ANKARA KÜLTÜR ROTALARI-BİR BİLENLE GEZİYORUZ: HAMAMÖNÜ

FSK’ nın artık gelenekselleşen gezileri Ankara Kültür Rotaları Bir Bilenle Geziyoruz kapsamında bu ay Hamam önü, Hamam arkası, Hacet Tepesi rotasını Dr Ali Vedat OYGÜR hocamızın rehberliğinde aşağıdaki haritada yer alan güzergahlar üzerinden giderek keyifli bir şekilde tamamladık.

Geziye Hacettepe Onkoloji Hastanesi önünde buluşarak başladık. Buluşma noktamızda kafamızı kaldırıp karşıya baktığımızda bayrak direği bulunan bir tepe görünür. Bu tepenin adı Hacet Tepedir. Hacet dilek, ihtiyaç demektir. Ankaralı, Tanrı’ ya dileğini iki yolla iletirmiş bir zamanlar: Birincisi kağıda yazıp Akköprü’ nün ayağından Çubuk suyuna bırakırmış. Diğeri de Hacet Tepesine çıkıp rüzgara üflermiş. 1970’li yılların başına kadar tepe park olarak kullanılmış. Parkta bulunan havuzun içinde meşhur su perileri heykeli bulunuyormuş. Superileri heykeli 30’ lu yıllara kadar Kızılay’ da imiş. Hacettepe üniversitesi yapılırken Tandoğan’a taşınıyor. Günümüzde ise Cermodern’in bahçesinde bulunmaktadır.

Hamamönüne doğru ilerlediğimizde, ilk ziyaret ettiğimiz eser Mimarzade (Sarıkadı) Camii oldu.

Aslında bu yapılara camii yerine mescit demek daha doğru olacaktır. Erken Osmanlı döneminde camilerin minaresi yoktur. Gerileme döneminde, 1600’ den itibaren Osmanlı Ordu’nun ana gelir kaynağı olan Tımarsistemini bırakıp, İltizam sistemine geçiyor. Ali Vedat OYGÜR hocamız o dönemi blog yazılarında şu şekilde özetliyor:

“xvııı inci yüzyılın başından itibaren Osmanlı’da sancak beyliği artık “arpalık” (iltizam) olarak verilmektedir (çadırcı, 2000). Beyliği alan kişi de Sancak’tan toplanacak vergi gelirlerinin karşılığı olarak peşin para ile yerine mütesellim tayin etmektedir. Mimar zade ailesi, bu düzen içinde, yolsuzluk yaptıkları için görevden alınan müderris zadelerin ardından Ankara’ya ayan ve mütesellim olan ikinci önemli ailedir. Mimar zade Mehmed şakir efendi, 1769-1774 arasında ayanlık yapmış fakat haksız yere fazla vergi toplaması ve yolsuzluk nedeniyle şikâyet edilince paraları vermemek için oluşturduğu birkaç yüz kişilik çeteyle Niğde’ye kaçmıştır. Sarayla arasına aracılar koyarak kendisini affettirmiş ve 1777 yılında Ankara’ya dönerek ayanlığa devam etmiştir. Ölünce, yerine oğulları ayanlık sistemini sürdürmüş ve yolsuzluklarla baş edilemeyince mimar zade Mehmed emin efendi, 1807’de Kastamonu’ya sürgün edilmiştir.”

Camiinin bahçesinde Osmanlı mezarları da yer almaktadır. Bu mezarlar camiiyi yaptırmış olan Mimar Zade’nin ailesine aittir.

Bir sonraki ziyaretimiz Karacabey Külliyesine oldu.

Karacabey Külliyesi

KARACABEY CAMİİ VE TÜRBESİ:

Karacabey Camiini Anadolu beyler beyi Karaca Celalettin bey yaptırıyor. Ten rengi biraz koyu olduğu için kara lakabıyla anılıyor. Osmanlının kurucusunun adı da belgelerde Kara Osman diye geçermiş. Burası bir yapı komleksi. Osmanlının erken döneminde yapı komleksine imaret denilirdi. Bu nedenle İmaret camii de denir. Karacabey ailesi Ankara’nın önde gelen ailelerindendir. Kompleksin içerisinde İki tane medrese, mutfak depolar ve çeşme bulunmaktadır. Bu camii Osmanlı erken döneminin tipik bir örneğidir. Cami kapısının ikitarafında misafir odaları vardır. Gündüzleri din eğitimi verilirken geceleri de Ankara’ ya gelen misafirler konaklamaktadır. Taç kapısı vardır. Ahşap giriş kapıları orijinaldir. Kurtuluş Savaşı yıllarında, camii askeri kışla olarak da kullanılmıştır.

Celalettin Karacabey 1444 Varna savaşında şehit olunca eniştesi 2. Murat tarafından buradaki türbeye defnedilmiştir.

TACETTİN SULTAN CAMİİ:

Celveti Tarikatı Hacıbayram’ın kurduğu Bayramiliğin bir koludur. Celvet yerini yurdunu terk eden demektir. Tacettin Ankara’ da Akmedrese’ de müderristir. Aynı zamanda Osmanlı’da özel kalemde çalışmaktadır. O da Celveti tarikatına girerek buradaki dergahı kurmuştur. Şeyh Tacettin vefat ettikten sonra oğlu bu cami ve türbeyi yaptırmıştır. Dergah binası şu anda Mehmet Akif Ersoy Müzesi olarak kullanılmaktadır.

Müzenin önündeki geniş alanın adı Hamit tarlası olup, burası aslında toplu olarak etkinliklerin yapıldığı bayram yeridir.

HACI MUSA CAMİİ:

Hacı Musa Camii’ nin minaresi, mihrabı ve ana kapısı özgündür. Yakınındaki çeşme ise Ankara’ nın en eski sokak çeşmesi olarak bilinmektedir.

BEYNAMLIZADE KONAĞI:

Hacı Mustafa Efendi Ankara’da bir müderristir. Aynı zamanda son Osmanlı Mebusan Meclisinde de Ankara mebusudur. Börekçizade Rıfat Efendi ile Milli Mücadelede birlikte çalışmışlardır. 5 Ekim 1919 günü, bugün Etnoğrafya müzesinin olduğu Namazgah Tepede Ankara halkı toplanarak Cuma namazı kılarlar. HutbeyiBeynamlı Mustafa Efendi okur ve Ankara halkını savaşa çağırır. Bunun üzerine Ankara milli alayı kurulur. Sancaktarı Börekçizade Rıfat Efendi olur. Komutan da Beynamlı Mustafa Efendi olur. Atatürk geldiğinde de ona katılırlar.

KARACABEY HAMAMI:

Karacabey hamamı kadın ve erkek bölümleriyle çifte hamamdır. Hamamönü, adını bu hamamdan almıştır.

Ankara valisi, Abidin Paşa 1890’ da borularla Ankara’ ya su getirmiştir. Su 3 ayrı hattan gelir. Elmadağ suyu kale tarafına getirilir, Kayaş’ta Roma galerisinin yanındaki Hanımpınarı suyu ve Cebecinin arkasındaki sırttan gelen Öksüzce suyu. Bu şekilde hamamlara, çeşmelere su eriştirilmiştir.

ST. PETERSBURG MEYDANI:

Ve merak ettiğimiz St. Petersburg meydanına geliyoruz. Rus elçiliği 1927’ de bulvardaki bina yapılana kadar Petersburg meydanındaki binada yer almıştır. Meydanın ismi buradan gelmektedir.

HACI İVAZ CAMİİ:

Hacı İvaz mimardır. Bursa’daki Yeşil Cami ve Yeşil Türbe’yi de inşa eden kişidir. Caminin aslında minaresiyoktur. Sonradan eklenmiştir.

Gezi rotamızda ilerlediğimiz Ulucanlar Caddesi Selçuklu ile Osmanlı’ nın sınırıdır diyebiliriz.

Ağaçayakzade (Ağaçoğlu) Camii’ nin minaresi de sonradan eklenmiştir.

CENABİ AHMET PAŞA CAMİİ:

Bu gezimizin belki de en görkemli mimarisi Cenabi Ahmet Camiidir. Mimar Sinan’ın Ankara’da tek eseri olan Cenabi Ahmet Paşa Camii, Ulucanlar Semti’nde yer almaktadır. Tezkiret-ül Ebniye (Yapılar Tezkeresi, Mimar Sinan’ın Otobiyografyası Yazarı Şair Nakkaş Sai Mustafa Çelebi) ve Tuhfetü’l Mimarin adlı eserlerde bu caminin Mimar Sinan tarafından inşa edildiği belirtilmektedir. Camii 1565 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri ve Anadolu Beylerbeyi Cenabi Ahmet Paşa’nın ölümünden sonra yaptırılmıştır.

Fotoğraf: Cenabi Ahmet Paşa Camii

Tezkiret-ül Ebniye Ali Vedat hocamızın arşivinde dijital ortamda PDF olarak mevcuttur. Bu kitap Mimar Sinan’ın 366 tane eserini anlatan yapılar kitabıdır. Camiyi Mimar Sinan’ın yetiştirdiği mimarlar yapsa da kendisi kontrol için Ankara’ ya gelmiştir. Hacıbayram’ın kapısında 1574 yazar. Bu tarihte Mimar Sinan Hacıbayram’ın kapısına ekleme yapmıştır. Cami kontrollerini de bu tarihte yaptığı düşünülmektedir.

 YÖRÜK DEDE TÜRBESİ:

Dönüş yolumuzda son olarak Ankara’daki tek kümbet tipi türbe olan Yörük Dede Türbesini ve Öksüzce çeşmesini görüyoruz. Daha önce bahsettiğimiz Öksüzce suyunun sonlandığı, depolandığı çeşmedir. Su buradan halka ulaştırılmaktadır. Yörük Dede adını halk tarafından geceleri gezdiğine inanıldığı için almıştır.

Oldukça yoğun bir programla tamamladığımız bu gezi sonrasında daha detaylı okuyup bir kez daha gezmek gerektiğini düşünüyorum. Bir dahaki gezimizde görüşmek dileğiyle güneşli bir sonbahar gününden keyifli anılar biriktirerek ayrılıyoruz.

Cengiz PAMUK

22 Ekim 2023

İLELEBET PAYİDAR

‘’Yurttaşlarım, yurdumuzu dünyanın en mamur, en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız.’’

‘’Sonsuza akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, mutluluklarla huzur ve rahatlık içinde kutlamanızı gönülden dilerim.’’ der büyük önder Atatürk, Cumhuriyetin Onuncu Yılında, tarih 29 Ekim 1933’tür.

Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş ve uygar bir ülke olması için eğitim, hukuk, ekonomi, sanayi, sağlık, ulaşım, spor gibi birçok alanda atılımlar başlatılır. 1926’da Türk Medeni Kanunu kabul edilir, 1934’te Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilir. Türk kadını en temel haklarına ve özgürlüğüne kavuşur. Laik Cumhuriyetin çağdaş ve özgür ortamında kadınlar, kendi gelecekleri ve toplum yararı için her alanda sorumluluk ve görev alır. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren okullarda, fabrikalarda, hastanelerde, kamu görevlerinde yerini alır. İlk kadın sporcularımız spor salonlarında yetişmeye başlar ve uluslararası yarışmalara katılır.

Türkiye’nin ilk kadın voleybol takımı 1927’de Fenerbahçe Spor Kulübü’nde kurulur. Sabiha Rıfat Gürayman, Fenerbahçe Kadın Voleybol Takımına girer ve kaptanlık yaptığı takım birçok maçta galibiyet alır, ancak takım karşısında rakip bulunmaması nedeniyle kapanmak zorunda kalır. Kadın sporcuların erkek takımında oynamalarını engelleyen bir kural olmadığından Fenerbahçe Erkek Voleybol Takımın girer ve bir erkek takımında forma giyen ilk kadın sporcu olur. Belki dünyada ilk kez beş erkek bir kadın oyuncudan oluşan takım, tüm rakiplerini yenerek şampiyon olur. Arkadaşları kendisine “uçan parmaklar” lakabını verir.

Sabiha Rıfat (Gürayman), 1910’da, Manastır kentinde doğar, babası Harekat Ordusu ile İstanbul’a gelen bir subaydır. 1927’de Mustafa Kemal’in, bugün İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) olarak bilinen Mühendis Mektebi’ne (Mühendishane-i Bahr-i Hümayun) kadınların da alınmasını istemesi üzerine arkadaşı Melek (Ertuğ) ile beraber üniversitenin sınavlarını kazanarak, üç yüz elli erkek öğrencinin okuduğu Mühendis Mektebi’nin iki kadın öğrencisinden biri olur. Mezun olduktan sonra ülkenin değişik yerlerinde birçok okul, hükümet konağı ve resmi binanın yapımında çalışır. Uzmanlık alanı köprü yapımıdır, Cumhuriyet tarihinin en zorlu projelerinden Ankara Beypazarı yolundaki köprüyü yapar. Anadolu’da köprü inşa eden ilk kadın mühendis olarak tarihe geçer. “Kemer Köprüsü” yöre halkınca “Kız Köprüsü” olarak anılır.

1945’te Anıtkabir inşaatının kontrol mühendisliği kendisine verildiğinde; “Ne mutlu ki; Türk kadınına çağdaşlık yolunu açan Atatürk’e olan minnet borcumun bir bölümünü ödeyebileceğim.” der. On yıl baş kontrol mühendisi olarak çalışır. Cumhuriyetin ilklere imza atan başarılı Türk kadınlarından biridir.

Türk Kadın Voleybol Takımları uluslararası başarılarla, kazandıkları şampiyonluklarla Dünya Kadın Voleyboluna Türk adını kaydeder.

1957’de Kadın Milli Voleybol Takımı ilk maçına çıkar.
1961’de Kadın Milli Voleybol Takımı Batı Almanya’yı 3 – 2 yenerek ilk galibiyetini alır.

1980’de ilk uluslararası başarıya imza atılır, Eczacıbaşı Kadın Voleybol Takımı Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda ikinci olur.

2010’da Kadınlar FIVB Kulüpler Dünya Şampiyonası’nda Fenerbahçe Kadın Voleybol Takımı, Dünya Şampiyonu olur, Gürayman’ın yüzüncü doğum yılıdır.

2003’te, Kadın Milli Voleybol Takımı, ikinci olduğu Avrupa Kadınlar Voleybol Şampiyonası’ndan itibaren Türkiye’de”Filenin Sultanları” unvanıyla tanınır. 2023’te millî takım, Milletler Ligi Şampiyonluğu Kupası, Avrupa Şampiyonluğu Kupası ve Dünya Kupasıadıyla oynananOlimpiyat Elemelerindekazandığı kupa olmak üzereüç kupabirden kazanır. 16 Temmuz 2023’te FIVB dünya sıralamasında birinci sıradadır. Türkiye Kadın Millî Voleybol Takımı, Avrupa Şampiyonu olur, Cumhuriyet’in yüzüncü kuruluş yılıdır.

Sabiha Rıfat Gürayman’dan Avrupa Şampiyonluğu’na uzanan yolculukta cumhuriyet tarihi okunur. Cumhuriyetin ilk yıllarında çok sayıda öncü kadın yetişir ve gelecek kuşaklara ilham olur. Yüz yıl içinde ise Türk kadını, birçok alanda sayısız başarılar elde eder. Başarılarının temeli cumhuriyet devrimlerinde yer alan kadın hak ve özgürlükleridir. Bugün de kadınlar, eşitlik ve özgürlük üzere açılan yolda cesaretle yürürler. Ülkeyi Atatürk’ün gösterdiği çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmayı başarırlar. Bunu gerçekleştirebilecek akla, birikime ve güce sahip oldukları inancındadırlar.

Türkiye’de kadınlarımızın bilim, teknoloji, eğitim, siyaset, sanat, spor ve pek çok alandaki başarısı aynı zamanda demokratik, laik, çağdaş, sosyal hukuk esasına dayalı Cumhuriyet’in başarısıdır. Sonsuzluğa akıp giden her yıl, Türk Milleti bayramını daha büyük onurlarla, mutluluklarla, birlik beraberlikle kutlar… Kuruluşundan bugünlere, bugünlerden sonsuza dek… Cumhuriyetimizin yüzüncü yaşını kutlarken nice yaşlara, nice başarılara…

“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” der büyük önder Atatürk.

Cumhuriyet ilelebet payidar kalır, Cumhuriyetin Yüzüncü Yılında, tarih 29 Ekim 2023’tür.

Fotoğraflar: Figen GÜNAY KILIÇ

Figen GÜNAY KILIÇ Ankara_2023

Kaynak:

  • Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk
  • Anıtkabir’deki Kadın Eli: Sabiha Rıfat Gürayman, Günseli Naymansoy
  • https://tvf.org.tr/
  • https://www.fenerbahce.org/haberler/kulup/2019/3/fenerbahceli-sabiha-rifat-gurayman-turkiye-nin-oncu-kadinlari-listesinde

SOYUT SANAT, SOYUT FOTOĞRAF

Fotoğraf: Adnan ATAÇBilardo

Kısaca “Hiçbir şey anlatmadan, çok şey algılatabilme sanatı”.

Soyut sanatın, 20. yüzyılın başlarında adı konulmuş olsa da kökü çok eskilere dayanır. Genel olarak, var olan ya da olmayan nesneleri olduğu gibi betimlemek yerine daha çok leke değerlerine, öznel tasarımlara göre ortaya çıkarılan ve tanımlanamayan eserler denilebilir.

Soyut sanatta gerçek yaşamın ötesindeki şekiller ve renkler, sanatçının yaratıcılığını sergilemeyi amaçlar ve bu nedenle de soyut çalışmalar kolay algılanmaz, düşünmeyi ve yorumlamayı gerektirir. Soyut sanatın, oluşturulan görüntüler aracılığıyla izleyicide güçlü duygular ve bağlantılar uyandırması beklenir. Sanatçılara tasarımları için gerçek hayattaki görsel referanslardan bağımsız ve bunlarla belirlenmemiş sonsuz yaratma özgürlüğü verir.

Figürlerle belirli mekanlardaki kuruluş mantığı soyut çalışmalarda önemini yitirir. Nesnelerin yerleştirilmesine ilişkin perspektifin ve mantıksal düzenlemenin ortadan kalkması ile yeni bir hacim ve tasarım anlayışı biçimlenir ve adeta bir özgünlük alanı oluşur.

Soyut sanatın öncüsü olduğu düşünülen Rus sanatçı Wassily Kandinsky’nin 1910’da yaptığı “İsimsiz” suluboya eseri, soyut sanat döneminin ilk önemli eseri olduğu kabul edilir.

Fotoğraf: Wassily Kandinsky – İsimsiz

Ayrıca, Kazimir Malevich’in “Beyaz Üstüne Beyaz” tablosu, Piet Mondrian’in “Tablo-I” adlı eseri, Paul Klee’nin “Senecio” adlı eseri, Pablo Picasso’nun “Çıplak, Yeşil Yapraklar ve Büst” tablosu, Joan Miró’nun “Mavi Yıldız” eseri, Helen Frankenthaler’in “Dağlar ve Deniz” adlı eseri, Ben Nicholson’un “Kabartma” adlı eseri soyut sanat yaklaşımı için ilk önemli örnekler olarak kabul edilebilir.

Günümüzde Gerhard Richter‘in sergilediği nonfigüratif resimler ile fotogerçekçi eserleri yeni yaklaşımları da ortaya çıkarır. Fotoğrafta gerçek görüntüler üzerinde çalışılarak oluşturduğu, zamandan ve mekandan koparılmış eserleri soyut yaklaşım ile karşımıza çıkar.

Fotoğrafın, birçok çevre tarafından gerçek dünyanın yansıtılması olarak düşünülmesi, bir belge olarak değerlendirilmesine yol açmıştır. Bu düşünce ile gerçekten ve gerçekçilikten ayrılmamayı önemseyen Realizm (gerçekçilik) yaklaşımı gelişmiştir. Realistler, bir sanatçının öznel dünyasını anlatmak yerine dünya gerçeklerini göstermeyi tercih etmişlerdir. Eserlerinde günlük yaşamdan görüntülerin yanı sıra doğayı da tüm gerçekliğiyle kaydetmeyi önemsemişlerdir. 

Pictorializm (resimsellik) estetiğin içerikten, fotoğraf içindeki uyum ve dengenin gerçeklikten daha önemli olduğu bir bakış açısıdır. Fotoğraf teknikleri ile oluşturulan yumuşak tonlamalar, ışık oyunları, çekim sırasında ve sonrasında elde edilen duygusal, dramatik ve şiirsel çalışmalar bu anlayışın önemli bir özelliğini oluşturur.

İnsan aklında farklı çağrışımlar oluşturan, düşündürücü, bakan kişiyi kendisine çeken fotoğraflar üretmeye çalışarak yeni deneyler yapan fotoğrafçılar, gerçeğin dışında non-figüratif, non-objektif gibi isimlerle de anılan soyut çalışmalar üretmeye başlamışlardır.

Bu anlayışla üretilen fotoğrafta genelde fiziksel gerçekliklere gönderme yapılmamakta, zihinsel bilgi, birikim, hayaller ve estetik önceliklidir. Bu şekilde, fotoğraf sanatında var olanı yansıtma geleneği dışında, renk ve biçimsel bozulma, doku ve detay çekimlerinin yanı sıra kolaj, montaj gibi çeşitli tekniklerle soyut sanat örnekleri ortaya çıkarılmıştır. 

Man Ray, Mohaly Nagy, Andre Kertesz, Ralp Gibson gibi yeni teknik ve uygulama arayışlarındaki sanatçılar, ışık ve gölge formları ile insan detaylarında soyut anlatımlara gitmişlerdir. Şahin Kaygun’un yaşamdan biçim, renk ve anlatım soyutlamaları ilgi çekici örneklerdir.

Soyut görsellere bakarken beyinin mantıksal süreçleri daha az baskı altındadır.

İzleyenin tepkisi daha çok içgüdüseldir. Soyut fotoğraf, görselin detayından ve anlamından daha çok ve öncelikle biçim, renk, leke ve çizgiler yolu ile algılanmasına dayanır. Öncelikle izleyicinin duyguları ile etkileşime girer.

İyi tasarlanmış bir soyut fotoğrafın, insanın kültürel birikim, soyut düşünce ve duygusal algılamaları ile görseller arasında etkileşim oluşturacak güçlü sonuçlara ulaşması amaçlanır. İnsanların duyusal sisteminin mantıksal sisteminden daha güçlü ve zengin olabileceği gerçeğinden faydalanır.

Ayrıca artık ışığı kaydederken ya da kaydedilen ışık üzerinde çalışırken, soyutlamaların ötesinde, gerçek soyut görsellere ulaşmak asıl amaç olmalıdır. Tekrar etmek gerekirse soyut çalışma; “hiçbir şey anlatmadan, çok şey algılatabilmektir”.

Fotoğraf: Adnan ATAÇSanal Dünya

Prof. Dr. Adnan ATAÇ

Ekim 2023

SİPERDEN SİPERE “VATAN SATHI”

Fotoğraf: Fikret ÖZKAPLANKurtuluş Savaşı Siperleri

Kurtuluş Savaşı Alanlarını Fotoğraflamak

Fotoğrafa başladığım günlerden bu güne kadar, yaklaşık otuz yıldır Türkiye’deki Milli Parkları fotoğraflamaya çalışıyorum. Milli Park ilan edilen yerler içerisinde, savaş tarihi bakımından çok önemli yerler bulunmaktadır. Bu mirasın gelecek kuşaklara aktarılması amacıyla Malazgirt, Nene Hatun, Sarıkamış, Kop Dağı, Gelibolu, İnebolu ve Kurtuluş Savaşı’nın yaşandığı coğrafyalar Tarihi Milli Park olarak ilan edilmiş ve koruma altına alınmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli Milli Mücadele yıllarında atılmış ve Kurtuluş Savaşı’nın ardından 29 Ekim 1923 günü resmiyet kazanmıştır. Geçen 100 yıl sonrasında, bu muharebelerin yaşandığı alanların çoğu yok olmaya yüz tutsa da belirginliğini korumakta ve tarihi izleri hala taşımaktadır.

1981 yılında Afyonkarahisar, Kütahya ve Uşak illerinin sınırları içerisindeki Büyük Taarruz’un yaşandığı alanlar, Başkomutan Tarihi Milli Parkı olarak; 2015 yılında Polatlı ve Haymana arasındaki meydan muharebesinin yapıldığı alanlar, Sakarya Meydan Muharebesi Tarihi Milli Parkı adıyla; 2018 yılında da Karadeniz’i Ege Denizi’ne bağlayan ‘’Kağnı Yolu’’, İstiklal Yolu Tarihi Milli Parkı olarak ilan edilmiştir.

Kurtuluş Savaşı’nın yaşandığı Başkomutan Tarihi Milli Parkı alanını ilk kez fotoğraflamaya başladığım günden bugüne on beş yıl geçmiş ve bu süre içinde iki kez fotoğraflamak üzere gitmiştim. O zamanlarda mevzileri çalışmak gibi bir fikre sahip değildim. Sadece Kocatepe’de taş taş üstüne konularak yapılan mevzileri görmüş ve fotoğraflamıştım. 2015 yılında ise Sakarya Savaşı’nın yaşandığı alanlar da milli park olarak ilan edilince eksik halka tamamlanmıştı. Sakarya Meydan Muharebesi ile ilgili milli park sınırlarında en dikkat çekici değer, mevzilerin hala görünebiliyor olmasıydı. Bu mevziler ilgililerce tespit edilmiş ve sınırları çizilmişti.

Sakarya Meydan Muharebesi tarihini okumaya başladıkça gördüm ki, mevziler sadece milli park ilan edilen sınırların içinde değiller. Sakarya Savaşı’nın hem öncesi var, hem de sonrası var. Öncesinde; Yunanlılar 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal ettikten sonra ‘’Megali İdea’’ düşüncesiyle Ankara’ya kadar yürüyüşe geçmiş, Kütahya-Eskişehir Muharebeleri yaşanmıştı. Sonrasında ise Yunanlılara karşı Takip Harekatı başlatılmış ve Afyonkarahisar’a kadar sürülmüşlerdi. Bu muharebelerin yaşandığı alanlarda da mutlaka savaşın izleri duruyor olmalıydı.  

Ankara’dan Eskişehir’e, Afyonkarahisar’dan Kütahya’ya, Uşak’tan Denizli’ye, Manisa’dan İzmir’e kadar tüm dağları, tepeleri ve köyleri araştırarak işaretlemeler yaptım. Kimi yerlerde mevzileri, kimi yerlerde şehitlikleri, kimi yerlerde de anıtları bulmayı başarmıştım. Bu yerlerin bir kısmını bu bölgelere yaptığım seyahatlerde haritayla, pusulayla ya da GPS koordinatlarıyla bulup fotoğraflamaya çalıştım. Elbette bu proje hem zaman, hem de sabır gerektirdiğinden, savaş alanlarının tamamının fotoğraflanması daha uzun yıllar sürecek gibi görünüyor.

Siperden Sipere ‘’Vatan Sathı’’ adlı bu fotoğraf çalışması, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşunun 100. Yılı’nda Milli Mücadele yıllarına ışık tutması ve bir hafıza oluşturması amacıyla özel olarak hazırlanmıştır.

19 Mayıs 1919’da bağımsızlık meşalesini Samsun’ da ateşleyen Mustafa Kemal Atatürk’ e, silah arkadaşlarına, şehitlik mertebesine ulaşan ve vatanını kanının son damlasına kadar savunan Türk askerine, Milli Mücadelemize katkı veren, bizlere bu armağanı yaşattıran ve bugünlere kadar getiren herkese minnet ve şükran borçluyuz. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun…

Fikret ÖZKAPLAN

1 Ekim 2023

ANKARA KÜLTÜR ROTALARI-BİR BİLENLE GEZİYORUZ: ANKARA KALESİ

Haziran Ayı Bir Bilenle Geziyoruz etkinliğimizin üçüncüsünde Dr. Ali Vedat Oygür eşliğinde Kaleyi ve civarını gezdik. Hocamız; Ankara’nın tarihinin çok eski olduğunu, kazılarda cilalı taş devrinden bir taş balta bulunduğunu, aynı baltadan Roma tiyatrosunun kazılarında da bulunduğunu ve her iki adreste de küçük idol denilen dinsel heykeller bulunduğunu bize aktararak gezimizi başlattı.

Kazılarda Hitit dönemine ait bulunan aletler, tam o zamanlar da kale olarak da tabir edilebilecek bir askeri birliğin bu noktada olduğunun göstergesidir.

Hititlerden sonra Frig yerleşimi izleri görülmektedir. Tarihi kayıtlarda Ankara Kentinin kurucusu Kral Midas olarak geçmektedir.

Hitit ve Friglerin kaleleri zemin taş üzeri kerpiç olduğu için coğrafi şartlara dayanamayıp yok olmuşlardır.

Bölgeye Friglerden sonra Galatlar yerleşmiştir. Ünlü tarihçi Strabon Galatların Ankara kalesini kitabında detaylı bir şekilde anlatmıştır. Bir diğer ünlü tarihçi Heredot M.Ö. 480’ de Ankara Kalesi ile ilgili şu bilgiyi verir; “Batıdan Doğuya giden bir kişi Kızılırmak nehrini ve bölgeyi kontrol altında tutan dik Ankara Kalesinin önünden geçmek zorundadır, tabii ki Kaleden izin çıkarsa.”

Kalenin jeopolitik, askeri önemini Bizans tarihçileri de şu cümle ile vurgular; “Bizans’ın İstanbul’u kaybetmesinin nedeni Ankara’yı kaybetmesidir.”

Galatlardan sonra Roma dönemi başlar. Roma zayıflayınca güvenlik için yapılan meşhur M.S. 3 ncü yüzyıl surlarının küçük bir parçasını Ulus Rüzgarlı Sokak’ta görebiliriz.

Fotoğraf: Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU Kale Surlarından Bir Detay

Gezi için ekibin toplanarak geziye başladığımız nokta Genç Kapı olarak bilinir. Ancak ekipçe o kapıdan yukarı çıkmayı tercih etmeyerek, kalenin etrafını dolanma kararı aldık. Bu kapı, adından da anlaşılacağı üzere genç, çok güçlü askerlerin kullandığı bir kapı olarak anılır. Kale surlarının etrafından dolaşarak çıkarken, surlarda tadilat için Pagan-Roma döneminden taş-mermer parçalarının surlara eklendiğini gördük. Surların içerisinde tadilatta kullanılan sütun tamburları, heykel kaideleri, heykeller, lahit kapakları, desenli taş kaideler, tiyatro maskları, hatta roma su kanalların olduğu taş bloklar bile vardı. Hocamız, Kale sürekli taaruz altında olduğu için çarçabuk ne buldularsa etraftan, dönemin tapınaklarından, yapılarından bulunan taşların sürekli kalenin yıkılan duvarlarının tadilatında kullanıldığını belirtti. Surlarda kullanılan heykel, yazı vs. malzemenin özellikle tepetaklak yerleştirilmesinin anlamı; o kültürü, dini yendik manasına gelmesinden dolayıdır.

Kalenin eski Batı kapısı güvenlik sebebiyle örülmüş olup, Osmanlı Kayıtlarında ismi “Ala Kapı” olarak geçmektedir.

Fotoğraf: Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU / Ala Kapısı

Herkes tarafından en çok bilinen ve en tepede yer alan ana giriş kapısının önünde, surlarda yer alan çatlakları belki de ilk defa fark ettik ve bu görüntü geziye katılan tüm katılımcıları bir hayli üzdü. Sultan Abdülhamit’in ülkedeki büyük şehirlerin hepsine saat yaptırma zincirinde Ankara Kalesinin girişine de bu saati yaptırmış olduğu bilgisine de burada vakıf olduk. 

Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Kalenin iki giriş kapısının var olduğundan bahseder ve kendi abartılı anlatımı ile, “Kalenin bir demir kapısı var demirleri benim bacak pazularım gibi” cümlesini kullanır.

Ankara Kalesi surları, askerlerin ok attığı yerleri, geniş Ankara manzarası ve tarih kokusu ile, dışarıdan çok güzel olduğu gibi içerisinde de gezmek bir o kadar keyiflidir.

Gezimiz sırasında; Kalenin altında bulunan ve her zaman kaleye çıkarken yanından geçtiğimiz gösterişli taş binanın aslında Ankara’ nın ilk bankası Banka Osmani binası olduğunu, daha sonrasında binanın Fransız elçiliği tarafından kullanıldığını öğrendik. Bütün katılımcılar bu bilgiden sonra şaşkınlık ile; burada düzenlenen dillere destan kitaplara konu olan baloların, özel günlerin Cumhuriyetin o şık, zarif bakımlı kadınlarını, takım elbiseli beyefendilerini arabalarından veya faytonlarından inip içeri girerken hayal edip, her zaman gördüğümüz bu binaya farklı bir göz ile bakıp kaldı bir süre.

ANKARA HANLAR BÖLGESİ

Kurşunlu Han, Fatih’in sadrazamı Rum Mehmet Paşa’nın yaptırdığı handır. Tapu kayıtlarına göre Ankara’nın ilk hanı, Kurşunlu Han imiş. Günümüzde Anadolu Medeniyetleri Müzesi olan binadır.

Safran Han ve Çengel Han Rahmi Koç tarafından satın alınıp restore edilip müzeye dönüştürülmüş hanlardır.

Çukurhan milli mücadele zamanında ordumuza karargah olma görevini yerine getiren handır. 1925’e kadar cezaevi olarak kullanılır. Günümüzde, Divan Otel olarak hizmet vermektedir. 

Pilavoğlu Han yine kale bölgesinde yer alan ve acilen restorasyon görmesi gereken çok değerli bir yapıdır.

TARİHİ CAMİLERİMİZ

AHİ ELVAN CAMİİ

Camiyi Ahi Şerafettin’in kardeşi, Ahi Elvan yaptırmıştır. Duvarlarının alt kısmı taş, üst kısmı kerpiç, iç yapısı ahşap sade bir camidir. Selçuklu ahşap direkli camilerinden olup, ahşap sütunların üzerine yöredeki Bizans ve Roma yapılarından toplanan, Dor ve Korint üslubunda, sütun başlıkları yerleştirilmiştir. Orjinalliğinden ödün vermemiş çok kıymetli bir yapıdır. Caminin ceviz minberi diğer Arslanhane Cami ve Sultan Alaattin Cami minberleri gibi işçilikli ve orijinalliğini günümüze kadar korumuştur. Mihrap alçı bezeme işçiliğidir.

HACI ARAP CAMİİ

Hacı Arap Ahi Elvan’ın katibidir. Ahi Elvan, camisinden artan malzemeleri katibine verir ve o da kendi adına bu camiyi yaptırır. Kare planlı zemini taş duvarı kerpiç ve ahşap direkli sade bir camidir. Caminin minaresi yoktur. Yol çalışması sebebiyle cami küçültülmüş ve bir sıra ahşap sütununu kaybetmiştir.

AHİ ŞERAFETTİN CAMİİ (ARSLANHANE CAMİİ)

Ahilerin Ankara’ya geldiğinde iki ahi kardeş Hüsamettin ve Hasanettin’ in birlikte yaptırdığı bir camidir. Moğolların Anadolu’yu istila ettiği dönemde, Ahi Şerafettin Moğollara vergisini öder ve karşılığında Moğolların Ankara’ ya girip zarar vermesini harika bir politik anlaşma ile önler.

Cami adını hemen yanındaki zaviyesinin duvarında devşirme kullanılmış olan aslan heykellerinden almaktadır, caminin Sultan kapısının önündeki aslanlar da Etnografya Müzesine götürülmüştür.

Selçukluların o dönemde bayram namazlarının ve Cuma namazlarının kılındığı Ulu yani ana camisidir. Caminin 3 kapısı vardır. Kuzeydeki kapısı Taç Kapı ya da Sultan Kapı diye adlandırılmıştır. Selçuklunun ahşap direkli cami geleneğiyle yapılmış ve ahşap direklerin tepesinde de Roma korint başlıkları kondurulmuştur.

Caminin mihrabında çini ve alçı birlikte kullanılmıştır. Selçuklunun renkleri olan patlıcan moru, firuze mavisi, siyah çiniler bitkisel bezemeler, ayetler göz alıcı  bir hat sanatı ile kuşatır.

Mihrabın yukarısındaki ejderha motifi Türkler’in Orta Asya’dan getirdiği bir kültür olup nefsi temsil etmektedir.

Minber ceviz ağacından yapılmış, sekiz kollu Selçuklu yıldızlarıyla, bitkisel desenlerle dolu göz alıcı bir kündekari şaheseridir. Minberde ne bir çivi ne başka bir alet hepsi puzzle gibi tek tek geçme tekniğiyle yapılmış olup, lügattaki emek-sabır kelimesinin karşılığı gibidir.

Caminin bir çok yerinde, özellikle minarenin alt gövdesinde bolca devşirme malzeme kullanılmıştır. Minare duvarında Roma Tiyatrosundan desenli balkon korkuluğu, lahit kapağı, heykel kaidesi ve en hoş detay da camin dışındaki musalla taşı büyük ihtimalle Pagan döneminden bir tapınaktan alınma büyük bir taş parçası olmasıdır.

Aralarında Arslanhane Camiinin de yer aldığı, Anadoluda buna benzer yapıda ahşap sütunlu camilerin 5 tanesinin UNESCO Dünya Mirası Listesine geçtiğimiz günlerde alınmış olması hepimizi gururlandırdı.

SULTAN ALAADDİN CAMİİ

Selçuklular bölgeyi fethettiklerinde Muhittin Mesut tarafından yaptırılan Ankara’nın ilk camiidir. Sultan Kalenin içine kendisine bir saray yaptırıp, camiden saraya bir tünel ile gidiş gelişini sağlıyordu… Caminin içindeki Tünel kapısına giriş yasak olsa da en azından açılıp görülebiliyor. Cami kilise üzerine yapıldığı için arkada kilise duvarları görülmektedir.

Fotoğraf: Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU Sultan Alaaddin Camii Tünel Kapısı

Kesme ve yığma taştan yapılmış bir caminin kapısı, pencereleri orijinal ve hepsinden de güzeli üzerinde kitabesiyle bilgisi verilen ve camiden de 1 yıl önce yapılan muhteşem bir ceviz ağacı minberi vardır. Caminin tavanında Selçuklu yıldızlarından oluşan kündekari bir tavan göbeği yer almakta olup, kalem işi boyama rengarenk bir şaheserdir. Yıldızlar çiçek motifleri, ortada güneş, kenarlarında 12 gezegenin işlendiği minberin muhteşem taç kapısının üstünde camiyle ilgili çok geniş tarihi bilgiyi içeren kitabesi vardır.

Caminin mihrabı alçıdan yapılmıştır, orijinal ahşap mihrabı Etnografya müzesinde korumada altındadır.

Caminin ilk mihrabı restorasyon sırasında bulunmuştur ve dışarıda bahçede görülebilmektedir. Caminin önünde son cemaat yeri denilen kısımda çok kalın sanat eseri granit sütunlar yer almaktadır. Bu sütunların Zeus tapınağından gelmiş olabileceği düşünülmektedir. Caminin bahçesi de antik dönem ve Roma döneminden mermer sütun başlıkları, heykel kaideleri,  mezar taşı başları, hat sanatıyla süslenmiş islami mezar taşları ile bir açık hava müzesi gibidir.

Selma ÜNAL

Haziran 2023 Ankara

ANKARA KÜLTÜR ROTALARI: ROMA KALINTILARI VE HACI BAYRAM

2023 Mayıs ayı Ankara Kültür Rotaları: Bir Bilenle Geziyoruz etkinliğimizin ikincisini Roma Hamamı- Hacı Bayram rotasında Dr. Ali Vedat OYGÜR hocamızın rehberliğinde onun belirlediği güzergahı izleyerek gerçekleştirdik. Roma Hamamı’nda başlayan gezimiz Hacı Bayram, Augustos Tapınağı ve Şeyh İzzeddin Türbesi’nde son buldu. Güzergahta 19 farklı tarihi eser hakkında Dr. Ali Vedat Oygür Hocamıza bize verdiği kıymetli bilgiler için çok teşekkür ediyoruz.

1-Roma Hamamı: Tarihi kalıntılarda yeni restorasyon çalışmaları yapılmıştı. Sütunlu yol, hamama yan taraftan giriş ve Cardo Maximus Roma dönemi caddesi, hamamın soğukluk bölümünde bulunan büyük havuz görülmesi gereken bölümlerden bazıları.

2-Hamidiye (Telgrafhane) Çeşmesi: Cardo Maximusu takip etmek üzere Sosyal Bilimler Üniversitesinin yanından yukarı doğru çıkıp Ankara’nın ilk resmi yapısı olan eski Ankara Valiliği binasının bulunduğu meydana doğru yürüdük. Yürüyüş yolumuz üzerinde bulunan bu Hamidiye çeşmesi binanın duvarına bitişik halde bulunmaktadır.

3-Valilik binasının bahçesinde üzeri cam ile kaplanmış bir bölmede Roma yolu kalıntıları, sütun ve su kanallarının olduğunu biliyor muydunuz? Tarihi binanın restorasyon çalışmaları devam ederken aynı zamanda bahçesinde Roma yolu kazı çalışmaları yürütülmüş, bundan önce de bilindiği üzere Ulus şehir çarşısı inşaatı sırasında Roma dönemi Ankara’sının ana caddelerinden biri olan bu caddenin devamına rastlanmıştı. Burayı da görmeden geçmedik.

4-Başbakanlık (Maliye) Binası: Cumhuriyet’in ilk bakanlık binası olarak inşa edilen yapı Vilâyet Meydanı’na bakmaktadır. Maliye Bakanlığı, sağdaki Gümrük ve Tekel Bakanlığı ve 1950’lere kadar ortadaki bölüm Başbakanlık olarak kullanılmıştır.

5- Julianus Sütunu: Defterdarlık ve valilik binası arasındaki havuzun kenarında bulunmaktadır. Hiçbir yazıtı yoktur. Gövdesinde birçok halka olup, yüksekliği on beş metre kadardır. Sütunun İmparator Julianus’ un (M.S. 361-363) Ankara’dan geçtiğinde şerefine dikildiği söylenir. IV. yüzyılda yapıldığı sanılan esere halk arasında Belkıs Minaresi de denilmektedir.

6- Zincirli Cami: Yürüyüş yolumuz üzerinde bulunan Zincirli Cami Taş kaideli, tuğla gövdeli, üzeri kiremit çatılı bir yapıdır. Kasetleme işçiliği ile yapılmış ahşap tavanı, minberi, mihrabı ve cephe düzeni nedeni ile caminin yapılış tarihinin 17′ inci yüzyıl ortaları veya sonu olduğu tahmin edilmektedir. Kuzeyde tek kapı ile girilen Cami içinde asılı bulunan bir levhadan 1879–1880 yılları arasında tamir edildiği öğrenilmiştir. Bu levhada “Şeyhülislam Ankaralı Mehmet Emin Efendi’ nin mamuresini 1879–1880 yıllarında Ankara Valisi Hurşit Paşa tamir ettirdi “denilmektedir.

7- AynıSokakta başka bir tarihi bina çıkıyor karşımıza. Bina önce Efkaf İdaresi yani Vakıflar daha sonra Şer’iye ve Efkaf Vekaletine veriliyor. Şimdi altında haç malzemeleri satılan dükkânın yerinde Tan gazetesi varmış. 1. Katta adliye vekaleti, 2. Dönem istiklal mahkemesi, üst katta da Şer’iye ve Evkaf Vekaleti bulunuyormuş. 1940’ ta bina Emniyet 2. Şube Müdürlüğü olarak kullanılmış. Bir süre sonra da Anafartalar Polis Karakolu olmuş. 1984’ten sonra Ulus oteli olmuş.

Başbakanlık Binası

8-Berlitz Oteli: Otel, 30’lu yıllarda aynı isimle aynı yerinde bulunuyor. Altındaki Ruşen pastanesi de öyle. Macar Avusturyalı mimarların eseri.

9-Augustus Tapınağı: Ankara’da Roma Dönemi’ nin en önemli yapılarından biri olan Augustus-Roma Tapınağı, Galatia eyaletinin İmparator Augustus (MÖ 27-MS. 14) tarafından Roma İmparatorluğu’na katılmasından sonra, yeni eyalet merkezi olan Ankyra’da (Ankara) İmparator Augustus ve kentin yerel tanrıçası Roma’ya ithaf edilerek inşa edilmiştir. Hacı Bayram Camisinin yanında bulunmaktadır.

10-Hacı Bayram Veli Camii ve Türbesi: Hacı Bayram-ı Veli, (d. 1352, Ankara – ö. 1430, Ankara), Türk mutasavvıf ve şair. Safevî Tarikâtı büyüklerinden Hoca Alâ ad-Dîn Ali Erdebil’inin öğrencilerinden olan Şeyh Hamid-i Veli’nin öğrencisi ve Bayramîyye Tarikatı’nın kurucusudur. Türbesi, Ankara’da Hacı Bayram Camii’nin bitişiğinde bulunmaktadır.

11-A. İzzet Ulvi Aykurt Evi (Hacı Bayram Veli Mahallesi) Macar ustalar tarafından yapılmıştır. Tarih: 1924-1931

12-Şeyh İzzettin Türbesi 1930’ lu yıllarda yıkılarak evlerin arasında kalmış, daha sonra bölgenin yıkılarak komple restorasyonu sırasında temelleri ortaya çıkarılmış ve yeniden inşa edilmiştir. Günümüzdeki türbe kare planlı, kümbet biçiminde Selçuklu tarzındadır. Türbe kitabesi günümüzde Etnografya Müzesine kaldırılmıştır. Bu kitabeye göre türbe 1306 yılında inşa edilmiştir.

FOTOĞRAF SANATI KURUMU DERNEĞİ Grubuyla bir dahaki gezilerde buluşmak ümidiyle tüm katılımcılara ve hocamıza çok teşekkür ediyoruz.

Cengiz PAMUK

21.05.2023 ANKARA

ANTROPOSEN ÇAĞ VE FOTOĞRAF

Fotoğraf: Mitch Epstein

“Birçok farklı küresel doğal ortamdan bir yenisi insan tarafından oluşturulmuş “Antroposfer” bileşeninin son jeolojik devresi Antroposen’dir, denilebilir. Çünkü atmosfer, litosfer, hidrosfer ve biyosfer’in yanısıra son dönemlerde elbirliğiyle hep birlikte Antroposfer’i yani “İnsanın şekillendirdiği Küre”yi oluşturduk.

Çeşitli itici güçler nedeniyle, yerşekilleri ve bunları oluşturan süreçler üzerindeki insan etkisinin derin olduğu görülür: Ateş’i bulma ve kullanma, tekerleği keşfet- me, takas ve paranın ortaya çıkışı, ilk borsa, flora ve faunanın yok olması, tarımın gelişimi, kentleşme ve küreselleşme ile enerjiden yararlanma bunlardan bazılarıdır.”

Endüstri çağının başından beri gezegenimiz insan faaliyetleri nedeniyle 1,3 derece ısındı. Bu sıcaklık artışının önümüzdeki yıllarda 1,5 dereceye varması halinde olağandışı doğa olaylarının çoğalacağı belirtiliyor. Bir yanda yangınların diğer yanda sellerin sıklaşacağı, kuraklığın yayılacağı, denizlerin yükseleceği, ani sıcaklık artışları görüleceği, canlı ve cansız varlıklarıyla doğadaki tüm varlıkların hayat alanlarının hızla tahrip olacağı öngörülüyor.

Akdeniz havzası iklim değişikliğinden alabildiğine etkileniyor.

Bütün bunlar insan eliyle yaratıldı.

200 yıl gibi kısa bir sürede sınırsız büyüyen endüstriyel üretim, atmosfere salınan sera gazlarının doğal sınırları aşması, tahrip edilen su havzaları, ormanların yok edilmesi, biyolojik çeşitliliği azalttı.

Gezegenin doğal işleyişi bozuldu.

Sanayi devriminden bu yana kapitalist sistemin enerji ihtiyacını karşılamak için kömür ve petrol başta olma üzere fosil yakıtlara bağımlı bir “tüketim uygarlığı” kurduk. Piyasanın sınır tanımayan kar hırsı ile karar vericiler su havzalarını, tarım alanlarını, ormanları tahrip etti, iklimlerin olağan döngüsünü bozdu. Sınırsız büyümeyi hedefleyen enerji ihtiyacını karşılamak için fosil yakıtlar kullanarak yüksek karbon salınımı yapan zengin ülkeler yoksul dünyanın sınırlı kaynaklarına el koydu, kültürel dokular ve tarihi miras tahrip oldu.

Bu nedenle:

İklim adaleti çağımızın temel taleplerinden biri.

Birleşmiş Milletler (BM) Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli IPCC 2013’ten beri 234 bilim insanının sürdürdüğü çalışmalarla hazırlanan raporu Ağustos 2021’de BM üyesi 195 ülkenin liderlerine sundu. Raporda “kırmızı alarm” uyarısı yapıldı ve sınırsız büyüme politikalarının dünyanın sınırlı kaynaklarıyla mümkün olamayacağı ifade edildi.

Sebep olduğumuz olumsuz etkileri doğa artık gideremiyor.

Dünyada ve ülkemizde iklim aktivistleri çok geç olmadan yöneticileri acil önlemler almaya çağırıyor. Çünkü Bilim insanları bu etkiler nedeniyle yerkürenin yeni bir jeolojik döneme girdiğini söylüyor.

İnsan tarafından yaratılmış bir jeolojik dönem:

Antroposen Çağ.

Biz de çağını anlamaya ve tanık olmaya çalışan fotoğrafçılar olarak bu çalışmamızda çevremize ve iklim krizinin tüm canlılar alemindeki etkilerine tanık olmaya çalışacağız.

Dünyada iklim sorunları konusunda uzun süredir çalışan pek çok fotoğrafçı var. Ülkemizde ise bu meseleyi ele alan az sayıda fotoğrafçının kapsamlı ve nitelikli çalışmalarını biliyoruz.

Amacımız bu çalışmaları çoğaltmak, hep birlikte dikkatimizi iklim değişikliğine çekmek. Çevremizde olup bitenlerin gözle görülür sonuçlarıyla birlikte nedenlerini de anlamaya çalışmak olmalı.

*Ertek, T.A. 2023, Antroposen, Antroposfer: ANTROPOJENİK JEOMORFOLOJİ, Pagem-Akademi, İstanbul

KONUYU MERAK EDENLER VE DERİNLEŞMEK İSTEYENLER İÇİN ÖNERİLER

OKUMA ÇEVRE KİTAPLARI

1) Yanıyoruz- Naomi Klein- Doğan Kitap

2) İklim Direnişi- Jeremy Brecher- Yeni İnsan

3) Son Buzul Erimeden- Levent Kurnaz- Doğan Kitap

4) Türkiye’de İklim Dğeişikliği Siyaseti- Nuran Talu

5) İklim Değişikliği Konusunda Neden Anlaşamıyoruz? Mike Hulme- Alfa Yayınları

6) İklim Krizi ve Küresel Yeşil Yeni Düzen- Noam Chomsky- Ütopya Yayınevi

7) İklimi Değil Sistemi Değiştir. Martin Empson- Z Yayınları

8) Açık Yeşil 2- İklim Krizi, Poliitka ve Aktivizm- Ümit Şahin ve Ömer Madra- Can Yayınları

9) Evimiz Yanıyor- Greta Thunberg- Kronik Kitap

10) Batı Uygarlığının Çöküşü- Naomi Oreskes- Erik M. Conway

11) Yaşanmaz Bir Dünya- David Wallace Wells- Domingo

12) İklim Kumarı- William Nordhaus- Doğan Kitap

13) Seçtiğimiz Gelecek- Cristiana Figueres- Tom Rivett Carnac- Siyah Kitap

14) İklim Krizi ve Ekolojik Yıkım, Gençlerle Başbaşa- Fİkret Başkaya- Yordam Kitap

15) 21. Yüzyılda İklim Krizi, Paris Anlaşması ve İklim Değişikliğine Uyum

16) Son Buzul Erimeden Levent Kurnaz

İKLİM ÇALIŞAN FOTORAFÇILARDAN BAZILARI

  1. EDWARD BURTYNSKY
    • ANTROPOSEN
    • URBAN MINES
    • WATER
    • THE HUMAN SIGNATURE
  2. RAGNAR AXELSSON
    • KUZEY KUTBUNUN SON GÜNLERİ
  3. MITCH EPSTEIN
    • AMERICAN POWER
    • PROPERTY RIGHTS
    • NEW YORK ARBOUR
  4. NADAV KANDER
    • YANGTZE – THE LONG RIVER
    • CHERNOBYL HALF LIFE
  5. SOPHIE RISTELHUEBER
  6. RICHARD MISRACH
    • PETROCEMICAL AMERICA
  7. ED KASHI
    • KURSE OF THE BLACK GOLD
  8. SEAN GALLAGHER
    • KAMBOÇYA YANGINI
  9. AMI VITALE
  10. MURAT GERMEN
  11. EMİN ALTAN
    • CHAOSMOS
  12. KEREM YÜCEL
    • İSLİ GELECEK
  13. AÜ.GSF.FOTOGRAF BÖLÜMÜ BELGESEL ATÖLYE
    • “SU” DUR NEDENİM
    • GÜNCEL ANTALYA’NIN KADİM SULARI
  14. SAKİNE YILDIRAN
  15. SERKAN TAYCAN
    • İKİ DENİZ ARASI İSTANBUL
    • KABUK
  16. KEMAL ÇAVUŞOĞLU
  17. AYŞE KAYAR
  18. KARMA HİKAYE
  19. NAR PHOTOS
    • MİLYONLUK MANZARA
  20. JOHN NOVIS RIAU (Green Peace Photo Director)
    • EDİTORYAL ÇALIŞMALAR
      • PEARL RIVER DELTA POLITION
      • DISSAPEARING HISTORIC FISHING IN GHANA
      • PIMENTAL THREAT TO CHAO PHRAYARIPYAT- CHERNOBYL’S ABONDONED CITY
      • THE 2001 MAHA KUMBH MELA
      • HANI NEW YEAR RICE FESTIVAL
      • ENVORIMENTAL THREAT TO CHAO PHRAYA
      • A CASE AGAINST GOLDEN RICE ECO FISHING IN UKRAINE
    • CLIMATE CHANGE – İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ
      • GLACIERS IN RETREAT AT MOUNT EVEREST
      • THE NEV ACTIVIST
      • CHA-AM HUA-HIN COAST
      • SURVIVING EL NINO
      • YELLOW RIVER AT RISK
      • COMPOSITE GLACIER AND GLOF IMAGES
    • FORESTS EDITORIAL -ORMANLARA İLİŞKİN EDİTORYAL ÇALIŞMALAR
      • COCOA FARMING CONGO BASIN
      • ECO-FORESTRY IN PAPUA NEW GUINEA
      • GOOD OIL IN SUMATRA
      • THE REAL PRICE OF PALM OIL
  21. STEFANO DE LUIGI
  22. NICK BRANDT
  23. JOHN NOVIS
  24. LUCAS FOGLIA
    • HUMAN NATURE
  25. IAN VAN COLLER
  26. J.B RUSSEL
  27. GEORGINA GOODWIN
  28. METTE LAMPCOV
  29. DANIEL BELTRA
  30. SEAN GALLAGHER
  31. SEBASTIAO SALGADO
    • METAMORFOZIS
    • TOPRAĞIN TUZU (film ve kitap)
  32. EUGENE SMITH
    • MINAMATA
  33. RAGHU RAI
    • BHOPAL
  34. ABİR ABDULLAH
    • CLIMATE REFUGEE (Bangladesh)
  35. DAESUG LEE (Koreli Paris’te yaşar)

Özcan YURDALAN

Mayıs 2023

Fotoğraf: George Marazakis

SU BİTMEDEN SÖZ BİTMEDEN

İnsanlık, doğanın bir parçası olduğunu unuttuğu andan itibaren ekolojik yıkım da başladı. Ne yazık ki bilim insanları tarafından yıkımın artarak devam edeceği öngörülüyor.

Dünyadaki su kaynakları, küresel ısınma, çevre kirliliği ve insan kaynaklı etkenler nedeniyle hızla tükeniyor. Çevre bilimciler, otuz bir doğal afet arasında en tehlikelisinin kuraklık olduğunu belirtiliyorlar. Türkiye ise Akdeniz ‘deki iklim değişikliğinde kuraklıktan en çok etkilenen bölgelerden biri olarak gösteriliyor.

Türkiye’nin bazı bölgeleri 2021 tarihinde Meteoroloji Genel Müdürlüğünce standart yağış indeksiyle hazırlanan kuraklık haritasında ‘’olağanüstü kurak’’ göstergesiyle değerlendiriliyor. Anadolu’da son altmış yılda yaklaşık iki milyon hektarlık sulak alan kurudu ve bu Marmara Denizi’nin iki katı büyüklüğünde alana denk geliyor. Ülkenin %14’üne karşılık gelen ve Ramsar Sözleşmesi kapsamındaki sulak alanların yarısının kaybedilebileceği belirtiliyor. Nehirlerin tamamına yakınında suyun akış hızında %70’e varan düşüşler gözlemleniyor. Üç yüze yakın irili ufaklı gölün % 60’ı kururken birçoğu da kuruma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Bu göllerin çoğunluğunu tatlı su gölleri oluşturuyor.

Yaşamın sürdürülebilirliği için suyun doğal döngüsünü korumak gerekiyor. Başta sanayi, denizcilik ve tarım olmak üzere birçok alandaki karbon salınımı atmosferin ısınmasına dolayısıyla da döngünün bozulmasına neden oluyor. Göllerde kirliliğe, su miktarında azalmaya ve kurumasına neden olan pek çok etken sayılıyor. Tarım politikalarındaki eksiklikler, sulu tarıma yöneliş, vahşi sulama, yeraltı sularının yoğun kullanımı, büyükbaş hayvancılıkta artış göllerin kurumasını hızlandırıyor. Yanlış yerlere kurulan barajlar, maden ve taş ocaklarının açılması, balık çiftliklerinin çoğalması gölleri olumsuz etkiliyor. Kıyıların doldurularak yol, park, konut, sanayi veya tarım alanı açılması ve göllerin her türlü (fiziksel, kimyasal, biyolojik) atık alanı olması nedenler arasında bulunuyor. Nüfusla birlikte artan su tüketiminin de su kaynaklarını azalttığı biliniyor.

Su korunmadıkça ve kullanımına özen gösterilmedikçe kuraklığın etkisi artıyor ve doğada geri dönülmez sonuçlar oluşabiliyor. Asya,  Avrupa, Afrika arasında dört yüzden fazla kuş türünün kullandığı ve dört ana kuş göç yolundan ikisinin geçtiği bu topraklara göçmen kuşlar daha az uğruyorlar. Göllerden beslenen tuzcul bozkır habitatları tehdit altında kalıyor.  Havadaki nem oranın azalması sonucu meyvecilik doğrudan zarar görürken tarımın diğer alanlarında ve hayvancılıkta üretim zorlaşıyor. Zaman ilerledikçe tarımsal üretimde çöküş, yoksulluk, hastalıklar, açlık, ani gelişen yıkıcı iklimsel olaylar, su krizi nedeniyle kitlesel göçler bilim insanlarınca öngörülüyor ve ortak uyarılar yapılıyor. Ekolojik, ekonomik ve sosyolojik yıkımlar görülüyor.

Dünyada ve Anadolu’da kurumuş ve kurumaya terk edilmiş alanlara bakıldığında kritik eşiğin aşıldığı görülüyor. Üniversitelerde bilimsel araştırmalar, tarım ve sulama politikalarında düzenlemeler, kamuoyunu bilinçlendirme programları önemini koruyor. Acil ve kalıcı çözüm çağrısı yapmak gerekiyor.

Su bitmeden görmek, duymak, söylemek gerek…

Figen GÜNAY KILIÇ

Mayıs 2023

ANKARA KÜLTÜR ROTALARI: ULUCANLAR

Bu ay ilkini gerçekleştirdiğimiz Ankara Kültür Rotaları: Bir Bilenle Geziyoruz etkinlikleri kapsamındaçok kıymetli hocamız Dr. Ali Vedat OYGÜR ile Ulucanlar Rotasında 16 Nisan 2023 tarihinde güneşli ve sonlarına doğru da yağmurlu bir Pazar gününde yürüyerek pek çok kez yanından geçtiğimiz ancak fark etmediğimiz ne kadar da çok eser olduğunu idrak etme şansına nail olduk.

Otuz kişilik bir katılımın olduğu grubumuz Sat 13:00 gibi Ulucanlar Cezaevi’ nin kapısında toplandı. Ali Vedat OYGÜR hocamızın da mekana gelmesinin ardından gezimiz ilk olarak Ulucanlar Cezaevi Müzesinden başladı. Dr. Ali Vedat OYGÜR; 1950 yılında Üsküdar’ da dünyaya gelmiş olup; 1974 yılında Ankara Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği bölümünden mezun olmuştur. Uzun yıllardır, hayatın ona kattığı bilgi birikimini bu tür gezilerde rehberlik yaparak Ankara’ yı hemşehrilerine tanıtmaya adamıştır kendisini. Ayrıca kendisine ait web sayfasında da (https://alivedatoygur.wordpress.com) yazdığı yazılar ile çok kıymetli bilgiler vermeye devam etmektedir.

Ulucanlar Cezaevi Müzesinde başlayan gezimizde ilk olarak; bu binaların Osmanlı zamanında da var olduğu ve askeri kışla olarak kullanıldığını 1925 yılında cezaevine dönüştürüldüğünü öğrendik. Cezaevinin koğuşlarında gezerken (Hilton Koğuşu, Ağalar Koğuşu, Sübyan Koğuşu …) buralarda yaşanan hayatları düşünerek hüzünlendik. Cezaevi turumuzu en son aralarında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ ın da yer aldığı pek çok idamın infaz edildiği Dar Ağacının olduğu yerde tamamlayarak, biraz buruk bir şekilde oradan ayrıldık.

Cezaevinin hemen dışında Sanat Sokağının başında; belki de şimdiye kadar hiç fark etmediğimiz 1804 yılında Ankara Taşından (Andezit) yapılmış Hanifi Rum Çeşmesi ile karşılaştık. Cezaevinin hemen önündeki caddede ise 1924 yılında yapılan henüz Ankara’ nın musluklarından su akmazken halkın su ihtiyacını karşılayan çeşmelerden biri olan Derçatoğlu Mustafa Bey Çeşmesi’ ni fark ettik. Ulucanlar Göz Hastanesinin olduğu yerde eskiden Ankara Mevlevihanesi’ nin olduğunu öğrendikten sonra, Ankara’nın arka mahallerine doğru ilerleyerek rengarenk evlerin arasından gezimize devam ettik. Şu anda restorasyon olduğu için içini göremesek de Ankara’ da lahit mezarların olduğu Kadılar (Kırklar) Mezarlığı olduğunu öğrendik. Geçmişi 800 yıl öncesine dayanan bu mezarlar, Osmanlı ve Selçuklu dönemlerinden kalma olup, Kadılara ait mezarlardır.

Renkli evlerin arasında mütevazi bir görüntüsü olan, 17. yy. sonu ile 18. yy. başında yapıldığı tahmin edilen Direkli Camii’ nden sonra, mahalleye doğru ilerlediğimizde 14. yy.’ dan kalma Nazım Bey Çeşmesi bizi karşıladı.

Nazım Bey Çeşmesi

Biraz daha yukarılara doğru ilerledikçe, muhteşem bir kale manzarası, 1901 yılında inşaa edilen Zehra Hanım Çeşmesi ve Molla Büyük Camii ile karşılaştık. Osmanlı eseri olan, Molla Büyük Cami’nin içerisinde mimberinde yer alan çiniler hepimizi adeta büyüledi.

Ankara’ nın efsane valisi Abidin Paşa tarafından ilk defa 1889 yılında kullanılarak Elmadağ suyunu Ankara’ ya taşıyan Roma Su Kanalları ve su deposu da oldukça ilgi çekiciydi. Kanalları geçtikten sonra, 1288 yılından kalma Saraç Sinan Mescidi ve Türbesi bizi bekliyordu. 1907 yılında Mehmet Şevket Efendi tarafından yaptırılan Altı Ayaklı Çeşme de görülmesi gerekli bir çeşme olarak hafızalarımızda yer etti. Neden iki şerefeli olarak yapıldığını kimsenin bilmediği 1674 tarihli İki Şerefeli Camii (Resul Efendi Camii) ve Halveti şeyhi Tiridzade Hüseyin Efendi Türbesini de gördükten sonra ara sokaklardan aşağıya doğru ilerledik. Dönüş yolumuz üzerinde Halvetilerin Alemdarı Seyyit Ali Türbesi (14.yy) ve 1443 tarihinde Hacı İsmail’ in kızı Azize Gecik Hanım tarafından yaptırılan Gecik Mescidi’ ni de farketmiş olduk. Ayrıca Gecik kelimesinin güzel giyinen, zarif, hoş hanım anlamına geldiği bilgisini de edindik.

Aynı yerde bulunan çeşmenin üzerinde Gecik Çeşmesi yazmasına rağmen aslında çeşmenin Azize Gecik Hanım ile bir ilgisi olmadığını yaklaşık 500 yıl sonra 1891 yılında Beşe Ağazade Hacı Hanım tarafından yaptırılan Hacı Hanım Çeşmesi olduğunu da Ali Vedat hocamızdan öğrendik. Gezimizi büyük usta Mimar Sinan’ ın Ankara’ daki tek eseri olan Cenabi Ahmet Paşa Camii ve Türbesinde tamamlayarak, yaşadığımız şehre olan farkındalığımız ve bilgimiz artmış bir şekilde evlerimizin yolunu tuttuk. Bize bu güzel bilgileri kıymetli vaktini ayırarak aktaran değerli hocamız Ali Vedat OYGÜR’ e ve bu gezide bizimle birlikte olan bütün dostlarımıza sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Sevgi KÖYLÜ HALİLOĞLU

Nisan 2023

Cenabi Ahmet Paşa Camii

DÜNYANIN SON SINIRI: AMAZONIA

Ünlü fotoğrafçı Sebastiao Salgado, hayranlıkla izlediğimiz çalışmalarına bir yenisini ekledi. Kendisi Paris’te yaşayan ama doğup büyüdüğü ülkesi Brezilya ile ilişkisini kesmeyen Salgado’nun son projesi AMAZONIA, sadece Güney Amerika’nın değil, Dünya’nın akciğerleri diye bilinen Amazon Yağmur Ormanlarını konu alıyor. Dünya’nın akciğerleri denmesi boşuna değil. Dokuz ülkeye yayılan Amazon Yağmur Ormanlarının % 65’inin bulunduğu Brezilya’da kapladığı alan 4 200 000 kilometre kare ve Ülkenin % 49.3’ünü oluşturuyor. Bir ölçü olması için belirteyim; Türkiye’nin beş katından fazla bir alandan söz ediyoruz.

Taschen yayınevi tarafından yayınlanan AMAZONIA kitabının önsözünde Salgado şöyle yazıyor: “Burası benim için son sınır, dünyanın başka hiçbir yerinde olmadığı kadar doğanın muazzam gücünün hissedilebildiği, kendine ait gizemli bir evren. İşte tüm canlı bitki ve hayvan türlerinin onda birini barındıran, sonsuzluğa uzanan bir orman, dünyanın tek başına en büyük doğal laboratuvarı.” Salgado’nun bu projesinin ortaya çıkışı, Amazon ormanlarındaki tahribatın çok arttığı ve tartışmaların yoğunlaştığı bir döneme denk geldi. Yol açımı, büyük çiftlik projeleri, yangın gibi etkenlerin dışında; son dört yılda devlet başkanı Bolsonaro’nun çevre düşmanı politikaları ve yağmur ormanlarındaki aşırı kesim nedeniyle artan ormansızlaşma, ülkede ve dünyada büyük tartışmalara neden olmuştu. Saydığım faktörlere ek olarak, aşırı karbon salımı, iklim değişikliği vb. olumsuz etkenlerin gezegenimizi tehdit ettiği bir dönemde bu eşsiz ekosistemin varlığını sürdürmesi, Dünya için de çok önemli. Salgado, bu güçlü görüntüler aracılığıyla insanlığın bu paha biçilmez mirasını korumak için acilen ihtiyaç duyulan düşünce ve eylemleri harekete geçirmeyi umuyordu. Geçtiğimiz yılın sonunda yapılan seçimleri çevre dostu olarak bilinen ve Amazon bölgesinin korunmasına çok önem veren eski başkan Lula’nın kazanması, Brezilya ve Dünya için önemli bir kazanım oldu.

Sebastiao Salgado, Amazon bölgesine daha önceleri çeşitli nedenlerle gitmiş olsa da bu proje için yaptığı seyahatler 2012-2018 yıllarını kapsıyor. Kitapta ise 1998-2019 arasında çekilmiş fotoğraflar yer alıyor. Salgado, yedi yıl boyunca Brezilya Amazonlarını gezdi ve bu olağanüstü bölgenin eşsiz güzelliğini fotoğrafladı: Orman, nehirler, dağlar, orada yaşayan insanlar, hayvanlar, bitkiler… Yerel rehberler, tekne kaptanları, dağcı rehberi, tercüman, antropolog, ulusal Yerli Vakfı FUNAI’den yerli katılımcılardan oluşan 10-12 kişilik bir ekiple toplam 48 kez bölgeye giden fotoğrafçı, bu projede sponsor olmadığını, masrafları kendisinin karşıladığını söylüyor. Önceki projelerinde bazı dergilerle özel anlaşmalar yaparak kaynak sağladığı bilinen Salgado, “Artık durum böyle değil, ama şimdi büyük bir şansım vardı. İnsanların fotoğraflarımı satın aldığı ünlü bir fotoğrafçı oldum ve satıştan elde edilen parayla bu yeni fotoğrafları ürettim.” diyor. Hava çekimleri içinse Brezilya Ordusu yardımcı olmuş.

Her biri haftalar süren, bazen bir ay ile üç ay arasında zaman alan bu seyahatlerde çeşitli kazalar da yaşadı. Bu konuda şöyle diyor: “İki kez dizimi kırdım ve iki kez ameliyat oldum. Sol taraftaki tendonumu kırdım. Sağ tarafta, kazalarla kırılgan hale geldi. Yerli halkla birlikte bu ormanda yürüdüğünüzde, uzun bir yer değiştirme yaparlar. Balık tutmaya karar verirler ve göl asla çok yakın değildir. Ormanın içinde yaklaşık beş-altı günlük bir yürüyüş olabilir. Yağmur altında bütün gün yürürsünüz ve bu, ayakkabıları olmadığından, yerliler için sorun değil. Ama ayakkabılarla pek yerimizde duramayız ve çok düşeriz. İki kez dizlerimi ve iki omuzumu kırdım. Neredeyse sağ gözümü kaybediyordum. Ormanda bir yerli ile koşuyordum. Küçük bir bambuyu kesti ve bu bambunun ucu gelip gözümün kenarına çarptı. Birkaç milimetre daha sağda olsaydı, gözümü kaybetmek zorunda kalırdım.” Salgado, ağaçlar arasında büyük siyah fonlar (6*9 metre) örterek geçici açık hava stüdyoları kurdu ve insanları bu siyah fonun önünde fotoğrafladı. Bunu insanları öne çıkarmak ve onları coşkulu ormandan ayırmak için yaptığını söylüyor. Ayrıntılı başlıklar ve yüz boyaları içinde kadın ve erkeklerin, çocukların ve ailelerin birçok portresini çekti. Bu kadar emek verilmiş bir projede tüm yerli kabilelerin belgelendiğini düşünebiliriz ama durum hiç de öyle değil. Salgado’nun projesinde 12 yerli kabilesi fotoğraflanmış. Ustaya kulak verelim: “Amazonya’da yaklaşık 190 farklı kabilemiz ve yaklaşık 180 farklı dilimiz var. Sadece Brezilya Amazonya’sında hiç iletişime geçilmemiş 100’den biraz fazla grubumuz var. İnsanlığın tarihöncesi bu ormanın içindedir. Bu orman biyolojik çeşitlilik açısından çok önemlidir. Yerlilerin geleceği için çok önemlidir. Bu, insanlık tarihinin başlangıcıdır.”

Biraz da bu büyük projenin tanıtımına göz atalım:

Son dönemdeki kitapları gibi bu da Taschen Yaynevi tarafından yayınlanan, eskilerin deyimiyle “tuğla gibi” bir kitap: AMAZONIA. 528 sayfa, insanı görüntünün içine çeken çok kaliteli bir baskı ve tam 4.250 kg. (Nereden mi biliyorum? Bana yurtdışında hediye edildi ve bağaj hakkımı kontrol edebilmek için mecburen tarttım!) Kitapla birlikte başlayan sergi maratonu. Roma, Paris, Londra başta olmak üzere önce Avrupa, sonra Brezilya (Sao Paulo ve Rio de Janeiro), ABD ve bugünlerde yeniden Avrupa’da açılan sergiler. Ne mutlu bana ki Rio de Janerio’da bu görkemli sergiyi görme şansına eriştim. Sergilerin küratörü Lelia Wanick Salgado’nun sergi mekânı ve düzeni konusunda çok hassas davrandığını ve asla ödün vermediğini okumuştum. Bunun ne anlama geldiğini sergiyi gezerken anladım: Duvara asılmış veya tavandan sarkıtılan, 30*40 cm.den, üç metreye varan değişken boyutlarda baskılar; birinde doğa fotoğrafları diğerinde insan fotoğraflarının sürekli sunulduğu iki ayrı projeksiyon salonu; 194 fotoğrafın sergilendiği devasa salonun orta bölümünde oluşturulmuş odalar ve her odada ayrı bir kabilenin mensupları ve yaşadığı çevreye ait fotoğraflar ile o kabile mensuplarının video röportajlarının altyazı ile sunulduğu ekranlar. Ve sanırım ilk kez (en azından benim için ilk), bir sergi için bestelenmiş müzik! Jean-Michel Jarre’nin ormandan gelen kuşların, maymunların, böceklerin, kurbağaların ve insanların seslerini de kullanarak yarattığı, orijinal bir müzik eşliğinde geziliyor sergi.

Yaptığı projelerle herkesi kendisine hayran bırakan usta fotoğrafçı Sebastiao Salgado, bu son projesi ile sadece ülkesi Brezilya’ya değil, tüm dünyaya sesleniyor:

“Cennet var, Amazonya dünyadaki cennettir… Bu fotoğraflar 50 yıl sonra kayıp bir ormanın, kayıp bir yerli halkın veya kayıp bir dünyanın belgeleri olmasın. Amazonya korunmalı!”

Halil İbrahim TUTAK

Nisan 2023