Millî Mücadele’nin zafere ulaşmasının en önemli lojistik yollarından bir tanesi İnebolu-Ankara hattıdır.
Kağnı tekerleklerinin gıcırtısı gecenin sessizliğini yırtıyor. Omuzlarındaki yükten kamburu çıkmış yorgun bedenler yırtık çarıklarıyla yürüyorlar Kastamonu’ nun yürekli insanları eski yolda. Attıkları her adımın bağımsızlığa doğru giden uzun yolun bir parçası olduğuna inanarak azimle yürüyorlar. İstanbul ve Rusya’ dan gemilerle İnebolu’ ya getirilen silah ve cephaneyi tam üç yıl boyunca Ankara’ ya taşıyorlar, sabırla. Bu güzergâhın önemini Mustafa Kemal Atatürk“Gözüm Sakarya’ da, Dumlupınar’ da; kulağım İnebolu’ da.” sözüyle belirtmiştir.
Bir ulusun yeniden doğuşunun destanı yazılıyor Kastamonu’ dan …
9 Haziran 2025 Perşembe günü, İnebolu Türk Ocağı önünde saygı duruşu ve İstiklal Marşı okunarak il protokolüyle beraber Kastamonu merkezinde yer alan Kışla Parkı’ na doğru 95 kilometrelik tarihi güzergâh yürüyüşümüze başladık.
Yürüyüşün ilk gününe farklı şehirlerden gelen çok sayıda dağcılar, Nevşehir Jandarma At ve Köpek Eğitim Merkezi Komutanlığı (JAKEM), Kastamonu Jandarma Komando Eğitim Alay Komutanlığı, Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi öğrencileri, UMKE ve 112 Acil Servis personelleri katıldı.
İnebolu’ nun eski evlerle süslenmiş sokaklarından geçerken halkın coşkusu tezahüratı arasından yürüyüşümüz renklenmiş ahşap evler, sardunyaların sarktığı pencereler, ilgi çekici tokmaklarıyla kocaman kapıları, taş kaldırım sokaklarından; Türkiye’nin İstiklal Madalyası’ na sahip tek ilçesi olan İnebolu’ dan coşku ile başladı.
Yürüyüşe Kastamonu Dağcılık ve Doğa Sporları Derneği Başkanı Dr. Alp Arslan liderlik etti. İlk gün yürüyüşü, İnebolu Türk Ocağı önünden çıkıştaki Taşoluk ayrımına vardığımızda; kalabalık kent yaşamından uzaklaşıp doğanın sevecen kollarıyla sarıldığımızı hissettik. Artık orman yoluna dönüşen eski yolun bir yanı orman, diğer yanıysa derin bir vadi idi. Karşı tepelerdeki dağınık mahalleler, yeşillikler arasından insanlar el sallayarak selam gönderiyordu yürüyüşçü konuklarına. Uğrak Köyü’ ne vardığımızda fındık bahçelerinin manzarası ilgimizi çekiyordu …
Yukarı Çaylı Köyü’ nde verilen öğle yemeğine kadar aralıksız görsel güzellikler arasında zorlu yürüyüşümüz devam etti. Bir saat süren öğle yemeği arasından sonra yürüyüşümüze, Yukarı Çaylı Köyü’ nden itibaren vadiyi solumuza alarak devam ettik. Kiraz, kayın, kestane ve çam ağaçları arasından kıvrılan yol, Çuhadaroğlu’ na doğru yükseliyordu. Eski kağnı yolu, yemyeşil çimlerle ve renkli çiçeklerle kaplanmıştı. Karşıdaki köyleri kaplayan sık orman dokusu, yaban hayatın o kadar da uzağında olmadığımızın bir göstergesiydi. Yamaçlara sıralanan ayva, fındık ve çam ağaçları arasından yürüyerek, Soğukpınar, Adar ve Beyler köylerindeki ahşap evler arasından geçerek; İlk gecenin geçirileceği Çuha Doruğu kamp alanına ulaşıldı.
Toplamda 20 kilometrelik ilk gün yürüyüşünü tamamladıktan sonra orman içinde kamp alanında çadırlarımızı kurduk. Yemek molası verdik; akşam ateş yakılarak ateş başında arkadaşlarla sohbetlerden sonra, ertesi günün yürüyüşü için çadırlarımızda dinlenmeye geçtik.
Sabah kahvaltı sonrasında çadırlarımızı toplayarak 24 kilometrelik ikinci gün yürüyüşüne Çuhadaroğlu kamp alanından başladık. İkiçay Vadisi’ ne inen ikinci etapta; doruğu kaplayan sis bulutu, aşağıya indikçe dağılıyor ve nefis bir manzara seriliyordu önümüze. Coşkun yeşilin türlü tonlarını giyinmiş bir orman, tepelere yayılan köy evleri, vadiyi verimli kılan coşkun bir dere ve uzaklarda heybetle dikilen Kara Cehennem Boğazı’ na çam ağaçlarının kokusu eşlik ediyordu …
Küre Dağları doğal güzellikleri arasındaki 10 km’lik yürüyüşümüz sonrasında Ayrancı Yaylası’ nda öğle yemeği arası verildi. Küre ilçe girişinde yürüyüşçüleri Küre Yatılı Bölge Okulu öğrencileri, Kastamonu Jandarma Komando Eğitim Alay Komutanlığı ve Küre’ de oturan çok sayıda vatandaş coşkuyla karşıladılar. Küre ilçe merkezine, Kastamonu Jandarma Komando Eğitim Alay Komutanlığı önderliğinde girildi. İlçe merkezinde yerel halka ve yürüyüşçülere Millî Mücadele ruhunu yansıtan tiyatro oyunu sergilendi. Ayrıca bölgede eğitim gören ilkokul öğrencileri tarafından yerel halk oyunu gösterisi yapıldı.
Küre Belediyesi tarafından sunulan Ecevit Çorbası ikramı yapıldıktan sonra yürüyüş, ikinci gün kamp yeri olan Ecevit Hanı’ na doğru yoğun yağmur altında devam etti. Toplamda 24 kilometrelik ikinci gün yürüyüşünü tamamladıktan sonra orman içinde Ecevit Han kamp alanında çadırlarımızı kurduk. Yemek molası verdik; akşam ateş yakılarak ateş başında arkadaşlarla sohbet ederken ıslanan kıyafetlerimizi kuruttuk.
25 kilometrelik üçüncü gün yürüyüşü Ecevit Hanı’ ndan başladı. Orman ve toprak, kimi zamansa asfalt olarak devam etti. Patika yol, inişli çıkışlı doğal güzellikler arasında geçen zorlu bir yürüyüşten sonra Ödemiş Köyü’ nde öğle yemeği molası verildi.
Yemekten sonra yürüyüşümüz, Ahmet bey ve Oyrak köylerini geçip Kırcalar’ da devam etti ve sonrasında Şerife Bacı Anıtı’ nı ziyaret ettik. Millî Mücadele’ nin kadın kahramanlarından olan Şerife Bacı, Kurtuluş Savaşı sırasında Türk ordusuna cephane taşırken kağnısının üzerinde donarak can vermiş bir kahramandır.
Saygı duruşundan sonra Şerife Bacı Anıtı’ ndan Seydiler ilçe merkezine, çok sayıda vatandaş, öğrenci ve Kastamonu Jandarma Komando Eğitim Alay Komutanlığı jandarma komandoları ile birlikte yürüdük. Seydiler ilçe merkezinde Kurtuluş Savaşı ruhunu yansıtan tiyatro gösterisi sergilendi.
Seydiler Belediyesi tarafından biz yürüyüşçülere ve törene katılanlara çorba ikramı yapıldı. Ardından biz yürüyüşçüler, son kamp yeri olan Halkacılar Yaylası’ na doğru yürüyüşe geçtik.
Toplamda 25 kilometrelik üçüncü gün yürüyüşünü tamamladıktan sonra orman içinde kamp çadırımızı kurduk. Yemek molası verdik; akşam ateş yakılarak ateş başında bir süre sohbetten sonra günü tamamlayarak çadırlarımıza dinlenmeye çekildik.
Yürüyüşün 27 kilometrelik son etabı Halkacılar Yaylası’ndan başladı. Muhteşem manzaralar arasında zorlu asfalt ve toprak yoldan devam ederek yürüyüş rotamızda olan Kurtuluş Savaşı gazisi Halime Çavuş’ un mezarını ziyaret ederek saygı duruşunda bulunduk.
Ardından çok sıcakta asfalt yoldan yürüyerek Gölköy Orman Fidanlık İşletme Şefliği’ne ulaşıp öğle yemeği molası verdik.
Bu noktada Kastamonu Valisi, yürüyüşçüleri sembolik İstiklal Madalyası ve katılım belgeleri ile onurlandırdı. Ardından yürüyüşümüze Kastamonu merkezinde yer alan Kışla Parkı’na doğru devam ettik. Atatürk’ün Kastamonu ziyaretinde önemli duraklardan biri olan Taş Köprü’yü geçip Kastamonu’ya girdik.
Eski çarşısı, güzelim konakları, tarih kokan sokaklarıyla yaşamın telaşı içinde karşıladı şehir bizi. Resmî törenlerin ardından dört gün boyunca devam eden, toplamda 95 kilometrelik tarihi yürüyüşü tamamlamanın gururuyla Ankara’ ya döndük.
Fotoğrafı çoğu zaman “ışığın kaydı” diye tanımlarız. Ama renkler işin içine girdiğinde, bu basit tanım birdenbire büyülü bir şeye dönüşür. Çünkü renkler sadece gördüğümüzü göstermez; hissettirir, hatırlatır, bazen de uyarır. Fotoğraf bu yüzden yalnızca bir görüntü değil, aynı zamanda duyguların, anıların ve çağrışımların da taşıyıcısıdır.
Geçmişte siyah beyaz karelerin hâkimiyeti, fotoğrafı zamansız ve sade bir estetikle sınırlandırırken; renkli fotoğrafın ortaya çıkışıyla birlikte görsel anlatım yeni bir boyut kazandı. Fotoğraf, icadından bu yana renk ışığın kaydını duyguya dönüştüren en güçlü öğe oldu. Bu yüzden fotoğrafçılar için renk, yalnızca estetik bir seçim değil, kompozisyonun ruhunu belirleyen, boşlukları dolduran ya da izleyiciyi belirli bir duyguya yönlendiren bir anlatım stratejisi olarak konum edindi. Bir fotoğrafın izleyicide bıraktığı ilk etki çoğu kez renklerle başlar oldu: mavi huzuru çağırdı, kırmızı hareketi ve tutkuyu tetikledi, yeşil doğanın sürekliliğini hatırlattı. Ama bütün renkler içinde ışığın kendisine en yakın duran renk olarak sarının ayrı bir yeri oldu.
Bir fotoğrafta sarı, bazen gün doğumunun ilk sıcaklığı, bazen gün batımının huzurlu vedasıdır. Güneşin doğuşunu ve batışını haber veren ilk ve son ışık demetiyle, günün altın saatlerinde kadrajı dolduran sıcak tonlarıyla sarı, fotoğrafçılar için yalnızca bir renk değil, bir atmosfer yaratma aracıdır. Çekilen bir karede tek bir sarı detay bile, tüm kompozisyonun duygusal tonunu değiştirebilir; boşlukların arasında parlayan bir lamba, gri bir sokakta beliriveren sarı bir çiçek ya da sade bir duvarın önünde duran sarı bir nesne, izleyicinin bakışını yönlendirir ve fotoğrafı hafızada kalıcı kılar.
Sanat tarihinde de sarı her zaman çelişkili bir anlam taşır. Van Gogh’un ayçiçeklerinde hayatın canlılığını ve coşkusunu buluruz; ama aynı renk, bir trafik levhasında bize durmamız gerektiğini hatırlatır. Bu ikilik fotoğrafın içinde de hep vardır: sarı, hem umut hem uyarı, hem sıcaklık hem mesafe yaratır. Minimalist bir fotoğrafta tek bir sarı çizgi, geniş boşlukların ortasında izleyiciye yalnızlığı hissettirebilirken; kalabalık bir karede aynı ton, coşkunun ve enerjinin kaynağı gibi görünebilir.
Sarı, aynı zamanda fotoğrafın belleğe açılan kapısıdır. Eski analog baskıların zamanla sararmış kenarları bize geçmişi fısıldar. Dijital çağda bile bir filtreyle eklenen sarı ton, bizi anında eski aile albümlerinin nostaljik dünyasına götürür. Bu nedenle sarı, yalnızca bugünü değil, geçmişi de fotoğrafın içinde yaşatır.
Kısacası sarı, fotoğraf için yalnızca bir renk değildir. Işığın, belleğin ve duygunun dilidir. Kimi zaman dingin bir sabahın huzuru, kimi zaman bir uyarının sertliği, kimi zaman da eski bir anının buruk sıcaklığıdır. Bir kareye tek başına derinlik, anlam ve atmosfer katabilir. Fotoğrafçı için sarı, derin bir sembolizmi taşıyabilmesiyle, az ile çok şey söylemenin yolunu aralayan bir araçtır. Belki de bu yüzden sarı, fotoğraf sanatında daima kendi başına bir hikâye anlatır.
Hacı Bayram Camii’nin avlusundayız. Bugün Dr. Ali Vedat OYGÜR hocamızla Hacı Bayram Camii ve çevresini gezeceğiz.
Hadi siz de gezi ekibine katılın. Bakalım hocamız ne diyor?
Fotoğraf:İlter AKINOĞLU
Ankara, her zaman dinler için önemli bir merkez olmuştur. Birçok dini burada görebiliriz. Önce çok tanrılı pagan dinleri vardı. Sonra, Galatların bölgeye yerleşmesiyle Yahudilik geldi. Ardından da Hristiyanlık ortaya çıktı. MS 300’ de Ankara’ nın bir piskoposu vardı. O dönemlerde Hristiyanlık, Roma’ da henüz resmî din olarak kabul edilmemişti. MS 313’ te Büyük Konstantin, Hristiyanlığı Roma’ nın resmî dinlerinden biri olarak tanıdı. İlk kilise meclisi 314’ te Ankara’ da toplanmış. İlk kiliseyi de Aziz Vasileus, Augustus Tapınağı’ nı kiliseye çevirerek kurmuştur. Aziz Pavlus, Ankara’ ya iki defa, 355 ve 360 yılları arasında gelmiştir. Yahudilere vaaz vermiştir. İncil’ de “Galatyalılara Mektup” adlı bir bölüm vardır; bu vaazlardan orada da söz edilir.
Ankara, Danişmentliler tarafından alındıktan sonra İslam yayılmaya başlamıştır. 1350’ den sonra Ahiler gruplar halinde Ankara’ ya gelmeye başlamış ve bu tepeye yerleşmişlerdir.
Meydanın girişinde bulunan kalıntı, Selçuklu dönemine ait bir ev kalıntısıdır. Caminin çevresinde de evler bulunmaktaydı.
Hacı Bayram-ı Velî (asıl adı Numan bin Ahmed), 1352’ de Ankara’ nın Solfasol (Zülfazıl) köyünde doğmuş, 1360–1389 yılları arasında eğitim almıştır. Müderris olduğunda, Ankara’ nın önde gelen medreselerinden Melike Hatun Medresesi’ nde görev yapmıştır. Üç yıl burada çalıştıktan sonra tasavvufu öğrenmek istemiş ve Kayseri’ ye, Aksaraylı Şeyh Hamidüddin’ in dergâhına gitmiştir. Hamidüddin-i Velî (Somuncu Baba) ile Kurban Bayramı’ nda karşılaşmışlardır. O zaman Hamidüddin-i Velî, “İki bayramı birden kutluyoruz!” diyerek ona “Bayram” lakabını vermiş ve talebeliğe kabul etmiştir. Somuncu Baba ile Hacı Bayram’ ın yolları bundan sonra ayrılmaz hâle gelmiştir. Somuncu Baba ile önce Bursa’ ya, sonra da hacca gitmişlerdir.
Somuncu Baba’ nın vefatından sonra, onun işaretiyle Ankara’ ya dönen Hacı Bayram, çiftçilikle uğraşmıştır. Somuncu Baba Ahîdir; Hacı Bayram da Ahîlik geleneği içinde yetişmiştir. Hacı Bayram, Ankara’ ya döndüğünde Bayramiyye tarikatını kurmuştur. Tarikatın üç temel ilkesi vardır:
Yoksullara yardım et.
Yanındakilere meslek öğret.
Hepiniz bir işle meşgul olun.
Bayramiyye tarikatının nüfuzu giderek artmıştır. Öyle ki bu durum, II. Murad devrinde devlet erkânını rahatsız edecek boyuta ulaşmıştır. Bu rahatsızlıkta, o dönemlerde Şeyh Bedreddin ve çevresinde gelişen olayların da etkisi olmuştur. Bunun üzerine II. Murad, saltanatının başlarında (1421–1424) Hacı Bayram’ ı Edirne’ ye davet etmiştir. Hacı Bayram ile görüşen II. Murad, hakkında söylenenlerin asılsız olduğunu anlayınca ona hürmet göstermiş ve Eskicami’ de vaaz vermesini istemiştir. Daha sonra Ankara’ ya dönen Hacı Bayram, irşat faaliyetlerine devam etmiştir. Hacı Bayram-ı Velî, 1430 yılında Ankara’da vefat etmiştir. Kendi adıyla anılan caminin yanına defnedilmiştir.
Fotoğraf:Cengiz PAMUK
Hacı Bayram Camii, ilk yapıldığında bugünkü hâlinden daha küçükmüş. Minarenin olduğu yer ve diğer taraftaki kemerli bölüm sonradan, Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Caminin çevresinde yürümeye devam ediyoruz. Caminin bir köşesi, Augustus Tapınağı’nın köşesiyle birleşmektedir. Bilinçli olarak yapılan bu mimari dokunuş, dinlerin sürekliliğini vurgulamaktadır.
Fotoğraf:İlter AKINOĞLU
Yürüyüşümüze Bentderesi’ ne doğru devam ediyoruz. Yolun sol tarafında Ahi Yakup Camii bulunuyor. Bu cami, Ahi kültürü içinde önemli bir yeri olan Ahi Yakup’ un vakıf eserlerinden biridir. Mimari tarzıyla dönemin Anadolu Ahi-Tekke geleneğini yansıtır; Ankara’nın manevi ve yapısal mirasında kıymetli bir örnektir. Camii, 1392 yılında Ahi Sinan oğlu Ahi Çelebi’ nin oğlu Ahi Yakup tarafından onarılmıştır. Bu tarihten önce de Ahi Şüca, Melik, Ali ve Şerafeddin gibi diğer Ahi reisleri tarafından yapıldığı düşünülmektedir.
Biraz ileride kaldırımın üstünde bir mezar var: Gülbaba’ nın mezarı. O da Ahîlerden biriymiş.
Fotoğraf:Cengiz PAMUK
Sağ tarafta bir yola sapıyoruz. İleride Ankara’nın önemli kuleli yapılarından biri olan İzzet Aykurt Bey’ in evi var. 1924’ te inşasına başlanmış, 1931’ e kadar devam etmiştir. Kule kısmında üst katlara çıkan merdivenler vardır. Yürüyüşümüze devam ediyoruz. Sağ taraftan sokağa giriyoruz. Karşımızda Ankara Kalesi duruyor. Hoca, Bentderesi’ ni işaret ederek Hatip Çayı’ nın geçtiği güzergâhı anlatıyor. 1957’ den sonra yaşanan sel nedeniyle üzeri kapatılmıştır.
Fotoğraf:Cengiz PAMUK
Emir Nusreddin’ in türbesi ve yanında Ördekçiler Mescidi yolun karşı tarafında kalıyor. Eskiden önünde karşıya geçmek için bir köprü varmış. Köprünün adı Ördekçiler Köprüsü’ymüş. Bir diğer köprü de Tabakhane Camii önündeymiş. Şimdi her ikisinin yerinde bulvar var. İleride Şeyh İzzettin’ in türbesi var. Ölüm tarihi 1305 olarak kayıtlara geçmiş. Hacı Bayram’ dan 50 yıl önce yaşamış.
Fotoğraf:İlter AKINOĞLU
Yürüyüşümüze devam ediyoruz, şimdi Şeyh İzzettin Camii’ne geldik. Küçük bir mescit, yapıldığında minaresi yokmuş; sonradan ilave edilmiş.
Şimdi yukarı doğru çıkarak Hacı Bayram Camii’ nin etrafındaki geniş turumuza devam ediyoruz. Buradan Bentderesi’ ndeki cami daha rahat görünüyor. Bu caminin adı Tabakhane Camii’ dir.
Ankara’ daki Tabakhane Camii (diğer adıyla Dabakhane Camii), Bentderesi Mahallesi’ nde yer alan sade, yapısal ve tarihî açıdan etkileyici bir mescittir. 19. yüzyıl başlarında, muhtemelen Kadı Necmeddin’ in vakfıyla inşa edilmiştir. Doğrudan bir inşa kitabesi bulunmasa da 1900–1901 tarihli bir onarım kitabesi mevcuttur.
Sağındaki taş yapı, Şeyh Abdülkadir İsfahanî tarafından yaptırılmış olan İsfahanî Mescidi’ dir. Şeyh Abdülkadir İsfahanî, Hacı Bayram-ı Velî’ nin halifesidir. Abdülkadir İsfahanî’ nin peygamber soyundan geldiği de kayıtlarda yer almaktadır. Vakıflar Genel Müdürlüğü’ nün 1963 restorasyonu sırasında bulunan bir kitabe, mescidin 1570 yılında Abdülkadir İsfahanî tarafından yaptırıldığını göstermektedir. Bu kuşbakışı seyirden sonra Hacı Bayram Camii bölgesinden Hal’ e doğru gidiyoruz. Her yer tarih kokuyor.
Fotoğraf:Cengiz PAMUK
1920’ de Vakıflar İdaresi tarafından okul olarak yapılan binanın önündeyiz. Bina, 1920’den bu yana çeşitli amaçlar için kullanılmış, günümüzde de aktif olarak kullanılmaktadır. Biraz ileride bir otel var. Şimdi otelin önünden geçiyoruz. Güzel bir otel; adı Berlitz Otel. Ulus’un tarihî dokusuna uyumlu bir yapıda, Cumhuriyet’ in kuruluş döneminde, yani 1920’ li–1930’ lu yıllarda inşa edilmiştir.
Fotoğraf:Cengiz PAMUK
Yolun karşısına geçiyoruz. Karşıda bir çarşı var. Eskiden adı Tahtakale Çarşısı’ ymış. Bir yangın sonucunda bütün bölge yanmış. Gezdiğimiz çarşı daha sonra inşa edilmiş. İçerisinde biraz gezindikten sonra sanat kokan bir binanın önüne geliyoruz:
Erzurum Oteli. Ankara Ulus’ta yer alan Erzurum Oteli (eski adıyla Abdullah Oteli), 1916–1917 yıllarında Macar mimarlar tarafından inşa edilmiş neoklasik bir yapıdır. Başlangıçta konut olarak kullanılmış, 1930’ larda otel olarak hizmet vermeye başlamış ve Abdullah Oteli adını almıştır. Otelin yanındaki yapı da aynı dönemin binalarındandır. Bu iki yapı, 1917 yılında Macar ustalar tarafından yapılmıştır. İkinci bina da 1933’ te otel olarak kullanılmaya başlanmış; adı Avrupa Oteli’ ymiş.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Otellerin karşısında Hallâc-ı Mansur adına yapılmış Hallâc Mahmut Mescidi bulunuyor. Mescidin yanındaki türbe, 2000’li yıllarda yapılmış. XVI. yüzyıldan kalma, tek kubbeli, güzel bir Osmanlı dönemi mescididir. Kapı üzerindeki orijinal Arapça kitabe, yapının 952 Hicrî / 1545–46 Miladî yıllarında “Ali oğlu Abdullah” tarafından inşa edildiğini belirtmektedir.
Hal’ in arka tarafında yürüyüşümüze devam ediyoruz. Eski Modern Çarşı’ nın önündeyiz. Burada, 1929 yangınından önce İnkılap İlkokulu varmış. 1957 yılında yıkılmış, 1959’ da Modern Çarşı inşaatı başlamış ve 1961’ de çarşı açılmış. Fakat o da başka bir yangında tahrip olarak yıkılmış.
Şimdi merdivenlerden inerek Çerkeş Sokağa gideceğiz ve Suluhan’ ı göreceğiz. Suluhan’ a giderken İbadullah Camii’ nin önünden geçiyoruz. Hoca İbadullah Efendi, 15. yüzyılda bu camiyi yaptırmıştır. 17. yüzyılda Hacı Yusuf tarafından restorasyonu yapılmıştır.
Suluhan’ ı, Yavuz Sultan Selim’ in Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa, 1511’ de yaptırmıştır. Hasan Paşa, 1514’ teki Çaldıran Savaşı’ nda şehit düşmüştür. Vefatından sonra han sahipsiz kalmış, harap olmuştur. 1876’ da Ankaralı Mehmet Emin Efendi hanı satın alıp restore etmiş ve ilaveler yaparak kullanıma açmıştır. Mehmet Emin Efendi tarafından bir şadırvan ilave edildiği için adı “Suluhan” olmuştur.
Tarih gezimiz bu sefer Gençlik parkında sonlanacak. Günün değerlendirmesini, aklımıza takılan soruları Sayın Dr. Vedat Oygür’ e soracağız. Bir dahaki seferde yine Ankara’ nın tarihini keşfetmek için buluşmak üzere hoşça kalın.
Yazıya başlarken geniş anlamlı portrenin tanımını yapmak doğru olacaktır.
Portre Nedir?
Portre, bir kişinin yüzünü, ifadelerini ve çoğu zaman karakterini yansıtan sanatsal bir anlatım biçimidir. Resim, heykel, fotoğraf ve edebiyat gibi birçok sanat dalında yer alan portreler, yalnızca fiziksel bir betimleme sunmakla kalmaz; aynı zamanda bireyin ruhsal dünyasına, kişiliğine ve yaşam tarzına dair ipuçları da verir. Tarih boyunca portre sanatı, hem sanatçıların kendilerini ifade etme biçimi hem de toplumların önemli figürlerini ölümsüzleştirme aracı olmuştur.
Portreler, yalnızca tanınmış kişilerin değil, sıradan bireylerin de iç dünyalarını ortaya koyabilir. Bu yönüyle portre, insanı merkeze alan bir anlatım biçimi olarak dikkat çeker. Her portrede bir bakış, bir duruş, bir yüz ifadesi vardır ki; izleyiciyle doğrudan bir bağ kurar. Bu bağ, portreyi sadece bir sanat eseri olmaktan çıkarır ve onu zamanlar arası bir iletişim aracına dönüştürür.
Portre Sanatının Tarihçesi
Portre sanatı, insanlık tarihinin en eski dönemlerinden itibaren var olan bir ifade biçimidir. İnsanlar, kendilerini ve çevresindekileri tasvir etme arzusunu ilk tarih öncesi mağara resimlerinde göstermiştir. Ancak portre, gerçek anlamda insan yüzünün birebir betimlenmesi ve kimlik kazandırılması süreciyle birlikte, uygarlıkların gelişimiyle evrilmiştir.
Antik Dönemlerde Portre
Eski Mısır’da portre, özellikle firavunlar ve soylular için kullanılırdı. Bu dönemdeki portreler, bireyin tanrısal veya kutsal statüsünü yüceltmek amacıyla idealize edilerek yapılırdı. Yunan ve Roma uygarlıklarında ise portre sanatında daha gerçekçi bir yaklaşım görülmeye başlandı. Özellikle Roma portreleri, kişinin yaşını, yüz çizgilerini ve mimiklerini yansıtan detaylı çalışmalar içermekteydi.
Orta Çağ’da Portre
Orta Çağ’da sanat genellikle dini temalar etrafında şekillendiğinden, bireysel portrelere fazla yer verilmedi. İnsanlar daha çok dinsel figürlerin gölgesinde, sembolik olarak betimlendi. Ancak bazı el yazmalarında ve ikonografik çalışmalarda kişisel portre izlerine rastlanabilmektedir.
Rönesans Dönemi ve Portre Sanatının Yükselişi
15. yüzyılda başlayan Rönesans, portre sanatında büyük bir dönüm noktası oldu. Bu dönemde insan merkezli düşünce yapısı (hümanizm) sanatçıları bireyin iç dünyasına, duygularına ve karakterine yöneltti. Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa eseri, bu anlayışın en çarpıcı örneklerinden biridir. Rönesans’la birlikte portre sadece bir kişiyi tanıtmak için değil, aynı zamanda bir sanatçının teknik becerilerini ve yorum gücünü yansıttığı bir alan haline de gelmiştir.
Barok ve Rokoko Dönemleri
17. ve 18. yüzyıllarda Barok ve Rokoko dönemlerinde portreler daha dramatik, gösterişli ve detaylı hale geldi. Bu dönemde portre, yalnızca bireyin değil, sosyal statüsünün de bir ifadesiydi. Özellikle kraliyet ailesi üyeleri ve aristokratlar için yapılmış büyük boyutlu portreler dikkat çekmektedir.
19. ve 20. Yüzyılda Değişen Yaklaşımlar
Sanat anlayışının çeşitlenmesiyle birlikte portreye olan yaklaşım da değişti. Empresyonizm, ve kübizm gibi akımlarla birlikte sanatçılar artık sadece yüzü değil, duyguyu ve içsel durumu da soyut biçimlerle yansıtmaya başladılar. Vincent van Gogh’un otoportreleri buna güzel bir örnektir.
Günümüzde Portre
Günümüzde portre sanatı hem geleneksel hem dijital ortamda sürmektedir. Fotoğrafçılığın gelişmesiyle portre kavramı genişlemiş; sosyal medyada herkesin kendi portresini paylaşabildiği bir çağ başlamıştır.
Günümüzde teknolojik gelişmelerin ivme kazanmasıyla birlikte, fotoğraf yalnızca bir görüntü kaydetme aracı olmaktan çıkmış; sanatın ifade biçimleri arasında kendine özgün ve güçlü bir yer edinmiştir. Fotoğrafik görüntü üzerinde geliştirilen tekniklerin çeşitlenmesi, sanatın biçimsel yapısını dönüştürmekte ve sanatçılara yeni anlatım olanakları sunmaktadır.
Nasıl ki her dönemin sanatı, çağının teknolojik, kültürel ve düşünsel altyapısından etkilenmişse; günümüzde de dijitalleşmenin, yapay zekânın, artırılmış gerçekliğin ve gelişmiş görüntü işleme tekniklerinin etkisiyle sanatın üretim süreçleri yeniden şekillenmektedir. Bu dönüşümle birlikte fotoğraf, yalnızca bir araç değil, aynı zamanda birçok çağdaş sanat eserinin temel üretim malzemesi haline gelmiş; yapıtın estetik biçiminden anlam dünyasına kadar pek çok yönünü yeniden tanımlamıştır.
Bu bağlamda sanatsal portre, fotoğrafçının bir sanatçı olarak bakış açısı ve içsel vizyonu doğrultusunda; fotoğrafı yalnızca gerçeği belgeleyen bir araç olarak değil, duyguların, düşüncelerin ve sezgisel anlatımın güçlü bir aracı olarak kullanmasıdır. Sanatsal portrede amaç, yalnızca estetik açıdan “güzel” bir yüz ya da kompozisyon sunmak değil; izleyicide bir düşünce, duygu ya da farkındalık yaratabilecek anlam katmanları oluşturmaktır.
Fotoğraf çekmeden önce, sanatçı kendi iç dünyasına dönerek, ona ait olan bir tema, bir fikir ya da duygusal durum belirler. Bu belirlenen konu etrafında kurgulanan görsel anlatı, yalnızca görüntü üretmekten ibaret değildir; aynı zamanda bir hikâye kurmak, bir sorgulama başlatmak ya da izleyiciyle güçlü bir bağ kurmayı amaçlar. Sanatsal portre, işte tam da bu noktada, belgesel ve estetik kaygıların ötesine geçerek, izleyeni düşünmeye, hissetmeye ve belki de kendi iç dünyasına dönüp bakmaya davet eder. Yüzdeki ifade, kompozisyonun dili, kullanılan ışık ve renk paleti; hepsi birlikte, sanatçının içsel dünyasını izleyiciye tercüme eden bir görsel dil haline gelir.
Bu (Mayıs 2025) ayki “Bir Bilenle Geziyoruz” kapsamında; Sayın Dr. Ali Vedat OYGÜR’ ün rehberliğinde ve Cengiz PAMUK koordinatörlüğünde Ankara Kalesi ve çevresini ziyaret ediyoruz.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
İlk önce Ankara sevdalıları ve fotoğraf severler ile Ankara Kalesi’ ne en yakın nokta olan Hisar Parkı caddesinde buluşarak gezimize başlıyoruz. Sayın OYGÜR bizlere kısaca Kale’nin yapılış tarihini ve devamını, etrafındaki camileri, mescitleri, kiliseleri, meydanları, sokakları ve hanları anlatıyor.
Fotoğraf:Cengiz PAMUK
Daha sonra Ankara Kalesi’ nin 330 yılında yapılmaya başlandığını ve bunun 650-670’ li yıllara kadar devam ettiğini, Kale’ nin İç ve Dış Kale olarak ikiye ayrıldığını, 600’ lü yıllarda yapılan surlardan günümüze bir şey kalmadığını, surların Doğu Roma döneminde yapıldığını, Ankara halkının surlara hisar dediğini, Ankara’ nın bütün zenginlerinin ve esnaflarının bu bölgede ikamet ettiklerini, 1916 yılındaki yangında bu bölgenin tamamen yandığını ve bölgenin zenginleri ile esnafının burayı terk ettiklerini, bu yangından sonra Ankara’ nın fakirleşmeye başladığını, Moğol Akınlarının 630’ larda başladığını ve Ankara’ nın çok sıkıntı çektiğini, 859 yılında tekrardan onarıldığını, Kale burçlarının 1550 metre olduğunu, burçlar arasında 40’ ar metre mesafeler bulunduğunu ve toplam 20 tane ve dörtgen şeklinde olduğunu, surları yaparken etraftaki tarihî kalıntı (tiyatro, tapınak, heykel, lahit vb.) taş ve mermerlerden yararlandıklarını, Zeus, Apollon, Artemis ve Athena gibi tanrıların Anadolu’ da olduklarını ancak Anadolu’ nun bu tanrılara sahip çıkamadığı için Yunanlıların sahiplendiğini, Ankara’ da da bir Zeus tapınağının ve mahallesinin olduğunu, İç Kale surların uzunluğunun 1150 metre ve bu burçların beşgen olduğunu, güvenlik nedeniyle burçlar arasındaki mesafenin 20 metre olduğunu ve 42 tane bulunduğunu, şimdiki Etnografya Müzesi ve çevresinin Ankara’ nın Bedesteni olduğunu, Bedestenin 1460’ lı yıllarda yapıldığını, bedestende Ankara’ ya özgü tiftik keçilerinden elde edilen tiftiklerden giysiler üretildiğini ve bu ürünlerden ticaret yapıldığını, kamu yapılarının devlet tarafından değil hayırseverler veya zenginler tarafından finanse edildiğini ve bütün ticaretin bu bölgede yapıldığını, Kale’ nin girişindeki saat kulesinin 1884 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ ın emri ile yapıldığını, Kale kapısının kafes şeklinde ve iki aşamalı olduğunu, Selçuklu Dönemi’ ndeki camilerde minare olmadığını Ali Vedat OYGÜR hocamızdan keyifle dinliyoruz.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUKve Ali DURMAZ
Ulus’a gelip de Kınacızade Konağına uğramamak olmaz diyoruz elbette. Eski Başbakanlardan Sayın İsmet İNÖNÜ’ nün özel kalem müdürlüğünü yapmış kendini kültür ve sanata adamış bir hayırsever olan, Kadın Siyasetçiler Platformu Kurucusu ve Genel Başkanı Sayın Yurdusev ARIĞ ve ilk TRT haber sunucularından Sayın Jülide GÜLİZAR’ ın da odalarını ziyaret ediyoruz ve konakta bir çay molası veriyoruz. Bu konağın bir diğer özelliği ise tarihçi Prof. Dr. Sayın Halil İNALCIK’ ın her Ankara’ ya gelişinde kaldığı ve çalışmalarını yaptığı bir odasının bulunuyor olmasıdır.
Fotoğraf:Cengiz PAMUK
Hocamız Sayın OYGÜR, İç Kale kapısının iki demir parmaklık ile korunduğunu, Evliya ÇELEBİ’ nin bu demir parmaklıklar için “benim pazım kalınlığında” dediğini, İç Kale’de hem hapishane (zindan) hem de paraların saklandığı yerlerin olduğunu, bu arada askerî karargâhların, Meryem Ana Kilisesinin ve gözetleme kulelerinin bulunduğunu anlatıyor bizlere.
Kale bölgesinde yer alan diğer camileri de ziyaret ediyoruz. 1197-98 yıllarında yapılan Sultan Alaaddin Camii avlusunda aile mezarlığının bulunduğunu, cami minberinin çakma künde kari ahşap oymacılığının eşsiz bir örneği olarak marangoz İbrahim oğlu Ebubekir tarafından yapıldığını öğreniyoruz. 1289-90 yıllarında Ahi Kardeşler tarafından yaptırılan Ramazan Şemsettin Camii, 1382 yılında yapılan Ahi Elvan Camii ve 1571 yılında yapılan, avlusunda Misafir Fakih’ in mezarının da yer aldığı Misafir Fakih Mescidini de ziyaret ediyoruz. Unesco Dünya Mirası listesinde yer alan Arslanhane (Ahi Şerafettin) Camii’ nin minberinin üst kısmında eski Türklere ithafen ejderha motifinin olduğunu ve minber etrafındaki ahşap motiflerin Ebubekir’ in oğlu Mustafa tarafından yapıldığını da öğrenmiş bulunuyoruz.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Atalarımızın Anadolu’ya her ne kadar 1071 yılında gelseler de Selçukluların Ankara’ ya ancak 1143 yılında geldiğini, 1362’ de I. Murat’ ın Ankara’ yı Osmanlı’ ya kattığını, Kalenin uç noktasının Ak Kale burcu olarak adlandırıldığını ve rakımının 798 metre, Ankara Ovasından 110 metre ve Ankara’ nın en yüksek noktası olduğunu, Alitaşı sokağında Alitaşı isimli ve yumurta şeklinde sarı büyük bir taş bulunduğunu fakat bu taşın 1998 yılında kaybolduğunu da üzülerek öğreniyoruz.
Fotoğraf:Cengiz PAMUK
Zamanla eski özelliklerini kaybeden At Pazarı meydanına geliyoruz.
At Pazarı’ndan sonra Koyun Pazarı’ nın, Saman Pazarı’ nın ve hemen alt kısmında da Araba (Kağnı) Pazarı’ nın olduğunu, kayıtlarda 54 tane han olduğunu fakat günümüzde bunlardan sadece 12 tanesinin mevcut olduğunu, Kurşunlu Han’ ın 1522-23 yıllarında yapıldığını, 1500’ lü yılların başında yaptırılan Yeni Han’ ın 1936’ da yıkıldığını, 1510’ lu yıllarda yaptırılan Çukur Han’ ın Divan Oteli olduğunu ancak kim ya da kimler tarafından yaptırıldığı veya yapıldığının ve yapılış tarihinin bilinmediğini, 1522 yılında Çengel Han’ ı Rüstem Paşa’ nın yaptırdığını, bu hanlarda zahire ve tiftik satışlarının yapıldığını, 1511 yılında Safran Hanı’ nı Lütfü Paşa’ nın yaptırdığını, Cumhuriyet’ in ilk yıllarında Çukur Han’ ın karargâh olarak kullanılırken diğer hanların hapishane ve 16. veya 17. yy da yaptırılan Bilaloğlu Han’ ın da kadın ve çocuk hapishanesi olarak kullanıldığını, bu hanlardan sadece Çengel Han’ ın özgün yapısını koruduğunu, diğer hanların restorasyon sırasında özgünlüğünü kaybettiğini de öğreniyoruz.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Ahi Şerafettin’ in yaptığı diplomatik görüşmeler sayesinde Moğol Akınlarının Ankara’ ya hiçbir zarar ziyan vermediğini, camilerdeki sütun alışkanlığının Horasan’ daki çadırın içindeki direkler geleneğinden geldiğini, Ankara’ nın tiftik üretiminde ticaretinde merkez oluğunu ve dünyaya ihraç edildiğini, çeşitli ülkelerin ticari temsilciliklerinin bulunduğunu hocamızdan dinliyoruz.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Azade Han’ ı, 1511 yılında yapılan Safran Han’ ı, Pirinç Han’ ı ve son olarak Çıkrıkçılar Yokuşu eski adıyla Uzun Çarşı’ yı da ziyaret ederek rotamızı saat 19.00 gibi tamamlıyoruz. Bir sonraki rotada görüşmek üzere ayrılırken, hocamız Ali Vedat OYGÜR’ e ve bu gezileri düzenleyen FSK ile bizleri yalnız bırakmayan tüm katılımcılarımıza çok teşekkür ediyoruz.
Yapay zekânın hem fotoğrafa hem de fotoğrafçılara etkisinin heyecan verici olduğu kadar zaman zaman kafa karıştırıcı olduğunu düşünüyorum.
Yapay zekânın, doğal zekâyla birlikte fotoğrafta kullanımı aslında yeni değil. Yıllardır kullanılıyor. Hatta Canon’un yıllar boyunca kullandığı ve isminde AI geçen iki netleme modu vardı: AI Focus ve AI Servo. İşin ironik tarafı, bugün yapay zekâ destekli olarak kullanılan netleme modunun adı sadece “Servo” oldu. Yani AI ibaresini kaldırdılar.
Aslında bilim dünyasında, özellikle mikroskop ve teleskopla çekilen fotoğraflarda sayısal işlemler uzun süredir kullanılıyor. “Stacking” denilen bir teknikle birden fazla fotoğraf çekilip birleştiriliyor; bu sayede netlik artırılıyor, gürültü azaltılıyor, ışık seviyesi yükseltiliyor.
Sonradan bu işlemleri akıllı telefonlar da yapmaya başladı. Bu yüzden artık düşük ışıkta bile oldukça net fotoğraflar çekebiliyorlar. Bunu sağlayan şey işte bu teknikler.
İşlemci gücü arttıkça, bu tür karmaşık ve yavaş işlemler artık insan sabrının yettiği kadar kısa sürelerde yapılabilir hale geldi. Focus stacking artık birçok makinede var ve özellikle makro fotoğrafçılar tarafından çok seviliyor.
Kameralarda yapay zekâ kullanımının artmasının temel nedeni, donanım kalitelerinin ve işlemci gücünün artması. Bu da fotoğraf çekme yöntemlerini kökten değiştiriyor.
Eskiden derste şöyle derdim: “Kamera aslında aptal bir kutudur. Karanlık bir ortamda mı çekiyorsun, yoksa aydınlık bir ortamda siyah bir duvara mı tuttun, bunu ayırt edemez”. Ama artık öyle akıllandı ki, canlıların insan mı hayvan mı olduğunu anlayabiliyor, vücut bölgelerini ayırt edebiliyor, sahneyi analiz edip hangi ayarla çekim yapması gerektiğine karar verebiliyor.
Hatta bazı Canon modellerinde, bazı spor müsabakalarında top kimdeyse kameranın bunu anlayıp netlemeyi o kişiye kaydırdığı bir özellik var. Ben hiç kullanmadım ama kullananlar, insanlardan daha hızlı ve hassas tepki verdiğini söylüyor.
Pozlama ve beyaz dengesi gibi ayarlar da yapay zekâ algoritmalarından faydalanıyor. Aslında, artık önemli bir kısmı yapay zekâ destekli çekiyoruz fotoğrafları. Ama iş yalnızca çekim aşamasıyla da bitmiyor. Eskiden net olmayan ya da yüksek ISO nedeniyle çok gürültülü olduğu için sildiğimiz fotoğraflar vardı. Bugün Topaz, AI Photo veya DxO PhotoLab gibi yapay zekâ destekli yazılımlar sayesinde bu fotoğraflar tekrar hayat buluyor.
Dolayısıyla fotoğrafçılar artık iş akışlarını yeniden düşünmek zorundalar çünkü standartlar değişiyor, yeni standartlar ortaya çıkıyor. Eskiden silinen, çöpe atılan kareler bugün kullanılabilir hale geliyor.
Bu arada belki de tarihte ilk kez ISO ayarı tamamen hayatımızdan çıkacak. Bunun iki sebebi var. Birincisi sensör teknolojilerindeki gelişmeler. İkincisi ise, yapay zekâ destekli gürültü giderici programların, fotoğraftaki nesneleri ve gürültüyü birbirinden ayırt etmede her geçen gün daha da başarılı hale gelmesi.
Artık yüksek ISO ile çekilmiş fotoğraflar bile tertemiz yapılabiliyor. Ben uzun zamandır ISO’yu elle ayarlamıyorum, otomatikte bırakıyorum. Çok yakında makinelerden ISO ayarı tamamen kalkacak büyük ihtimalle. Sadece enstantane, diyafram ve poz telafisini ayarlayacağız. Fotoğrafı nasıl çekmek istiyorsak, buna göre gerekli ISO ayarı otomatik yapılacak.
Bu arada Adobe boş durmadı. Hepimizin kullandığı Photoshop, yapay zekâ özellikleriyle dolu. En sevdiğim yapay zekâ özellikleri Generative Expand, yani fotoğrafın etrafını kendi kendine doldurma; Find Distractions, yani kablo veya insanları otomatik silme; ve birkaç hafta önce çıkan yeni sürümdeki Object Selection ve Background Removal özellikleri. Bu özellikler Photoshop’u bambaşka bir seviyeye taşıdı. Daha geçen haftalarda duyurulan başka bir özelik de, artık yüklediğiniz fotoğraf üzerinde ne tür işlemler yapabileceğinizi öneren yeni aksiyon paneli. Şu anda henüz çok jenerik önerilerde bulunuyor ama eminim ki çok hızlı bir şekilde gelişip fotoğraflara spesifik işleme önerilerinde bulunacak.
Eskiden Photoshop kullanırken çok da ciddiye almadığımız neural filter’lar da gelişti. Ben en çok Depth Blur’ü kullanıyorum, fotoğrafta net alan derinliğini ayarlamak için derinlik haritası çıkaran filtre ama benim için amacı biraz farklı. Çünkü yapay zekâ, fotoğrafın içindeki derinliği buluyor ve haritalıyor. Yani hangi nesne önde, hangisi arkada belirliyor. Ben o haritayı alıp fotoğrafa gömüyorum. Artık fotoğrafı derinliğe göre işlemek mümkün oluyor. Yani ön plandaki objeye ayrı, arkadakine ayrı efekt uygulayabiliyorsunuz. Böylece fotoğrafın temel hammaddesi olan ışığa bir de derinlik eklemiş oluyorum.
Bu arada birkaç hafta önce ChatGPT’ye gelen Gelişmiş Görsel Üretim özelliği biraz daha gelişirse ürün fotoğrafçılığı sona erebilir. Gerçek ürünleri istediğiniz ortama yerleştirme özelliği geldi. Hatta bunu videolar için yapan Pika ya da RunwayML gibi siteler de var. Google mayıs ayı ortasında Veo 3 adındaki video modelini duyurdu, bu yapay zeka modeli videoları seslendirebiliyor da aynı zamanda.
Bunları düşündüğümüzde masa başında oturup reklam fotoğrafları hatta videoları üretebileceğiz. Peki bu şekilde bilgisayarda üretilen görselleri hangi kategoriye koyacağız? Çünkü benzer tartışmalar biz dijital makinaya geçtiğimizde de yaşandı. o zamanlar “Dijital fotoğraf makinasından çıkan şeyler fotoğraf değildir fotoğraf filmli makinayla çekilir” tartışmaları yapılırdı. Benzer tartışmalar şimdi de yapay zeka için yapılıyor. Zaman neler gösterecek hep birlikte göreceğiz.
Büyük ihtimalle bir zamanlar fotoğrafçılığın icadından etkilenen ressamların bedduası gerçekleşti. “Alma garibin ahını çıkar aheste aheste” demişler. Yaklaşık 200 yıl sonra, artık bir makine, fotoğrafçının çektiği kareyi taklit edebiliyor. Gerçekten ironik bir durum yaşanıyor.
Eskiden ressamlar manzara ve portre resimleri yapardı, sonra fotoğraf makinası icat edildi, daha önce üretilmesi için uzun bir süreç gereken manzara ve portreleri fotoğraf makinaları tarafından kısa zamanda üretilir hale geldi. Şimdi yapay zekâ çıktı, bir fotoğrafınızı veriyorsunuz, istediğiniz gibi portre yapıyor. Bu iki gelişme arasındaki benzerlik gerçekten ürkütücü. Fotoğrafın icadının ressamlara olan en büyük etkilerinden biri, resmin gerçekliği yansıtan bir sanat olmaktan çıkıp ressamların kendilerini çok daha farklı ifade edebilecekleri akımlar geliştirmeleri oldu.
Buradan hareketle, fotoğrafçıların da artık yeni akımları deneme zamanı gelmiş gibi görünüyor. Yapay zekâ ile üretilen fotoğraflara yeni isimler düşünülüyor. Bazıları buna “promptography” diyor. Gerçi son zamanlarda pek duymuyorum, tutmamış gibi görünüyor. Ama doğrudan fotoğraf ya da görsel olarak adlandırılması da bence biraz tehlikeli, yanlış anlaşılmalara yol açabilir.
Bir eğitmen olarak ben yapay zekâdan derslerimde çok faydalanıyorum. Mesela dersten bir saat önce diyafram mekanizmasını simüle eden bir program yazıyorum. Okuldaki çocuklara bu programla anlatıyorum. Daha önce aklıma gelmezdi, ki ben yazılımcıyım. Yine de bu konuyla ilgili yazılım yapmayı düşünmezdim. Ama şimdi birkaç prompt ile istediğiniz simülasyonu oluşturabiliyorsunuz. Bu da fotoğraf eğitimi açısından çok önemli.
Çekime çıkmadan önce, çekimle ilgili açı, ışık önerisi ve daha fazlasını yapay zekâ modellerinden isteyebileceğiniz bir asistan gibi düşünün. Özellikle fotoğrafçılığı yeni öğrenenler için bu inanılmaz bir fırsat. Komik olan şu: Aynı cümleyi 10 yıl önce dijital makineler için de söylüyordum. “Dijital makineler yeni başlayanlar için büyük fırsat” diyordum. Şimdi 10 yıl sonra aynı şeyi bambaşka bir teknoloji için söylüyoruz. Teknoloji çok hızlı gelişiyor.
Çektiğiniz fotoğrafları, istediğiniz fotoğrafçı ya da eleştirmen tarzında analiz ettirip değerlendirme yaptırabiliyorsunuz.
Peki fotoğrafçılara ne olacak? Bizi nasıl etkileyecek?
Yapay zekâ fotoğrafçılığa bu kadar dâhil olmuşken, çekim alışkanlıklarımızı sorgulamamız gerekiyor. Çektiğiniz fotoğraflarda ekipmanın ne kadar rolü var? Yaratıcılığınızın ne kadar etkisi var? Bu oran ekipmana doğru kayıyorsa, yeni gelişmelerden daha çok etkileneceğinizi düşünebiliriz. Ama tarzınızı değiştirmek istiyorsanız, şimdi tam zamanı. Çünkü hobi olarak fotoğraf çeken biri için yeni şeyler denemenin daha iyi bir zamanı olamaz.
Profesyonelseniz zaten takip edip yakalamak zorundasınız. Yoksa dijital makineler çıkınca Photoshop öğrenemeyen karanlık oda ustaları gibi kalırsınız.
Ama bazı fotoğrafçılık dalları var ki, şimdiden sona erdi diyebiliriz. Örneğin, bir zamanlar dünyayı kasıp kavuran stok fotoğrafçılarının devri çoktan bitti. Bakalım gelecek günler neler gösterecek.
Yapay zekâyı bir rakip olarak görmemek gerekiyor. Şu anda bu bir teknoloji gelişimi. Şu an için yeteneklerimizi artıran önemli bir gelişme. Bunu sırıkla atlama sporcusunun kullandığı sırık teknolojisine benzetebilirsiniz.
Eskiden sırıklar tahtadandı, rekor 3 metreydi. Sonra farklı kompozit malzemelerle yapılan sırıklar çıktı, bugünkü rekor 6 metreye ulaştı.
Aynı şekilde, yapay zekâ da çıtayı yükseltiyor. Eskiden ancak derin ekipman bilgisiyle çekilebilen kareler, bugün yeni başlayanlar tarafından bile çekilebiliyor. Örneğin vahşi yaşam fotoğrafçılığında, uçan bir kuşu kadrajda tutmak ve netlemek başlı başına bir olaydı. Ama artık makineler kendileri bulup netliyor. Dolayısıyla böyle fotoğraflar artık çok özel değil.
Bence yapay zekânın fotoğrafçılığa en güzel etkisi şu anda yaşanıyor. Fotoğrafçının bir takım teknik detaylardan kurtulup fotoğrafın estetik görünümünün yanı sıra hangi hikâyeyi anlatacağı konusuna odaklanmasına imkan sağlıyor. Artık fotoğrafçının bir makinanın bazı ayarlarının hangi düğmeden yapılacağını bilmediği için kafasındaki fotoğrafı kaçıracağı günler sona eriyor. Bir anlamda fotoğraf “demokratikleşmiş” oluyor. Akıllı telefonlar bunun bir adımıydı, şimdi yapay zeka başka bir adım olarak yerini aldı.
Artık fotoğrafta hikâye her şeyin önüne geçecek. İnsanların fotoğrafta aradığı şeyler değişecek. Eskiden hayranlıkla baktığımız kareler sıradan hale gelecek.
Fotoğrafçılar için gelecek günler yeniliklerle dolu olacak.
Bir şey kesin: Fotoğrafçılık artık eskisi gibi olmayacak.
İlkbaharın eşsiz güzelliklerini yaşadığımız, güneşin içimizi ısıttığı bu günlerde, Ankara’ nın yoğun koşturmacasından uzaklaşıp doğa ve tarihle buluşmak için “Yol Arkadaşlarım” Fotoğraf Sanatı Kurumu Derneği ekibimizle Eskişehir’ in Sivrihisar ilçesine doğru yola çıkıyoruz. Sabahın erken saatlerinde Kumrular Caddesi’ nden başlayan yolculuğumuz, şehrin karmaşasından sıyrılıp doğanın ve tarihin kucağına adım atmanın heyecanıyla dolu.
Ankara-Eskişehir yolunda yaklaşık bir buçuk saat süren keyifli yolculuğumuzun ardından, Eskişehir’ in güzel ilçesi Sivrihisar’ a ulaşıyoruz. Yerel rehberimiz Hakan Bey ile buluşup, yolculuğun yorgunluğunu atmak için Belediye Çay Bahçesi’ nde çay ve kahvaltı molası veriyoruz. Ardından rehberimiz Hakan Bey, Sivrihisar’ ın muhteşem tarihini anlatmaya başlıyor.
Fotoğraf makinelerimizle bu tarihi ve doğal güzellikleri ölümsüzleştirirken, bir yandan da Hakan Bey’ in Sivrihisar’ a dair anlattığı tarihi bilgiler ve efsaneleri dinliyoruz. Sivrihisar, Eskişehir’ in en büyük ilçelerinden biri ve tarihi dokusuyla büyüleyen bir yer. İlçe; Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden kalma camiler, evler ve diğer tarihi yapılarla dolu.
Sivrihisar’ da İlk Durağımız: Ulu Cami
İlçe merkezinde yer alan bu yapı, 1275 yılında Mevlâna Celaleddin Rumi’ nin müritlerinden Emineddin Mikail tarafından yaptırılmıştır. Anadolu’ nun en büyük ahşap direkli camilerinden biridir. 1485 metrekarelik bir alana kurulmuştur ve çatısını 67 adet ahşap sütun taşımaktadır.
Minberi adeta bir sanat şaheseridir. El işçiliğiyle Horasanlı İbni Mehmet tarafından geçme tekniği kullanılarak yapılmıştır. Caminin kapısının etrafına Ayet-el Kürsi işlenmiştir. Duvarlar kesme taş ve moloz taşla örülmüştür. Caminin sağ ve sol kanatlarında kitabeler yer almaktadır. Dört giriş kapısı bulunan caminin minaresi, cami inşasından 139 yıl sonra Taymis oğlu Hacı Habib tarafından yaptırılmıştır.
Camisiz Minare (Kılıç Mescidi)
Selçuklu dönemine ait olan bu yapının camisi ahşaptan yapıldığı için, zamanında çıkan bir yangın sonucunda tamamen yanmış ve yalnızca minaresi günümüze ulaşabilmiştir.
Ermeni Kilisesi (Kızıl Kilise)
1881 yılında yapılan bu Ermeni kilisesinde çan kuleleri bulunmamaktadır. Kızıl kesme taştan inşa edildiği için “Kızıl Kilise” olarak da anılan yapı, neyi betimledikleri tam olarak anlaşılamayan fresklerle bezelidir. Kilisenin arka kısmında vaftiz odası, güney kısmında ise papaz odası yer almaktadır.
Alem Şah Kümbeti
Ulu Cami’ nin hemen yanında bulunan Alemşah Kümbeti, Selçuklulardan miras kalan bir yapıdır. Selçluklu Sultanı Melikşah tarafından, şehit edilen kardeşi Sultanşah anısına yaptırılmıştır.
Metin Yurdanur Açık Hava Heykel Müzesi
Türkiye’nin ilk açık hava heykel müzesi olma özelliğini taşıyan bu alan, sanatseverler için önemli bir durak. Peki, Metin Yurdanur kimdir? Sivrihisar’ da doğan Metin Yurdanur, çocukluk ve lise yıllarını burada geçirmiş; eğitimini ise Resim-İş Bölümü’nden mezun olarak tamamlamıştır.
Kilim Müzesi
Türk kültürüne ait halı, kilim ve el sanatları örneklerinin sergilendiği bu müze, mutlaka görülmesi gereken güzel bir yerdir.
Saat Kulesi
Saat Kulesi, Sivrihisar’ ın simgelerinden biri. Etrafına yürüme yolu ve camdan seyir terası yapılarak turizme kazandırılmış. Saat Kulesi, 1899 yılında dönemin kaymakamı Mahmut Bey tarafından yaptırılmış. Dört tarafında da saat bulunuyor.
Doğanın huzur dolu kuş sesleri eşliğinde gezimizi sürdürüyoruz. Göz kamaştıran güzellikler arasında her kare, bu unutulmaz deneyimi kalıcı bir hatıraya dönüştürüyor. Rehberimizin Sivrihisar anlatımı tamamladıktan sonra öğlen yemeği için önceden ayarladığımız Sivrihisar belediyesinin yöresel lokantası giderek İlk olarak Sivrihisar’ ın en meşhur lezzetlerinden özellikle yaptıkları Bamya Çorbası, Kalem Dolması, Höşmerim tatlısını tattıktan sonra tescilli dövme sucuklularımızı kasaptan alarak bu güzel ilçeden ayrılıyoruz. Yönümüzü Eskişehir’ e çeviriyoruz. Şimdiye kadar birçok yer gezip görme şansım olsa da Eskişehir’ in bendeki yeri her zaman farklıdır.
ESKİŞEHİR
Yaklaşık 1,5 saatlik yolculuğun ardından ilk durağımız Eskişehir’ deki Porsuk Çayı ve Adalar Bölgesi oldu. Şehir merkezinde yer alan bu bölgede önce gondol ve tekne turu yaptık. Ardından nehir kenarındaki kafelerde çay ve kahvemizi yudumladık. Ortam, bizlere adeta bir Avrupa şehrindeymişiz hissi verdi.
Odunpazarı bölgesine ilk adım attığımız anda, birbirinden güzel ve otantik tarihi evler bizleri selamlıyor. Osmanlı sivil mimarisinin muhteşem örneklerinden olan bu evlerle dolu sokaklarda yürümek, adeta insanı zamanda yolculuğa çıkarıyor. Eğer gezi boyunca zaman sıkıntınız yoksa, gün boyu bu harika evlerin ve sokakların fotoğraflarını çekmek bile size ayrı bir keyif verecektir.
Sokaklarda ilerlerken ilk durağımız, Kurşunlu Camii ve Külliyesi oldu. 1517-1525 yılları arasında inşa edilen külliye, içinde birçok güzel bölümü barındırıyor. Sıcak Cam Atölyesi, dünyada tek olma özelliğine sahip Lületaşı Müzesi ve güzel hediyeliklerin satıldığı El Sanatları Merkezi, bu bölümlerden yalnızca birkaçıdır. Külliyede, insana huzur veren bir atmosfer hakim; bahçedeki banklarda oturmak bile büyük bir keyif veriyor.
Çağdaş Cam Sanatları Müzesi’ ne ya da üst kısımlarda yer alan Osmanlı Evi’ ne giderek, Odunpazarı Evleri’ nin muhteşem fotoğraflarını çektikten sonra, evlerin arasında yer alan şirin kafelerde soluklandık. Eskişehir’ in meşhur çiğ böreğini ve balaban köftesini yerken, semtin keyfini çıkardık.
Sazova Parkı
Odunpazarı Evleri’ nden sonraki durağımız, şehrin ünlü parklarından Sazova Bilim, Kültür ve Sanat Parkı oldu. Bu park, özellikle çocuklu ailelerin keyifli vakit geçirdiği bir yer. Park içinde Disneyland şatosunun benzeri olan Masal Şatosu, Korsan Gemisi, Sabancı Uzay Evi, Akvaryum ve Bilim Kültür Merkezi gibi güzel bölümleri gezdikten sonra, saat 19:00 civarında toplanıp Ankara’ya doğru yola çıkıyoruz. Sabahın erken saatlerinden gecenin ilerleyen saatlerine kadar süren yolculuğumuzun her anı keyifle, sohbetle ve eğlenceyle dopdolu geçti. Sivrihisar ve Eskişehir’ in tarifsiz güzellikleriyle gözlerimiz ve kameralarımız birbirinden güzel görüntülerle buluşurken, veda anında tüm arkadaşların yüzlerinde hoş bir tebessüm vardı.
Bütün bu güzelliklere ev sahipliği yapan Sivrihisar ve Eskişehir’ de, hafta sonunun getirdiği kalabalık insan selini görünce, endişelerimi dile getirmeden edemiyorum. Yoğun ziyaretçi akını, umarım bu eşsiz tarih ve doğa harikasının zarar görmesine yol açmaz. Elbette herkesin bu güzellikleri görmesi, gezmesi ve yaşaması en doğal hakkı. Ancak bu alanların korunması ve gelecek nesillere aktarılması konusunda hepimizin bilinçli ve sorumlu davranması gerekiyor. Doğaya ve tarihi eserlere duyulan saygının her zaman öncelikli olması dileğiyle, sağlıcakla kalın.
Necmettin Külahçı ile ilgili yazı dizisi hazırlama fikrini, 28 Aralık 2024’te vefatının ardından düşünmeye başlamıştım ki, FSK’dan da bir anma günü yapalım dediklerinde tereddüt etmeden kabul ettim. Bir aylık hazırlığın ardından kurucusu olduğu FSK’ da 28 Şubat 2025 günü tüm hayatını kapsayacak biçimde sunumlar hazırlayıp, kendisini anlatmaya çalıştım. Onun fotoğraf dünyasını benden daha iyi bilenler mutlaka vardır. Araştırma yaptığınızda kendisi ile ilgili yapılan röportajlara (Kontrast Dergisi, Fotografya vb.) rastlamak mümkün. Özellikle Fotograf Sanatı Kurumu’ nun çıkarmış olduğu ‘‘Tekin Ertuğ Atölyesi – Fotoğraf Ustaları – Anılar ve Söyleşiler’’ kitabı, bir fotoğrafçının hayatını merak ettiğimde başvurduğum ilk kaynak kitap arasında oluyor. Fotoğraf Ustaları-1‘ de Necmettin Külahçı ile yapılan 2011 yılındaki röportajın altını çizerek, notlar alarak okudum. Şayet yaşasaydı soracağım çok soru olacaktı. 2012 yılında basılı hale getirdiği Cilo-Sat albümündeki anıları da aklımdaki bazı sorulara ışık tuttu diyebilirim. Bunlara ilaveten kızı Funda’ dan öğrendiğim kadarıyla, kendi el yazısıyla onlarca sayfa tutacak olan anılarını kaleme almış olması da sevindirici bir durum. Umarım bir gün biyografi kitabı yayınlanır. Hem bu anıları hem de fotoğraflarının yer aldığı albümü merakla bekleyeceğim.
Külahçı ile 1995-2002 yılları arasında ‘’FSK Çadır Grubu’’ nda, 1996-2019 yılları arasında da DASK derneğinin düzenlediği DOGAY (Doğada Görüntü Avcılığı Yarışması)’ da çokça bir araya geldim. Onlarca seyahate çıkmışızdır. Bir kişiyi en iyi seyahatte tanırsın derler ya. Onunla seyahate çıkmak başlı başına bir ayrıcalıktı. Çok şey öğrendim kendisinden. Necmettin Külahçı’ nın tanıdığım kadarıyla insanlık birikimi, örnek alınacak türdendi. Son derece sessiz, çekingen, mütevazi ve saygılı bir kişiydi.
1932 doğumlu Necmettin Külahçı’ nın fotoğraf ile tanıştığı 1950’ li yılların Türkiye’ sinde, bugün ismini saydığımız çok az kişi vardı. O tarihlerde Anadolu’ yu gezip fotoğraftan geçim sağlamak akla gelecek bir iş değildi. Külahçı, Öğretici Filmler Merkezi’ nde kadrolu işe alınınca, hem Anadolu’ yu gezme fırsatı bulmuş, hem de geçimini sağlamış oldu. Külahçı’ nın özellikle Öğretici Filmler Merkezi’ nde çalıştığı zamanlarda çektiği fotoğraflar, gün yüzü görmeye başladıkça değerinin daha da artacağına inanıyorum. Bu yazı dizisiyle kendisi hakkında bilinen ya da bilinmeyen birçok yönüne ışık tutmaya çalışacağım.
Şinasi Barutçu ile Geçen Yıllar
Necmettin Külahçı, daha ilkokul öğrencisiyken tatil dönemlerinde boş kalmasın meslek öğrensin diye 1948 yılında Elazığ’ da Fotokar’ ın sahibi Emin Kızılkan’ ın yanında işe başlar. Dayısının oğlunun kullanamadığı fotoğraf çeken bir kutu makineyi hediye aldıktan sonra fotoğrafçılığa iyice meraklanır. 1951 yılında da Ankara’ ya lise öğrenimini görmek üzere gelir. O tarihlerde sık sık Ankara Ulus’ taki Hakkı Afyoncular’ ın fotoğraf stüdyosuna ve Foto Spor gibi dönemin iyi fotoğrafçılarına uğrar.
1952 yılında Şinasi Barutçu, Öğretici Filmler Merkezi’ nin Müdürü olunca, tesadüfen bu fotoğraf stüdyolarının birisinde karşılaştığı bu genci çok sever ve Öğretici Filmler Merkezi’ nde işe alır. (Kontrast Sayı: 43) Bu ikili koyu bir sohbete girer, birbirlerine ısınırlar.
Ders filmleri hazırlayan Öğretici Filmler Merkezi’ nde çalıştığı yıllar içinde, bir taraftan laboratuvardaki işleri yaparken bir taraftan da Şinasi Barutçu ile Anadolu’ nun ücra yerlerini dolaşarak fotoğraflamaya başlarlar. Şinasi Barutçu ile beraberlik altı yıl devam ettikten sonra Külahçı, 1958 yılında askere gider. İki yıl askerlik döneminden sonra 1960’ da Foto Balin adı altında kendi stüdyosunu kurar.
Şinasi Barutçu – Necmettin Külahçı Arşivi
Necmettin Külahçı’nın yaşam geçmişine baktığımızda Şinasi Barutçu ile olan tanışıklıkları onun fotoğrafçılık yaşamını çok derinden etkiler. Kontrast adlı dergide Barutçu’ dan şu sözlerle bahseder. ‘’1940’ larda Anadolu’ yu bisikletle dolaştığını ve ülkemizin doğasının, kültürünün çok farklı olduğunu, başka hiçbir ülkede bu doğal güzelliklerin bulunmadığını anlatırdı. İşte, Anadolu’ yu keşfetme ve doğa tutkusu, öncelikle hocamın bana mirasıdır. Onunla ilk olarak Cilo Sat Dağları’ na gitmekle, doğayı ve Anadolu kültürünü, insanını tanıma fırsatı buldum ve yaşantıma koydum.’’
Külahçı ile 1995-2000’ li yıllarda çokça seyahatlere çıktık. Tıpkı Şinasi Barutçu’ nun kendisine yaptığını o da bize (FSK’ daki Çadır Grubu) yapardı. Hiçbir bilgiyi esirgemezdi. Şinasi Barutçu sözü açıldığı zaman ‘’Hocam’’ diye başlar söze, birlikte seyahate çıktıkları anılardan çokça dem vururdu. Kimseden çıt çıkmaz pür dikkat dinlerdik. En başta ÖFM’ deki laboratuvar çalışmalarını, Cilo – Sat Dağları’ nı, Yerköprü Şelalesi’ ni, Bingöl’ deki siyah güneş olayını anlatır da anlatırdı. Anlatırdı da ne yazık ki not tutmak aklımıza gelmezdi o zamanlar. Ya bir dağda yürüyoruz, ya da çadır etrafında oturuyoruzdur. Bugün o anladıklarını not tutsaydım bu satırları yazmak daha kolay olacaktı. Maalesef kendisi yakın zamanda aramızdan ayrıldı. Bir insan göçüp gittikten sonra aklımıza geliyor bazı sorular. Elbette cevapsız çok soru olacak ama, merak ettiğimiz bir çok konuyu da aydınlatmak bize düşüyor.
Şinasi Barutçu ile Siyah Güneş’i beklerken Zerduş Dağı Karlıova- Necmettin Külahçı Arşivi
Öğretici Filmler Merkezi (ÖFM), görsel ve işitsel eğitim araçlarının üretilmesi ve çoğaltılması amacı ile Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bir kuruluş olarak 1952 yılında kurulur. Öğretici Filmler Merkezi (ÖFM) olan adı Film-Radyo Grafik Merkezi (FRGM), Film-Radyo Televizyonla Eğitim Merkezi (FRTEM), son olarak da 2011 yılında Yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü (YEĞİTEK) adını alır. 2012 yılında da “Eğitim Bilişim Ağı (EBA)” geliştirilmiş ve web üzerinden yayına başlamıştır.
ÖFM’ nin kuruluşundan bugüne kadar gelişimi, bugünkü EBA’ da kayıt altına alınmış. Hatta bir video arşivi var. 1956 yılından başlıyor, 1980’ li yıllara kadar devam ediyor. Tanıdık isimlere de rastlıyoruz. Şinasi Barutçu, Osman Aziz Yeşil ve Cabbar Yıldız. Osman Aziz Yeşil ve Cabbar Yıldız, Ankara’daki Fotoğraf Sanatı Kurumu (FSK)’ nun da üyesidir.
ÖFM, kurulduğu günden itibaren araştırma yapabilecek, bilgi toplayabilecek ve görsel birikim sağlayabilecek kişileri kendi bünyesine katar. Bu kişilerin başında Şinasi Barutçu gelir. Külahçı, ÖFM’ de iken ‘’Bir Dilim Ekmeğin Masalı’’ adlı bir projeyi çalıştıklarından bahsederdi. 1956 yılında bu projenin hem videosu yapılmış hem de basılı malzemelere görsel yerleştirmek maksadıyla fotoğrafları da çekilmiş. (Video EBA’ da görülebilir.)
Öğretici Filmler Merkezi’nde Şinasi Barutçu ile çalıştıkları konulardan birisi de ‘’Anadolu’ nun Tarihi ve Doğal Güzellikleri’’. Bu amaçla illerimizi ve doğal kaynaklarımızın tanıtımını amaçlayan slayt serileri oluşturdukları da görülüyor. Bugün bilgisayar programlarında kolaylıkla hazırladığımız slaytlar, o yılların zor koşullarındaki teknik olanaksızlarla gösterilirmiş. Bu durumu Külahçı şu sözlerle ifade ediyor: ’’O dönemlerden çok iyi hatırladığım şey, slayt makinesinin çalışma şekli… Çoğu yerde elektrik olmadığı için, slayt gösterme makinesinin arkasına lüx lambasının ışığını verdirerek, slaytı makinedeki mercek aracılığı ile duvara yansıtıyorduk…’’ (Kontrast Sayı:43)
Atatürk’ ün Naaşının Anıtkabir’ e Nakledilişi
Yazının icadının Sümerlere kadar gittiğini biliyoruz. Sembollerle anlatım, on binlerce yıl öncesine dayanır. Bir teknolojiyi kullanarak görüntü elde ederek anlatım ise çok değil 185 yıl öncesine kadar gider. Yani fotoğraftan bahsediyorum.
Fotoğrafın en önemli işlevlerinden bir tanesi belge özelliği taşımasıdır. O anda olan herhangi bir şeyin fotoğrafını çekmiş olmakla, önemli olsun ya da olmasın tarihe bir not düşmüş oluyoruz. Önemli olan bu notu tarihteki yerine koyabilmek.
Hatırlatmak gerekirse, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, 10 Kasım 1938 günü gözlerini yumduktan sonra cenazesi, dokuz gün Dolmabahçe Sarayı’ nda kalır. 20 Kasım 1938’ de ise Ankara’ da başta Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Celal Bayar olmak üzere cenaze, TBMM önünde hazırlanan katafalka konulur. 21 Kasım 1938’ de naaşı, Ankara Etnografya Müzesi’ ndeki geçici kabrine taşınır. Atatürk’ ün naaşı, Ankara Etnografya Müzesi’ nde 15 yıl kalır. Bu esnada Atatürk’ ün anıt mezarı Anıtkabir’ in yapımına 9 Ekim 1944’ te başlanmış ve inşasının 1 Eylül 1953’ te tamamlanmasının ardından, 10 Kasım 1953’ te Atatürk’ ün cenazesi, Ankara Etnografya Müzesi’ nden alınarak, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ ın katıldığı bir törenle Anıtkabir’ e getirilmiştir.
Öğretici Filmler Merkezi Arşivi – Fotoğraf: Necmettin Külahçı(1953)Anıtkabir Yapım Çalışması
Atatürk’ün ebedi istirahatgahı olan Anıtkabir’ in yedi yıl süren inşaat yapımı bitince, Ankara Etnoğrafya Müzesi’ nde bekletilen naaşı, son yolculuğuna çıkmak üzeredir. İşte fotoğrafın tanıklık gücü tam da burada başlar. Fotoğrafçılar saatler öncesinden hazırda beklerler. Kimi naaşın yükleneceği at arabasının arka tarafında, kimi basamakların sağında, kimi de solunda. Belki, Ata’ sını son yolculuğuna uğurlamaya gelenler arasında fotoğraf çekenler de vardır.
Fotoğrafın tanıklık gücünü bildiğimden olsa gerek, fotoğrafçıları da merak etmeye başladım. İçinden biriyle ilgileniyorum. Bilin bakalım bu fotoğrafçılar arasında kim var? Fotoğraf dünyamızın duayen isimlerinden Necmettin Külahçı. Elazığ’ dan Ankara’ ya geleli bir yıl ya var ya yok. Külahçı, daha birinci yılında belki de ömrünün en önemli görevi ile karşılaşır. Kendisinden Atatürk’ ün naaşının Anıtkabir’ e nakledilirken her anının fotoğraflarının çekilmesi istenir. O gün Külahçı takım elbiseli, kravatlı ve önleri iliklidir. İlk fotoğrafı için hazırdır.
Öğretici Filmler Merkezi Arşivi – Fotoğraf: Necmettin Külahçı (1953) Atatürk’ ün naaşı Etnoğrafya’ dan alınırken
Atamızın naaşı sütunlar arasında belirmeye başladığında deklanşör sesleri birbirine karışır, o an ölümsüzleştirmeye çalışılır. Yakalarında yuvarlak rozetler olanlar diğerlerine göre daha rahat. Bazı fotoğrafçıların basamaklarda bir o yana bu yana farklı bakış açıları aradıkları belli oluyor. O günün fotoğrafçılarının kortejle birlikte Atamız Anıtkabir’ e nakledilinceye kadar adım adım yürüyerek çokça fotoğraf çektiklerini tahmin ediyorum.
Öğretici Filmler Merkezi Arşivi – Fotoğraf: Necmettin Külahçı (1953) Atatürk’ ün Cenaze Nakil Korteji
Belki altı belki de on makara film. -Ahmet Taner Kışlalı’ nın cenaze töreninin Ankara Devlet Operası’ ndan Kocatepe Camii’ ne nakli sırasında altı makara siyah beyaz filmi bitirmek için nasıl bir çaba gösterdiğimi unutamam.- Aradan geçen onlarca zaman sonrasında bazı fotoğraflar, o anlara götürürler bizi. Tarihi izler taşırlar. Atamızın naaşı basamaklardan indirilirken arkadan da yan yana dizilmiş zamanın devlet adamları beliriyor. Bildiğim kadarıyla İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes, Atatürk’ ün kız kardeşi Makbule ve birçok siyah fraklı insan var.
Bana ulaşan üç fotoğrafı Necmettin Külahçı’ nın çektiğine dair herhangi bir kuşkum yok. Her şey birbiri ile uyuşuyor. Böylesi önemli olaylarda neredeyse ülkenin tüm fotoğrafçıları bir araya geldiğinde kaçınılmaz olarak siz de kadraja girersiniz. Merak ettim ve Google’ da arama yaptım. Külahçı’ nın olduğu dokuz farklı görüntü ile karşılaştım. Külahçı’ nın kendi çektiği fotoğrafında, askerler elleri üzerinde naaşı taşırken beş basamak kadar aşağıdalar ve çok yakından normal bir objektif ile fotoğraflanmışlar. Öyleyse Necmettin Külahçı da karşı taraftan çekim yapan fotoğrafçıların kadrajına girmiştir diye düşünerek aramamı bu yönden yapmaya başladım. Boyu kısa, yirmi yaşlarında, elinde makinesi olan bir fotoğrafçı.
Necmettin Külahçı Atatürk ‘ün cenaze töreninde farklı bakış açıları ararken görüntüleniyor. Bu fotoğrafın Fotoğrafçısı bilinmiyor
Tam da düşündüğüm gibi askerler aşağı inerken Külahçı tam tersine yukarı çıkıp farklı bakış arayışlarına girmiş. Sonrasında başka bakış açıları ile görmek üzere yer değiştiriyor ve karşı tarafa geçiyor. İsmet İnönü’ yü, Celal Bayar’ ı, Adnan Menderes’ i ve Atatürk’ ün kız kardeşi Makbule’ yi bir arada yakından gören nadir insanlar arasına giriyor.
Necmettin Külahçı fotoğraf çekmeye çalışırken görüntüleniyor
İnönü’ nün fotoğraflarını çektiğini, hatta bir albümünün olduğunu da biliyordum. Kendisinden Atatürk’ ün naaşını, Anıtkabir’ e nakledilirken fotoğrafladığını bir kez olsun duymamıştım. Külahçı, vefatından sonra dahi bizleri şaşırtmaya devam edecek gibi görünüyor.
Öğretici Filmler Merkezi Arşivi – Fotoğraf: Necmettin Külahçı (1953) Türk Kuşu Kampı, Planör Uçaklar
Malum, bu fotoğraflar kendisinin arşivinde yok. Eski adıyla Öğretici Filmler Merkezi (ÖFM)’ nin arşivinde bulunuyor. Yakın zamanda tüm fotoğraflar taranarak dijital hale getirilmiş. Baştan sistem iyi tutulmuş olmalı ki fotoğrafçıların isimleri de ihmal edilmemiş. Külahçı’ nın toplamda ne kadar fotoğrafı var bilmiyorum. Bana ulaşan yirmi fotoğrafına baktığımda; Atatürk’ ün naaşını, okulları, törenleri, şehirleri, çalışan insanları, hatta THK’ nun tek kişilik uçak çekimlerini de yaptığını hayranlıkla gördüm.
Öğretici Filmler Merkezi Arşivi – Fotoğraf: Necmettin Külahçı (1953) Sinop Ayancık Orman İşletmesi Parke İmalatı
Bu fotoğraflara ulaşmam bir hayli ilginç oldu. Sosyal medyada Cin Ali Vakfı’ nın ÖFM ile ilgili bir etkinliğini okumuştum. Hem sunumu izlemek hem de Şinasi Barutçu ve Necmettin Külahçı ile ilgili sorular sormak istemiştim. Zamanlama olmadı ve gidemedim. Cin Ali Vakfı’ ndan Pınar Ekinci ile iletişime geçerek sunum hakkında bilgi edinirken, sunumu gerçekleştirenlerle iletişime geçebileceğimi söylediğinde, EBA’ dan İhsan Akşehirli’ yi aradım. Gerçekten de çok içten karşılandım, Külahçı’ nın fotoğrafları olduğunu söylediğinde ise çocuklar gibi sevinmiş, mutlu olmuştum. Yaklaşık yetmiş yıl öncesinin Türkiye’ sine tanıklık eden Külahçı’ ya ve fotoğrafımızın medarı iftiharı Şinasi Barutçu’ ya emeklerinden dolayı ne kadar teşekkür etsek azdır…
29 Nisan 2025
Fikret ÖZKAPLAN
Öğretici Filmler Merkezi Arşivi – Fotoğraf: Necmettin Külahçı (1953) Sinop Çangal Ormanları, Havai Hat
Güneşli ama soğuk bir Ankara havasında 13 Nisan 2025 Pazar günü Ankara Kültür Rotaları gezilerimizde Dr. Ali Vedat OYGÜR Hocamızın önderliğinde bu kez Ankara’ da Roma Medeniyetine ait izleri aradık. Tabiki de bu arayışımızın başlangıç noktası Ulus’ ta yer alan Roma Hamamı kalıntıları olmalıydı.
Ankara tarih öncesi çağlardan başlayarak katman katman pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış zengin bir tarihe sahiptir. Ankara’ daki tarihi kalıntılar ilk insan olan primatların kalıntıları Neanderthal’ lerden başlayıp, Osmanlı ve sonrasında Cumhuriyet dönemine kadar uzanır. Roma dönemi ise Ankara’ da M.Ö. 189’ da Galatlar’ dan sonra başlamıştır. Ankara doğrudan imparator Augustus’ a bağlı olan son derece stratejik ve önemli bir kenttir Roma için, her ne kadar izlerini bugün yeteri kadar göremiyor olsak da.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Tarihi Roma Hamamı Kalıntıları:
Şu an kalıntılarını gördüğümüz Ankara’ daki bu hamam Roma’ nın 3. büyük hamamı olarak biliniyor. Tahminen hasta olan Roma imparatoru Caracalla’ nın iyileşmesi için yapıldığı düşünülüyor. Hamamın suyu o dönemde 62 km’ lik mesafeden Elmadağ’ dan getiriliyor. Hamam kalıntıları iki kısımdan oluşuyor; gymnasium denilen spor alanı ve kapalı hamam kısmı olmak üzere. Spor alanı normalde yolun karşısındaki binaların altına kadar uzanan geniş bir alan iken şu an sadece çok az bir kısmını görebiliyoruz.
Hamamın iki ana girişi var güney girişi halkın girdiği kapının bulunduğu 8 sütunlu giriş, kuzey girişi de imparatorluk bölmesi olan soyluların girişi olan 4 sütunlu giriş. Bir de malzemelerin girişinin yapıldığı rampalı üçüncü bir giriş de mevcut. Ayrıca kalıntıların arasında üstü kapalı sütunlu ve tek taraflı dükkanların sıralandığı bir caddeden kalanları da görebiliyoruz. Heykel kaideleri, sütun parçaları, yazıtlar ve mezar taşları da alanda sergileniyor. Atık su kanalları, servis kanalları, hamamın ısıtma sistemi, soğukluk (yüzme havuzu), sıcaklık, ılıklık bölümleri ile soyunmalık kısımları ve bölümler arasındaki geçişleri, su deposunu net bir şekilde görebiliyoruz.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Hamamın Soğukluk Bölümü ve Yüzme Havuzu
Hamamın Isıtma sistemi ve Bölümler Arası Geçişler
Sütun Başları
Romaya ait üzerinde Şifa Sembolü olan bir kalıntı
Roma Hipodromu:
Ne yazık ki Hipodrom ile ilgili herhangi bir kalıntı olmamakla birlikte, Augustus Tapınağındaki bir yazıdan tahmin edildiği üzere yolun karşısında yer alan gece konduların yıkılması ile ortaya çıkan düzlüğün Roma zamanında atlı araba yarışları ve atletizm oyunlarının yapıldığı Hipodrom olduğu tahmin edilmektedir.
Nympheum Anıtsal Çeşme ve Forum:
İzlerine rastlayamadığımız diğer bir Roma eseri de 1954 yılında İşbankası’ nın ek binası yapılırken temel kazısı sırasında ortaya çıkan Nympheum denilen çok büyük bir Anıtsal Çeşme’dir. Çeşmenin yanındaki boş alan da yine maalesef ki kalıntıları olmayan Forum yani Pazar yeri olarak kullanılan Halk Meydanı’ dır.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Hipodrom olabileceği tahmin edilen alan
Forum ve Meclis Binasının bulunduğu bölge
Palatium Saray ve Meclis Binası:
Yine kalıntılarını göremediğimiz diğer bir önemli eser de Palatium denilen Roma Sarayı’ dır. Saray 1954 yılında yapılan Ulus İşhanı’ nın temelinin kazısında ortaya çıkmıştır. Şu anki Defterdarlık Binasının 1953 yılındaki temel kazısı sırasında da girişi Forum’ a bakan Bouleterion Odeon denilen Kent Meclisi Binası çıkmıştır ve ne yazık ki o da diğerleri gibi binanın altında kalmıştır.
Cardo Maximus:
Cardo Maximus denilen kenarında dükkanların bulunduğu Roma’ nın ana caddesinin en azından bir kısmı Ulus Şehir Çarşısının yanında izlenebilmekle birlikte büyük bir çoğunluğu yine AVM binasının altında gömülü kalmıştır.
Julianus Sütunu:
Gerçek yerinde olmamakla birlikte en azından hala ayakta olan Sütunun İmparator Julianus’ un (M.S. 361-363) Ankara’dan geçtiğinde şerefine dikildiği söylenir. IV. yüzyılda yapıldığı sanılan esere halk arasında Belkıs Minaresi de denilmektedir.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Roma’ nın Ana Caddesi Cardo Maximus’ tan kalanlar
Julianus Sütunu
Temenos Duvarı:
Hacıbayram’ ın bulunduğu Kutsal alanların yer aldığı tepe anlamına gelen Acropolis’ i çevreleyen duvar kalıntılarıdır. Bizans dönemine aittir ve orijinal olan kısımlarının yapımında Bizanslılar tarafından Roma İmparatorluğuna ait eserler bilinçli olarak kullanılmıştır. Sonradan eklenen kısımlar ise orijinal duvar kalıntıları yıkılarak güvenlik gerekçesi ile Melih Gökçek döneminde yapılmıştır.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Temenos Duvarı
Acropolis Kutsal Tepe
Augustus Tapınağı:
Hacıbayram Camii ile bitişik olan tapınaktır. Ankara Anıtı olarak bilinir. Son Galat Kralı Amintas’ ın oğlu Prens Pilamenes tarafından Galatya’ nın Roma Eyaleti olması şerefine İmparator Augustus’ a bağlılık nişanesi olarak yaptırılmıştır. Tapınağın mimarı Pirieneli Hermogenes’ tir. Tapınağın altında Frigler’ e ait Ankara’ nın baş tanrısı ve Kibele’ nin kocası olan Ay Tanrısı Men (Attis) Tapınağı’ nın kalıntıları vardır. Augustus Tapınağı’ nın en önemli özelliği dünyada tek örneği olan İmparator Augustus’ un vasiyetinin Helence ve Latince olarak tapınak duvarlarına yazılmış olmasıdır.
Fotoğraflar:Cengiz PAMUK
Augustus Tapınağı Kalıntıları
Augustus Tapınağı ve Hacı Bayram Camii
Roma Tiyatrosu:
Ankara Kalesinin eteklerinde Bentdersi’ nde dolmuş duraklarının karşısında şimdilerde restorasyonu süren 5000 kişilik tipik bir Anadolu Roma tiyatrosudur. Ankara’ da Roma izleri arayışımızı Roma Hamamından başlayıp Roma Tiyatrosunda noktalayarak bir sonraki gezimizde görüşmek üzere çaylarımızı yudumlayıp planlarımızı yapmaya başlıyoruz
Anadolu, binlerce yıllık bir geçmişe sahip, çok katmanlı ve zengin bir mirastır. Bu kültür, farklı medeniyetlerin izlerini taşıyan, halk yaşamı, inanç sistemleri, el sanatları, müzik, mimari, giyim-kuşam, sözlü anlatımlar gibi pek çok alanda kendini gösteren bir bütündür. İşte bu değerli kültürü fotoğraflamanın önemi birkaç başlıkta şöyle açıklanabilir:
Fotoğraf: Faruk AKBAŞ
Belgeleme ve Koruma
Geleneksel yaşam tarzları, teknolojik gelişmeler ve modernleşme süreciyle hızla değişiyor ya da kayboluyor. Fotoğraf, bu değerleri belgeleyerek geleceğe aktarmanın en güçlü yollarından biridir. Bir köydeki geleneksel düğün, bir ninenin elleriyle işlediği kilim, bir çobanın dağ başında yaktığı ateş… Tüm bunlar birer görsel hafızadır.
Kültürel Farkındalık ve Saygı
Fotoğraf, sadece belgelemekle kalmaz; izleyicinin dikkatini çeker, merak uyandırır, empati kurmasını sağlar. Anadolu’nun bir köyünde yaşanan bir bayram sabahını gören biri, o kültüre dair daha derin bir anlayış ve saygı geliştirebilir.
Sanatsal Anlatım
Fotoğraf, aynı zamanda bir anlatım dilidir. Fotoğrafçı, kültürel unsurları sadece belgelemekle kalmaz, aynı zamanda onları estetik bir dille anlatır. Bu da izleyicinin kültürü sadece görsel olarak değil, duygusal olarak da hissetmesini sağlar.
Fotoğraf: Faruk AKBAŞ
Toplumsal Kimliğin Yansıması
Anadolu’nun yerel giyimleri, mimarisi, ritüelleri ve gündelik yaşamı, toplumun kimliğini yansıtır. Fotoğraflar, bu kimliği güçlendirir, sahiplenilmesini sağlar.
Eğitim ve Araştırma İçin Kaynak Oluşturma
Belgesel fotoğraflar, kültürel araştırmalarda, sosyoloji, antropoloji ve tarih gibi alanlarda birincil kaynak olarak kullanılır. Ayrıca okullarda, müzelerde, sergilerde eğitim materyali olarak büyük bir işlev görür.