına katar. (Tuncer,2019, s.20)

Wall fotoğraflarında sokak fotoğrafçılığının anı yakalama ruhunu yansıtır. Fotoğraflarındaki kompozisyonları sanat tarihinin anıtsal tablolarından ilhamla düzenler ve işlerinin arka planında referans aldığı resimlere gönderme yapar.  Birçok fotoğrafı sanat tarihinden uyarlamadır ancak düzenlemeyi kendi hatıralarındaki imgeleri kullanarak yapar. Bu durum uyarlama tabloyu değil Wall’ın imgesini ön plana çıkartmayı sağlar.

Wall gerçekliğin kopyasını ortaya koymak amacıyla sanatsal sahnelerini kurguladığı görsellerini tanımlamak için ‘neredeyse belgesel’ terimini kullanmayı öne sürer. Sanatçının bu alandaki eserleri, sahnelenen fotoğrafın nasıl dönüştüğünü; sanatçıların izleyicilerini etkilemek için nasıl yeni keşifleri sürdürdüklerini bizlere gösterir. (Tuncer,2019, s.70)

Fotoğraf ile hikaye anlatmakta akla gelen ilk isimlerden biri Jeff Wall’dur. Büyük uğraşlar sonucu kurguladığı fotoğrafları bize gündelik hayatın içinden karşılaşabileceğimiz bir kare hissini uyandırır.  Oyuncular genellikle hareket halindeyken fotoğrafa yakalanmışlar gibi görünür, yüzlerindeki mikro mimikler, tavır ve davranışları bize olay hakkında ipuçları verir. Bu sayede izleyici kolaylıkla fotoğrafın gerçekçiliğine ikna olur ve hikayeyi kendi içinde tahmin yürüterek düşünmeye başlar.

Wall, ‘gerçekliği temsil etmek’ yerine gerçekliği tam da kurguyu işin içine katarak ‘yeniden kurmakta’, ‘yeniden inşa etmek’tedir. Gerçekliğin yeniden kurulması sadece kurgusal gerçeklik olarak inşa edilmesiyle olanaklıdır. Gerçekliği ‘ayraç içine alan’ Wall, gerçekliğe ilişkin kendi deneyimini yeniden inşa eder. Her yeniden inşa kuşkusuz ancak kurgusallık ile ilişkili olabilir. Diğer taraftan kurgusallık ile olanaklı her yeni inşa ancak ve ancak gerçekliğin yeniden kurulmasıdır. (Mocan, 2017, s.61)

jeff wall, dead troops talk, 1992
jeff wall, mimic,1982
jeff wall, passerby, 1996
Jeff Wall – A Sudden Gust of Wind (after Hokusai), 1993
Jeff Wall, A View from an Apartment

Antoine D’agata

“Önemli olan bir fotoğrafçının dünyaya nasıl baktığı değil, onunla olan yakın ilişkisidir.”

Antoine d’Agata, 1961’de Marsilya’da doğdu. 1983’te Fransa’dan ayrıldı ve çeşitli ülkelere yolculuk yaptı. 1990 yılında New York da Larry Clark ve Nan Goldin’den dersler aldı ve onların fotoğraf üslubundan etkilendi.

1991-92 yıllarında New York’ta bulunduğu süre içerisinde Magnum’un yazı işleri bölümünde stajyer olarak çalışan d’Agata, ABD’deki deneyimlerine ve eğitimine rağmen 1993’te Fransa’ya döndükten sonra dört yıllık bir eğitim aldı. İlk fotoğraf kitapları De Mala Muerte ve Mala Noche 1998’de yayınlandı ve ertesi yıl Galerie Vu çalışmalarını dağıtmaya başladı. 2001’de Memleketi’ni yayınladı ve genç fotoğrafçılar için Niépce Ödülü’nü kazandı. Düzenli olarak yayın yapmaya devam etti: Eylül ayında Paris’te açılan 1001 Nuits sergisine eşlik eden Vortex ve Insomnia 2003’te çıktı; Stigma 2004 yılında yayınlandı ve Manifeste2005 yılında.

Antoine d’Agat. Tijuana,Meksika. 2000.

D’Agata fotoğraflarında bireysel gerçekliği yakalar. Kendi gerçekliği üzerinden dünyayı anlama ve anlamlandırma çabasını sunar izleyiciye. O fotoğrafladığı dünyanın bir parçasıdır ve bize hayatından parçaları tüm çıplaklığı ile ortaya koyar. Fotoğrafları bilinç dışının bir ürünüdür.

Çekeceğim şeyi önceden belirlemekten kaçınmaya çalışıyorum. En azından elimden geldiğince bilinçsiz davranmaya çalışıyorum. Ve sonunda fotoğraflarımın konusu seks, ölüm gibi varoluşun en temel meselelerinden oluşuyor.” (Öztürk, 2003, s. 35).

Bağımlılık, alkol, uyuşturucu, sex ve fahişlerle dolu fotoğraflarını madde kullanarak, en yüksek zevke ulaştığı ve bilinçsizlik halini yaşadığı anlarda çeker.

Antoine d’Agata, Insomnia, İstanbul 2003

D’Agata’nın fotoğrafları çoğunlukla amorf görüntülerdir; yüksek kontrastlı, odak dışı bulanıklıklar ve şekilsizleşen bedenler; ancak bunun nedeni bilinçli olarak uygulanan bir deformasyon değil; içinde bulunduğu bilinçli olmama halinin yarattığı koşullardır. Teknik unsurları göz ardı ederek; fotografik görünen anları önemsemeden, sadece yaşadığı deneyim anının, başka bir deyişle o anki durumun, onun normal olma durumunun fotoğraf makinesiyle kaydedilmesidir.(Akkaya, 2015, s.333)

Antoine d’Agata, Las Palmas, Kanarya Adaları 2004

D’Agata’nın fotoğrafları klasik belgesele daha yakın duran bir anlatım içerir. Ancak Magnum’da geçirdiği süre boyunca tipik bir fotojurnalist olmak istemediğini fark ederek; kendi yolunu bulmanın önemini keşfeder. Kolay anlaşılabilir semboller aracılığıyla mesaj veren klasik belgesel fotoğrafın aksine; kendi bulunduğu durumu içerden aktaran bir fotoğrafçı olmayı seçen D’Agata, var oluşunun içsel anlamını dışa vuran deneyimlerle, dar bir bakış açısı bile olsa, dünyayı kendi gördüğü şekliyle fotoğraflarına yansıtmayı tercih eder.(Akkaya, 2015, s.329)

Antoine d’Agata, Bangkok, Tayland 2007
Antoine d’Agata, Phnom Penh, Kamboçya 2008

KAYNAKÇA

Akkaya, Şahinde. Mahremiyet, Melankoli ve İktidar Bağlamında Antoine D’Agata. Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Kültürel Çalışmalar Dergisi. 2015, 2(1): 315-337

Tuncer, Selin. Jeff Wall: Sanat Tarihi Referanslı Çağdaş Uyarlamalar. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul Teknik Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Mocan, Ahmet Can. (2017). Jeff Wall Fotoğraflarında Gerçekçilik ve Kurgusallık İlişkisi Üzerine Bir İnceleme, Yüksek Lisans Derecesi, Işık Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Öztürk, R.(2003). D’Agata’nın Gece Notları. Geniş Açı Fotoğraf Sanatı Dergisi. Sayı: 27.

S.34-37

Ayşe Beyza TÜRKER

Mart 2022

Gelişmiş Bir Toplum İçin Önce Kadın

Her yıl mart ayı gelip de takvimler ayın 8’ini gösterdiğinde, dünyada ve ülkemizde pek çok etkinlikte kadınların daha çok söz sahibi olmasına yönelik çalışmalar yapılıyor. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne özel olarak FSK’da “Ayın Fotoğrafı” etkinliğinin konusunu “Kadın” olarak belirledi. Bu vesile ile bir kadın fotoğrafçı olarak, ayın fotoğrafı etkinliğinin değerlendiricisi olmam ve aylık bülten için bugüne özel bir yazı kaleme almam istendi. Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonunun sadece kadın fotoğrafçıların katılımına açık bir fotoğraf sergisi planlaması, fotoğraf camiasının kadına yönelik bir başka etkinliği olarak da dikkat çekiyor.

Kadın, Gülcan ACAR

Senede bir gün de olsa, her yıl 8 Mart günü kadınlar tüm dünyaya seslerini duyurmaya ve sorunlarını anlatmaya çalışıyor. Haklarını aramak üzere bir araya gelen kadınlar, sokakları dolduruyor, yürüyüşler düzenliyor. Toplantılarda, etkinliklerde, televizyon programlarında kadınlar konuk oluyor; kadının aile yaşamı, iş yaşamı ve toplum içindeki rolünün önemi bir kez daha gözler önüne seriliyor. İş yerlerinde karanfiller dağıtılıyor, hediyeler alınıp veriliyor, eğlenceler düzenleniyor, kutlamalar yapılıyor. Ancak bu kutlamalar, arası kapatılamayan toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin gölgesinde mutsuzluğa ve umutsuzluğa dönüşüyor. Her ne kadar kadınlar mücadeleden vazgeçmese de kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz, cinayet ve sömürü her geçen yıl artan sayıda sürüyor. İster mavi yakalı, ister beyaz yakalı olsun; ister özel sektör çalışanı, ister devlet memuru olsun kadın, erkek çalışana göre daha katmerli bir ayrımcılığa maruz kalıyor. En kötüsü de başına gelen her kötü olayın sorumlusu olarak yine kendisinin gösterildiği acımasız bir eleştirinin de kurbanı oluyor. Şiddet ve taciz hasır altı edilirken, buna çanak tutan cinsiyetçi politikalar siyaset kürsülerinden açık açık seslendiriliyor. Belki de aynı politik etkenlerle kadın; eğitim, sağlık, yargı, akademi gibi alanların alt kademelerinde cinsiyet eşitliğine yakın düzeylerde var olmasına rağmen, karar mekanizmalarında yok denecek kadar az sayıda yer alıyor. Pek çok kişiye ulaşan bu bültenimiz aracılığı ile sormak isterim; sizce sanat alanında durum farklı mı? Çoğu alana göre nispeten daha seçkin bir zevkin sahibi sanat dünyasında, bir kadın ve erkek sanatçı arasında toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin izlerini görebilir miyiz? Kadın her şeyden önce bir kadın iken, sanata, yüksek zevklere, ancak kadınlık görevlerinden arta kalan vakitlerinde zaman ayırabiliyorken sizce bu eşitsizliğin doğmaması mümkün mü?

Kadın, Gülcan ACAR

İki yılı aşkın bir süredir dünyaya musallat olan pandemi ile evlere kapandığımız süreç, ekonomide yaşanan sıkıntıların yanı sıra kadının emeği ve bedenine yönelik sömürüyü artıran bir fırsat haline geldi. İstihdamdan ilk önce kadınlar kopartıldı; sosyal yaşamdan, üretimden uzaklaşarak güvensiz ev içlerinde şiddetle baş başa bırakıldı. Böyle bir toplumda, kadın ve sanatın buluşmasının kadınlar için çok önemli bir sığınak olduğunu düşünüyorum.

Kadın, Gülcan ACAR

Son yıllarda yaşanan doğal afetler ve özelikle de pandemi hayatın anlamını sorgulatıp yaşam önceliklerini değiştirdi. Gelişen teknoloji insan hayatına, alışkanlıklarına, yaşama biçimine, kültürüne yönelik köklü değişiklikler yarattı. Bütün bu değişim ve gelişmelerden kadın kendine düşen payı alsa da aile içerisindeki yerini ve toplumdaki nüfuzunu daha güçlü hale getirecek ne toplumsal ne de hukuki desteği bulabiliyor. Unutulmamalıdır ki kadının toplumsal yapının bütün kademelerine ve unsurlarına tam ve eşit olarak katılımı, temel bir insan hakkıdır. Gelişmiş, çağdaş ve refah içinde bir toplum yaratmanın önde gelen koşulu da toplumsal cinsiyet eşitliğidir. Bu nedenle bu meseleyi sadece kadın hakkı olarak değil, toplumun huzur ve refahını etkileyen bir hak ve demokrasi mücadelesi olarak görmek yerinde olacaktır. Bu mücadelede kadının hayatına sanatı daha çok dâhil edecek çalışmalar da yapmalıyız.

FSK’da gerçekleştirilecek ayın fotoğrafı etkinliği vesilesi ile direnen, üreten, inadına yaşam, inadına aşk diyen, ana olan, kardeş olan, yar olan ve aslında insan olan kadının kocaman dünyası, bakalım fotoğraf karelerinde nasıl dile gelecek…

Gülcan Acar

24 Şubat 2022